Sosyal Eşitsizlik, Varsıllık ve Yoksulluk

Yıl:4 Sayı: 15 (Temmuz - Ağustos - Eylül)

Sosyal Eşitsizlik, Varsıllık ve Yoksulluk

Editörden
İnsanlık tarihi boyunca her dönemde bir problem olarak gündemdeki yerini hep korumakla birlikte, içinde yaşadığımız küresel sistemde çok boyutlu olarak “uluslararası” yaygın bir sorun haline dönüşen sosyal eşitsizlik son dönemde yaşanan gelişmelerle birlikte ajandada ilk sıradaki yerini kavileştirmiştir. Covid-19 sebebiyle kapanmalar, işsizlik, ekonomik yetersizlik vb. sorunlar hem daha görünür olmuş hem de ülkeler arası eşitsizliklerin altını daha kuvvetli çizmiştir. Bir yandan sermayelerini ve karlarını artıran küresel şirketler diğer yanda artan işsizlik furyası, bir yanda finansman artış diğer yanda borçlanma dünyayı daha gerilimli bir hale getirmiştir. 
 
Ayrıca dünya kaynaklarının heba edilmesi, dengesiz kullanılması veya bir takım felaketlerle zayi olması, hem dünya ölçeğinde insanların en temel ihtiyaçlarına erişimini sorunlu kılmakta hem de geleceğe yönelik kaygı yaratan sosyal eşitsizlikleri daha da derinleştirmektedir. Çok farklı strateji ve yöntemlerle (işgal, çatışma, baskı vb.) dünya zenginliklerinin Batılı ülkelere haksızca aktarımı, küresel sistemin sürdürülebilirliği noktasında ciddi soru işaretleri yaratmaktadır. Nitekim Ortadoğu, Afrika, Hindistan gibi tabii, fiziki ve doğal kaynakların ciddi rezervlere sahip olduğu bölge ve ülke halklarının oldukça standart altı yaşamları bu yaman çelişkinin sebeplerine dair soruları artırmaktadır. 
 
Modernlikten postmodernliğe doğru evrilen süreçte insanın ontolojik varoluşundan kaynaklanan haklarının hümanist ideallerce karşılanmadığı farklılıkların eşitsizlik, maduniyet ve mağduriyet yaratacak düzeyde bir siyasallık ve toplumsallık içinde ikamet ettirildiği, tüm eşitlik iddia, vad ve ifadelerinin kendi içine çöktüğü bir zaman dilimine şahitlik etmekteyiz. Agamben’in tabiriyle “çıplak insan” olarak insanilik zemininde dolaşmayı ve insan haklarının iddialı kuşatıcı metinleriyle kutsanmayı beklerken, ayrımcılıktan savaş, işgal ve göçlere kadar bir dizi insanın “açıkta kaldığı” bir dünyada yaşamaktayız. 
 
İşte gezegenimizin üzerinde bu denli ağır bir sorun olarak duran “sosyal eşitsizlik” insanlık gündeminin ana konularını tartışmayı kendisine hedef edinmiş Yetkin Düşünce dergisinin bu sayısının dosya konusudur. Özellikle son bir buçuk yıldır dünya gündeminde farklı mikro konularla manşet haline gelmiş olan bu başlık, birikmiş çok katmanlı sorunun bir ismi olarak değerlendirilebilir. Sorunu felsefi, sosyolojik, teolojik, ekonomik vb. çok boyutlu olarak ele alınması ortak bir vücubiyet arz etmektedir. Elbette tek bir sayıda böyle bir külliyatlı bir problemi çözmek iddiasında değiliz. Ancak bu problemin farklı “mikro”larıyla birlikte gelecek zamanlarda ajandadan hiç düşmeyeceğini tahmin edebiliriz. 
 
Bu minvalde Yetkin Düşünce dergisinin bu sayısına Mustafa Tekin, Kadir Canatan, Celâleddin Çelik, Ahmet Keleş, M. Yaşar Soyalan, Muhammed Özdemir, Süleyman Gümüş, Osman Ülker, Faruk Taşçı, Aslıhan Gül, konuya dair analizlerle katkıda bulunmuşlardır. Esat Arslan’ın “Hz. Peygamber’in Çağımızla Kavgasını Anlamak” isimli yazısı tarih ile bugünü birbirine yaklaştıran “şimdi”yi anlama çabası olarak düşünülebilir. Ayrıca Asiye Tığlı’nın Abdülkerim Süruş’un “Nebevi Rüya Nazariyesi” üzerine geniş tahlilini içeren bir makalenin ilk bölümünü de dergimizde bulacaksınız.
 
Bu sayıda söyleşi bölümünde iki ayrı önemli ismi konuk etmekteyiz. İlkin, “sosyal eşitsizlik” problemine daha felsefi düzlemde yaklaşan Ahmet Ayhan Çitil’i okuyacaksınız. İkincisi de, bu konuda yoğun sosyolojik çalışmalarda bulunan Lütfi Sunar. Edip Akyol’un “Zirveden Dramatik Sona Müslüman Sultanlar”; yine Zehra Aktürk’ün “Modern Kapitalizm, Sosyalizm&Küresel Çağda Eşitsizlik” kitaplarına yaptığı kritikleri okuyacaksınız. Katkı yapan tüm yazarlarımıza içten teşekkürlerimizi arz ederiz. 
 
Kutuplaşmaların dünya ölçeğinde giderek arttığı, entelektüel tartışmaların azaldığı, her önemli meselenin birden popüler kültürün içinde eridiği bir zaman diliminde, ciddi tartışmalara, konuşmalara, düşüncelere olan ihtiyacımız giderek artmaktadır. Bu temel zemin ve çerçeve içerisinde iddia ve söylemlerini ifade etmeye çalışan Yetkin Düşünce dergisi, kendisini konumlandırdığı dünya görüşü bakımından müstesna bir yerde durmaktadır. Bu bağlamda sivil bir düşünce dergisi olarak işlevini yerine getirmenin heyecanı ve sorumluluğunu derinden hissetmektedir. Süreç içerisinde sözün ağırlığını azaltmadan, çok daha geniş bir yazar ve okur çevresine hitap ederek bir Türkiye platformu olmak derginin hedeflerindendir. 
 
 Derginiz Yetkin Düşünce’nin 16. sayısı çok farklı alanlarda içerimlere sahip “Yalnızlık” başlığına ayrılmıştır. Aslında toplumların yükselen ıstıraplarından biri olan yalnızlık meselesi, hissedilen ancak hakettiği kadar da ele alınmayan post/modern insanın trajedilerini açığa çıkarma bağlamında oldukça önemlidir. Yalnızlık konusuna tüm ilgili yazarlarımızı katkı yapmaya çağırırken, daha mutlu bir insanlık ve dünya temennisiyle…  
 
Mustafa TEKİN
Genel Yayın Yönetmeni  

Dosya

Niçin Bazıları Daha Eşit?
Yazının tamamını okumak için : Yazıyı Oku

Özet

Toplum çok geniş anlamda bir eşitsizlikler ve farklılıklar manzarası olarak karşımıza çıkmaktadır. Verili olan farklılıklar, insanlar arasındaki çeşitliliği de doğal ve işlevsel hale getirirler. Nitekim ırk, dil, renk, cinsiyet kadar sosyal sınıflar, kültürel düzey vb. birçok hususta farklılık ve eşitsizlikler söz konusudur. Bu makaledeki temel problemimiz sosyal eşitsizlikler (adaletsizlikler) olup farklılıklar değildir. Sosyal eşitsizlik kısaca bir toplumdaki kaynakların (gelirlerin, yaratılan katma değer ve girdilerin) insanlar arasında eşitsiz dağılımını anlatmaktadır. Bu bağlamda ırk, cinsiyet vb. farklar temelde farklılık bağlamında konumuzun dışında olmakla birlikte, salt bu farklılık üzerinden kurulan eşitsizlikler de problem alanımız kapsamına girmektedir.

...
Mustafa Tekin
Prof. Dr. / İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
“EŞİTLİK” VE “FARKLILIK” ARASINDA ADALET
Özet

“Adaletin bu mu dünya?” (Ali Ercan)
Kadir CANATAN
Prof. Dr./ Sebahattin Zaim Üniversitesi
 
Adalet, hepimizin özlemini çektiği ve gerçekleştirilmesini istediği bir değerdir. Ama yukarıya alıntıladığımız halk müziği sanatçısı Ali Ercan’ın da ima ettiği gibi bu dünya adil bir dünya değildir. Dünya, adalet idesinden çok uzakta bir yerde durmaktadır. Peki adalet nedir? Adalet hakkında bugüne kadar neler söylenmedi ki? Felsefede ilk sistem kurucu filozof olarak bilinen Platon “Devlet” adlı kitabını “Adalet nedir?” sorusuyla açıyor ve adaleti; kadim üç değerin (hikmet, cesaret ve itidal) toplamı olarak ifade eder. Ona göre adalet, ruhun her kısmının kendine ait olan işlevi yerine getirmesini sağlayan erdemdir. Bu yaklaşım, toplum ve devlet açısından “herkese hakkı olan vermek” şeklinde tanımlanmıştır. Çinli düşünür Konfüçyüs Yi (adalet) ve Li (kâr) kavramını zıt kavramlar olarak görür ve insanları adalet ve kâr karşısındaki tutumlarına göre iki gruba ayırır: Adaleti sevenler büyük insanlar, kârı sevenler ise küçük insanlardır. Büyük dinlerin sonuncusu olan İslam’ın temel metni olan Kur’an’da, adalet merkezi bir kavramdır. İki ayrı ayette adalet emir kipiyle geçer: “Allah adaleti emreder.” (16:90) ve “İnsanlar arasında adaletle hükmedilmesini emreder.” (4:58) Aydınlanma yüzyılının büyük filozofu Kant, “Adalet dünyadan kalkarsa, insan hayatına değer verecek bir şey kalmaz” demektedir. Çağdaş Hindistan’ın büyük devlet adamı Gandi “Haksızlığa sapıp bütün insanların seni izlemeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalmak daha iyidir” diyerek adaleti siyasi erdemin baştacı kılmıştır.

...
Kadir Canatan
Prof. Dr./Sabahattin Zaim Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
İSLAM’IN SOSYAL ADALET MESAJINI ‘ONTOLOJİK EŞİTSİZLİK’ ÜZERİNDEN ANLAMAK
Özet

Giriş
‘Zıtlık algısı’ insan aklında verili bir yetidir. Kendimizi/Ego ve kendimiz dışındakileri/öteki duyum yoluyla ayırt ederek fark ettiğimiz gibi karşıtlar/zıtlar da muhayyile ve idrak yetilerimiz sayesinde akılda süreklilik kazanırlar.[1] Bu nedenle zıtlık algısı ontolojik mahiyetimize içkindir ve o olmaksızın varlıkla herhangi bir ilişki kuramayız.[2] ‘Dünyada Varlık’ olarak insan ancak zıtlıkların idraki içinde kendi varlığını idrak eder. Mekânı sağ-sol, üst-alt, ön-arka, iç-dış zıtlığıyla algıladığı gibi zamanı da geçmiş-gelecek zıtlığıyla algılamaktadır. Bu ontolojik konum beşeri dile de yansımış ve dil zıt anlamlı sözcükleriyle bu varoluşun epistemolojik boyutundaki yerini almıştır.[3] Felsefe geleneği bu hususu ‘çelişmezlik ilkesi’ olarak Varlık’ı/dünyayı anlamak için kullanmıştır. Bu mantık ilkesine göre bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz. ‘Var-Yok’ karşıtlığı ve bu bağlamda ele alınan sorunlar bugün de felsefenin ana sorunlarından biri olmaya devam etmektedir.



[1] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ahmet Ayhan Çitil, Matematik ve Metafizik, Alfa Y., İstanbul 2012, s. 34-41. Ayrıca bkz. Ali Tekin, Varlık ve Akıl Aristoteles ve Fârâbî’de Burhan Teorisi, Klasik Y., İstanbul 2017, s. 146-147.
[2] Kuran bu hususu Şems Sûresi’nde yerin ve göğün yaratılışına dair özelliklere dikkat çektikten sonra şu şekilde ifade etmektedir: “Canı/nefsi yaratılış bakımından tamamlayana ve ona iyi-kötü yetilerini verene yemin olsun ki, nefsini temizleyebilen kurtulacak ve temizleyemeyen ise helak olacaktır.” Sure açık bir şekilde ‘zıtlık’ içeren doğamıza işaret etmekte ve bu zıtlıklardan iyi olanlarla kendimizi inşa etmemizi istemektedir. Şems, 91/1-10.
[3] Dilin çok anlamlılığı ve Yapısalcı yaklaşımlar için bkz. Nuray Tekin, Yapısökümün Yapısökümü: Derrida ve Joyce, Birikim Güncel 2016.

...
Ahmet Keleş
Prof. Dr./ Dicle Üniversitesi
Eşitsizliğin Mâkuliyeti ve Ahlakiliği Sorunu; Geç-Modernliğin Varlık ve Sistem Krizinde Teodiselerin İmtihanı
Özet

Yeni Görünümleri Altında Eşitsizlik Ya da Eşitlik Arzusunun Anlamı 

‘Eşitlik’ insanın toplumsal tarihinde büyüsünü yitirmeyen mihver kavramlardan biridir. Esasen ‘birey’le birlikte modernliğin üst değerleri arasına giren ‘eşitlik’ kavramı, cazibesini biraz da yeni zamanların sistem krizine yol açan eşitsizlik gerçeğinden alır. Ancak eşitlik düşüncesi sadece adaletsizliğe yol açan arîzi durumlara bir tepkiyi değil,  sosyal varoluşu anlamlı kılacak esaslı bir arzuyu da temsil eder. Nitekim bu arzu düşünce tarihinde eşitsizlikten ve adaletsizlikten arındırılmış ütopyaların inşası için aslî bir motif olmuştur. İnsani yaşamda eşitlik düşüncesi ‘öte dünyaya’ bırakılamayacak kadar köklü bir beklentidir. Toplumsal dünyada hissedilen eşitsizlik ise bu hayatta ilânihaye rıza gösterilecek bir vaziyet değildir. İnsani varoluş sürecinde eşitlik tasavvuru bir ‘imtihan ve anlam meselesinden’ bir ‘sistem ve çatışma’ sorununa evrilse de hiçbir zaman nihayete ermeyecek bir umudu simgeler. 

...
Celaleddin Çelik
Prof. Dr. / Erciyes Üniversitesi
SOSYAL EŞİTSİZLİK AYDINLANMA VE DİN Küresel Sosyal Eşitsizliğin Dünyanın Yeni Normali Haline Gelmesinde Aydınlanmacı Hegemonyanın ve Dinlerin Etkisine Dair Bir Ön Değerlendirme
Özet

Giriş: Yeryüzünün bir Parçası Olan İnsandan Yeryüzünün Efendisi İnsana
Eşitsizlik yeryüzünün doğasında var. Fiziki, coğrafi ve iklimsel anlamda eşitsizlik yeryüzünün bir gerçeği. Bu nedenledir ki yeryüzünün bitkiler dışındaki tüm canlıları bu eşitsizliğin oluşturduğu hasarı asgari düzeye indirmek için tarih boyunca daha mümbit ve yaşanılır bölgelere doğru hep yer değiştire gelmişlerdir. Bu nedenle göç olgusu neredeyse dünya ile yaşıttır. Bundan dolayıdır insan olsun, hayvan olsun tüm canlılar eşitsizlik konusunda oldukça duyarlıdırlar ve doğadan kaynaklı eşitsizliği asgariye indirmek için sürekli bir teyakkuz hali içinde yaşarlar. Çünkü her bir canlı bu eşitsizliğe sadece doğadaki tezahürlerinde değil, hem kendi bedeninde hem de kabiliyet ve yeteneklerinde de birebir şahittir. Özellikle insanoğlu hemcinsleri arasındaki eşitsizliğin acı sonuçlarına her gün günlük hayatında apaçık şahit olmaktadır. O, hem doğadaki hem yaratılıştaki hem de insanlar arasındaki eşitsizliğe (belki bu eşitsizliği farklılık olarak okumak da mümkündür.) çok aşinadır ve bunu önemli bir sorun olarak görmez. Bunu bir şekilde içselleştirerek aşar, çünkü o, bu konudaki eşitsizlik veya farklılıkların kendisinden veya hemcinslerinden kaynaklanmadığını bilmektedir. Örneğin insanlar (hayvanlar da tabi) doğa kaynaklı eşitsizlikleri ya doğal kabul ederek onunla birlikte yaşamayı öğrenirler, ya da daha uygun coğrafyalara göç ederek eşitsizliğin doğurduğu olumsuz sonuçları asgariye indirmeye çalışırlar. Dikkat edilirse burada istisnasız bütün canlılar ortak bir kadere sahiptirler ve tepkileri de benzerdir. Ancak insan kaynaklı eşitsizlikler böyle değildir; burada bilinçli bir tercih, yönlendirme ve doğrudan bir insan müdahalesi vardır. Bu nedenle bu tür eşitsizlikler farklı bir kategoride değerlendirilir ve genellikle de “sosyal eşitsizlik” olarak isimlendirilir. Sosyal eşitsizliğin doğadaki eşitsizlik ile dolaylı bir ilgisi olsa bile bunlar, hem yapıları hem de işleyişleri ve işlevleri açısından çok farklı bir özelliğe/ karaktere sahiptirler. Sosyal eşitsizlik, her boyutu ile bizzat insanın kendisinin icat ettiği, besleyip büyüttüğü ve sonunda kendisini yediği bir canavar gibidir.

...
Mehmet Yaşar Soyalan
“Politik Kapitalizm” Döneminde Sosyal Eşitsizliğin Yeni İçeriği ve İnsan Haklarının Güncellenmesi Gereği
Özet

“Mutluluk, geçmişten bugün ve yarına insanın %50'den fazla aynı kalmış sosyal çevresiyle her konuda yaşadığı ortak paylaşımlardan sonra hayatta olmaktan dolayı hissettiği minnettarlık duygusudur.”
 Giriş
Amerikalı politik teoloji uzmanı ve kültür eleştirmeni Adam Kotsko, yeni-liberalizmin 20. yüzyıldan sonra 2000’li yıllarda dünyayı ve her bir bireyi getirdiği durumu ifade etmek için “bu şimdiki karanlık” nitelendirmesinde bulunmaktadır. Francis Fukuyama’nın 1989 yılında yayınladığı “Tarihin Sonu mu?” başlıklı denemesine atıfta bulunan Kotsko, zamanla liberal demokrasi idealinin yol açtığı zafer kazanmışlık duygusunun yeryüzündeki bütün insanların mutsuzluklarıyla sonuçlandığını saptamaktadır. “Başka bir alternatif yok” bakış açısıyla meşrulaştırılan ve “a priori bir statü” elde eden yeni-liberalizm, kendini üstün sanan insanların (meritocratic metrics) başarı ihtirasları dışında sadece Amerikan rüyasının boşa çıkmasına yaradı. Küresel ekonomik kriz, söylemler ile argümanlarda görünür olan yüksek ideallerin aksine, kendi kişisel çıkarlarından başka hiçbir şeye inanmamış insanların dünyanın herhangi bir yerindeki özellikle farklı kültürlerden insanları sürüklediği bir karanlık olarak ortak deneyimlere eklenmiştir.

...
Muhammet Özdemir
Yrd. Doç. Dr. / İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi
Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi
İslam Dünyasını “Refah Paylaşımı” Üzerinden Anlamaya Çalışmak: Niye Eşitsizlik Olsun Ki?
Özet

Dünyada bir buçuk milyarı aşan bir Müslüman nüfus bulunmaktadır; bu, dünya nüfusunun yaklaşık % 25’ine denk gelmektedir. Başka bir ifade ile dünyadaki her dört kişiden biri Müslümandır. Ancak potansiyel güce rağmen İslam dünyasının dünyada Allah’ın verdiği nimetlerden aldığı paylarsa çok düşük seviyelerdedir. Hatta bu pay/laşma konusunda İslam ülkeleri arasında ve bir İslam ülkesinin kendi vatandaşları arasında muazzam denebilecek uçurumlar söz konusudur. 
Özetle, İslam dünyasında potansiyel var, ama fiilde sorunlar var, sorunlardan da öte “bitmeyen mahrumiyetler” söz konusudur. Neden? Bitmeyen mahrumiyetlerin kaynağı, “zemin” ile mi ilgili yoksa “zeminden gafil” fail ve failin fiilleri ile mi ilgili? Yani sorun İslam ile mi yoksa Müslümanlar ile mi ilgili? Bu ve buna bağlı bazı alt soruların cevabını arayalım.

...
Faruk Taşcı
Prof. Dr./İstanbul Üniversitesi
İnsanlar Arası Eşitsizliğin Eğitsel Kökenleri Üzerine
Özet

Matematiğin belki de en önemli sembolü olan eşitlik, iki değerin en az bir yönden bir ve aynı olduğunu gösterir ve eşittir işareti bir kez kullanıldığında sağduyudan tecrübeye kadar bütün ‘dışsal’ koşulları kendine tabi olmaya zorlar. Özdeşlik ilkesi de ‘eşittir’in düşünceyi mümkün kılan bir diğer kullanımıdır. Fakat dış dünya sayıların dünyasından tamamen başkadır; kararsızlığın adeta sembolü olan madde, herhangi iki nesneyi yine en az bir yönden farklı olmaya zorlamaktadır. Düzen, tinselliğin bir dışsallaşması olduğu için her eşitsizlik daha yüksek düzeydeki eşitlik sentezi ile telafi edilmeye çalışılmaktadır. Böylece, eşitlik eşitsizliği; eşitsizlik eşitliği besleyen bir döngü oluşturmaktadır. 

...
Süleyman Gümüş
Dr./İstanbul Üniversitesi
SARI YELEKLİLER HAREKETİ FRANSA ÖZELİNDE BİR PROTESTO ZİNCİRİNİ ANLAMAK
Özet

Jean-Jacques Rousseau doğal ve siyasi/sosyal olmak üzere iki tür eşitsizlikten bahseder ve toplumsal eşitsizliğin doğal olmadığını, özel mülkiyetten kaynaklandığını savunur. Onun gibi birçok düşünür eşitlik konusunda çalışmalar üretmiş, fikirlerini ifade etmişlerdir. Fransız Devriminin adeta simgesi olan Liberté-Egalité-Fraternité (Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik) üçlemesinden biri olan eşitlik, 18. yüzyıl sonlarında modern kültürün ürettiği en önemli ilkelerden biri olmuştur. Aydınlanma ve Sanayi Devriminden doğan Modernite, daha refah bir toplumun yanı sıra daha eşitlikçi ve daha adil bir toplum da vaat etmiştir. Teknoloji ve sanayinin gelişmesiyle birlikte zenginlik artmış, fakat artan refah eşitliği getirmemiş, bilakis yeni eşitsizlikler yaratmıştır. Bu eşitsizliklerin sebebini, ekonomik koşul dikkate alınarak bölünen sınıflar olduğunu düşünenlerin yanı sıra, statü ve siyasi duruş gibi başka boyutların da katıldığı daha karmaşık bir gerçeklik olduğunu savunanlar da olmuştur. Gelişen ve dönüşen dünyada klasik sınıf çatışmalarının aşıldığı düşünülse de,  küreselleşme ile yeniden yapılanan dünyada eşitsizliklerin de hâlâ varlığını sürdürdüğü görülmektedir. 

...
Aslıhan Gül
Zengin Ve Aşılı: Aşı Eşitsizliğinin Küresel Görünümü Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme
Özet

Eşitsizlik
Eşitsizliğin biçimleri, formları, nasıl eşit bir toplum olunabileceği, 18. Yüzyılda Batı Avrupa’dan başlayarak bütün dünyanın üzerinde kafa yorduğu bir konudur. Sanayi inkılabı ile daha da derinleşen eşitsizliği -ki bu eşitsizlik başkalarının emeğinin sömürülmesi ile ortaya çıkıyordu- sona erdirme iddiası ile yol çıkan sosyalizm gibi düşüncelerin başarısız olması ile birlikte, umutlar sosyal devlet anlayışı ile üretilen politikaların kısmi başarısına yüklenmiştir. Fakat soğuk savaşın da bitmesi ile birlikte dünyaya hakim olan kapitalist sistem, hem ulusal düzeyde hem de küresel anlamda hayatın bütün alanlarını kapsayacak eşitsizler üzerine kurulu bir yapı haline gelmiştir. Grusky’nin de belirttiği gibi eşitsizlikler artık “yumuşak toplumsal problemler”[1] arasında görülemeyecek kadar büyümüştür. Bununla birlikte, Dünya’da eşitsizliğe tahammül edilebiliyor olmasında, kültür endüstrisi, medya ve internet gibi araçlarla onun perdelenmesinin önemli bir etki olduğunu görmek mümkündür. Yine eşitsizliğin (mesela ABD’de siyahileri ya da Fransa’da Müslümanları) toplumları yavaş ve parça parça  tüketmesi, memnuniyetsizliği sürdürse bile, buna karşı toplumsal bir direncin oluşmasını engellemektedir.  Fakat, gündelik yaşantıdaki akışın kırılarak krizlerin patlak verdiği dönemlerde, eşitsizliklerin üzerini örten perdelerin yırtılmasına yol açmaktadır. Bu yazıda covid-19 salgını ve virüse karşı geliştirilen aşıların dağılımında nasıl eşitsizliklerin ortaya çıktığı tartışılacaktır.



[1] David Grusky, Social Stratification, Class, Race, and Gender in Sociological Perspective, (Routledge, 2008).

...
Osman Ülker

Dosya Dışı

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ÇAĞIMIZLA KAVGASINI ANLAMAK
Özet

 

  1. İSLAM’IN GÜNÜMÜZDEKİ ALGISI
                                                                                 
Kuran’ın ve Hazret-i Peygamber’in mücadelesinin güncelliğini açığa çıkarmaya çalışan bu yazıyı, ülkemizde deizm tartışmalarının öne çıktığı bir dönemde yazıyorum. Gençlerimiz gelenekten intikal eden İslam’la onlarda küresel toplumun yarattığı bilinç arasında bir kopukluk yaşıyorlar. Müslüman liderlerin ve oluşumların son yirmi yıla birikmiş yanlışları da gençlerimizin İslam’a soğuk bakmasına yol açıyor. Ve 19. Yüzyılın sarsıntısıyla baş edebilmiş dinimiz 21. Asrın yarattığı sarsıntıya yanıt veremez bir halde can çekişiyor. Geleneğimizin yarattığı İslam’ın bugüne yansıyan yanlış tezahürlerinden ben de hoşnut değilim. Hele ki Müslüman liderlerin ayyuka çıkmış yanlışlarından ben de mustaribim. Fakat toplumumuzda yaygın olan kötümserliğin aksine ben doğru anlaşılmak kaydıyla Kuran’ın ve Hazret-i Peygamber’in mücadelesinin 21. Asrın sorunlarına ciddi bir çözüm sunduğuna inanıyorum. Bu yazıyı da böylesi bir ümit yazdırıyor.
İslam’ın bugünkü genel algılanışı nedir? Gerek düşmanlarının gerek dinden uzaklaşan çocuklarımızın gerekse de geleneği savunmaya azmetmiş düşünürlerimizin kafasındaki İslam bir iskelet olarak ne gibi ilkeleri savunur. Bir an için ondaki tüm olumlu ilkeleri parantez içine alıp İslam’ın bugün problem yaratan bazı prensiplerini kısaca zikredeyim.
Hadis kitaplarımız genelde merkezine Cibril hadisi de denilen bir hadisi oturturlar. Bu hadise göre imanın altı şartı vardır: Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, haşre ve kadere iman. İslam’ın beş şartı vardır: kelime-i şehadet, namaz, oruç, hacc ve zekat. Ve bir de imanı ve İslam’ı zirveye taşıyan ihsan vardır: yani Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a kulluk etmek.
Dinin merkezine bu hadisi oturttuğumuzda İslam küresel toplumun içinde yaşadığı sorunlarla hayli ilgisiz bir din haline gelir. İman, İslam ve İhsan böylece tanımlanınca İslam’ı yaşayan bireyin küresel topluma ve onun sorunlarına karşı herhangi bir bilinç taşımasına ve bu sorunlara yanıt aramasına gerek yoktur. Zira imanın altı şartına inanması, İslam’ın beş ritüelini yerine getirmesi ve Allah’ı görüyormuşçasına bir şuurla yaşaması onun bu dünyadaki görevlerini yerine getirmesi için yeterlidir. Zira böylesi bir kul cennete gitmeye hak kazanmıştır.
İslam bu haliyle apolitik bir din olarak kalsaydı sanıyorum küresel toplum ve bu toplumun gereklerine göre bilinç kazanan ve İslam’dan soğuyan çocuklarımız için bu kadar sorun olmazdı. Fakat İslam’ın Kuran’dan, Siyer’den ve Hadis’ten türetilen belli başlı bazı boyutları onu apolitik olmaktan çıkarıyor, aksine İslam’ı küresel topluma zarar verebilir bir hale getiriyor.
Nedir bu boyutlar? Kısaca birkaç madde zikredeyim: Geleneğimizden türettiğimiz İslam’a göre cihad başka hiçbirşey için değil ama Müslümanlar yeryüzüne egemen olsun ve kiliseler ve havralar camiye çevrilsin diye yapılır. Bu İslam itikadına göre İslam’ı kabul etmeyen Hıristiyan, Yahudi ve Budistler vs, ilelebet cehennemde yanacaktır. Ehl-i Kitap yaşamak istiyorsa İslam toplumunda ikinci sınıf vatandaş olmayı kabul etmek zorundadır. Herhangi bir dine inanmayan müşrikler, ateistler ve agnostikler ise ilelebet cehennemde yanacakları gibi bu dünyadaki hakları Müslümanlar tarafından öldürülmektir. Gelenekten türettiğimiz İslam’a göre kadınlar kocalarının otoritesine teslim olmayı kabul etmeli, kocasına itiraz ederse dayak yemeyi kabul etmelidirler. Ve kocaları bir daha evlenmek isterse bu kadınlar kumaya razı olmak zorundadırlar. Bu İslam’a göre hırsızın fiziksel olarak eli kesilir. Zinakar taşlanarak öldürülür. Ve ölümden sonra insanları bekleyen akıbetse şudur: Her türlü günahı ve çirkinliği işlemiş de olsa Allah’a şirk koşmamış birey eninde sonunda cennete gider. Her türlü ahlaki fazilete sahip de olsa kişi imanın esaslarından birini reddettiğinde ilelebet cehenneme gider. Ve cennet erkekler için pornografik nimetlerle, sayısız huriyle dolu bir yerdir. Cehennemde ise günahkarlara mide bulandırıcı işkenceler yapılır: yani onlar cehennemde irin içerler, kaynar sularda pişirilirler ve ateşte fiziksel olarak yakılırlar. Ve bu işkence ilelebet sürer.
Kuran’dan, Hadisten ve Siyer’den belli bir usulle türettiğimiz bu İslami kavrayışın alabildiğine yanlış olduğuna inanıyorum. Böyle kavranmış bir İslam’ı küresel toplumun çocukları itici bulduğu gibi bu İslam’ın Hazret-i Peygamber’in uğruna mücadele ettiği değerlerle alabildiğine ilgisiz bir din olduğuna inanıyorum. Ki zaten Hazret-i Peygamber’in tarihte başlattığı devrimin nasıl büyük bir yankı yarattığı üzerinde tefekküre dalarsanız Kuran’ın mücadelesinin çok başka şeyler anlattığını da görebilir hale gelebileceğinize inanıyorum.
İslam insanlığa ilk nüzul ettiğinde onu iki grup insan baştacı etti: Mekkeli fakirler ve zengin ailelerin hedonizme doymuş ve idealler için yaşamak isteyen genç evlatları… Ve bu insanlar İslam’ı kabul ettiklerinde tüm dünyaya savaş açmış olduklarını bilerek Hazret-i Peygamber’in etrafında saf tuttular. Bir an için kendinizi bu fakirlerin ve zengin gençlerin yerine koyun ve şunu sorun: İslam ve Hazret-i Peygamber hangi mesajıyla bu insanların ruhlarında bir alev tutuşturdu ve bu insanlar ölümü göze alarak bu dine baş koydular? Yani İslam’da ne ve hangi idealler vardı ki bu insanlar büyülenmiş gibi otuz yılda Endülüs’ten Çin sınırına kadar bu mesajı yaymayı en büyük hayat mesuliyeti bildiler?
Bugün bu sorunun yanıtını verme yeteneğimizi kaybetmiş olduğumuzu düşünüyorum. Sadece iki örnek kitabı zikredeceğim. Bunlardan biri Cahiliye’yi Farklı Okumak adlı kitabıyla –çabasına çok değer verdiğim- Mehmet Azimli. Diğeri ise benim gibi pek çok Müslüman düşünürün İslam’ı yeni bir yapıda düşünmeye sebep olmuş Muhammed Abid El-Cabiri’nin İslam’da Siyasal Akıl kitabı.
Azimli’nin kitabı cahiliye toplumuyla İslam mesajı arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak için yazılmış bir kitap. Ve kitabın mesajı şu: İslam’ın neredeyse tüm ritüelleri de ve Kuran’da geçen toplumsal hükümler de tamamen cahiliye toplumundan alınmıştır. Cabiri ise kitabının Hazret-i Peygamber’e adanan bölümünde müşriklerle Hazret-i Peygamber arasında neden çatışma çıktı sorusuna tek bir yanıt veriyor: Müşrikler 360 puta tapıyordu. Hazret-i Peygamber “bu putlara değil tek Allah’a tapın” dedi. Fakat müşrikler bunu kabul etselerdi hacc’dan kazandıkları gelirleri yitireceklerdi. İşte müşrikler sadece bu sebeple Hazret-i Peygamber’i kabul etmediler.
Eğer hakikat Azimli’nin ve Cabiri’nin dediği gibi olsaydı gerçekten de şu soruya yanıt veremezdik: iyi de İslam’a inanan ve onları tüm dünyaya savaşa sokacağını bildikleri halde her türlü zorluğa rağmen İslam’a sımsıkı bağlanan sahabilerin İslam’a yönelik motivasyonunu doğuran neydi? Yani İslam’ın her hükmü cahiliyeden alınmışsa ve şirk ve İslam arasındaki tek fark 360 put yerine tek Allah’a kulluk yapmaktan ibaretse bu din neden ve nasıl bu gençlerde muazzam bir cazibe uyandırdı? Azimli ve Cabiri’de bu soruların yanıtları yoktur.
 
  1. İSLAM’IN UNUTULMUŞ DEĞERLERİ
 
Burada bu idealizmi ve motivasyonu doğuran unsurları Kuran’dan türetmek istiyorum. Bu unsurlar, yani İslam’ın siyasal değerlerini açığa çıkarmak istiyorum. İddiam odur ki bu değerler doğru anlaşılmak kaydıyla çağımızın küresel toplumunda bile heyecan uyandıracak ve her ulustan ve her medeniyetten idealist bireyi kendine çekebilecek değerlerdir. Ve bu değerler küresel toplumun sorunlarına birer yanıttır. Ve bunlar evrensel adalet değerleri olduğu için gücünü sömürü üzerine kuran iktidar odaklarıyla çatışmayı zorunlu hale getirir.
 
  1. Gelir adaleti: Kuran Mekke döneminde Nahl Suresinde müşriklere şöyle meydan okur: “neden malınızı kölelelerinizle paylaşıp onlarla bu hususta eşit hale gelmiyorsunuz? Siz nankör müsünüz?” Kuran aynı değeri Medine döneminde Haşr Suresinde de farklı bir ifadeyle yineler: “şehir halklarından devlete verilen vergiler toplumun yoksul kesimleri için harcanır. Ta ki servet içinizde sadece bir azınlığın elinde dönüp dolaşan bir talih olmaktan çıksın. Ve refahtan toplumun tüm kesimleri pay alsın.
  2. Siyasal eşitlik: Kuran siyasi bir liderin keyfemayeşa hareket edecek bir otoriteye sahip olması ve bu otoritenin dini bir meşruiyet kılıfına büründürülmesine savaş açar. Kuran böylesi aşkın bir otoriteyle donanmış liderlere “tanrı’nın oğlu” sıfatını yakıştırır. Ve Kuran tanrının oğlu kavramına savaş açar. Örneğin Üzeyr Peygamber Yahudilerce asla tanrının oğlu olarak görülmemiş olmasına rağmen, Üzeyr Peygamber’e atfedilen böylesi bir aşkın otorite Kuran tarafından “Üzeyr’i Tanrı’nın oğlu saymak” kabul edilmiştir. Kuran ise siyasi tasarımında Tanrı’nın oğlu kavramı yerine Şura Suresinde meşveret idealini oturtur. Kuran “onların işleri aralarında meşveret iledir” derken, toplum hakkındaki kararların alınmasında köle Bilal ile aristokrat Ömer’e eşit söz hakkı verir. Kuran’a göre kendisine itaat emredilen Hazret-i Peygamber bile yukarıdan Kuran ile aşağıdan toplumun meşveretiyle sınırlı bir otoriteye sahiptir. Ve Medine döneminde inen Ali İmran Suresine göre kendisine muhalefet eden insanlarla bile meşveret etmekle mükelleftir.
  3. Ulusların eşitliği ve kardeşliği: Kuran Mekke’de inen Rum Suresinde uluslararası farklılıkları “dillerinizin ve renklerinizin farklılığı Allah’ın ayetlerindedir” diyerek kutsar. Yine Medine’de inen Hucurat Suresinde “sizi kabile kabile ve ulus ulus yaratmış olmamın sebebi birbirinizin kültüründen birşeyler öğrenmeniz, dost ve kardeş olmanız içindir. Yoksa kavga etmeniz için değil. Birbirinizi aşağılamayın ve birbirinize lakaplar takmayın” diyerek kozmopolit bir toplumun manifestosunu dile getirir.
  4. Dinler arası barış: Kuran Hacc Suresinde farklı dinlerin ritüellerini ve ibadet mahallerini “sizden her bir ümmete farklı bir ritüel verdim. Ve kiliselerde, havralarda, mescitlerde Allah’ın adının çokça anılmasını istiyorum” diyerek kutsar. Yine Kuran Maide Suresinde farklı din mensuplarına şöyle seslenerek dinlerararası bir barışın temellerini atar: “Tevrat ehli Tevrata uysun. İncil ehli de İncil’e… Herbirinize farklı şeriatlar verdim. Benim gözümde tüm bu şeriatler kutsaldır. O halde dinleri amacından saptırmayın. Bir sömürü aracı haline getirmeyin. Samimiyetle dininizin gereğini yerine getirin. Ve Ey Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler! Birbirinizin yemeğinden yiyin, birbirinizle evlenin ve hayırlarda yarışın!”
  5. Kadın hakları: Kuran Mekke döneminde inen Tekvir Suresinde “diri diri öldürülen kız çocuğunun suçu neydi?” diyerek, kadınların, haklarından mahrum bırakılarak yaşayan bir ölü haline getirilmesi suçuna savaş açar. Sonra Kasas Suresinde Şuayb’ın kızlarının koyunlarını sulaması için erkeklerle kavga eden Musa’nın bu davranışını zikrederek Müslüman erkeklere bir emir verir: “siz de Musa gibi kadınların toplumun kuyusundan ve maddi ve manevi kaynaklarından eşit bir biçimde pay alabilmesi için mücadele edin.” Kuran daha sonra inen Nisa Suresinde çok eşliliği tek bir koşulda kabul edebileceğini belirtir: “eğer söz konusu olan yetimler(in bakımıy)sa, (ancak bu koşulda) çok eşliliği kabul ediyorum” der. Ve miras hukukunda erkeğe iki kadına bir pay verirken, mehir kurumu aracılığıyla erkeğin fazladan aldığı payı kadına yeniden iade ederek kadın ve erkek arasında finansal eşitlik yaratır. Kuran yine aynı surede İslam’da kadın haklarının manifestosunu dile getirir: “erkekler kadınlar ‘üzerine kavvam’dır.” ‘Üzerine kavvam olmak’ nedir diye Kuran’a sorduğunuzda Tevbe Suresi şöyle der: “O münafığın kabri üzerine kavvam olma. Yani o münafığın kabri önünde saygıyla ve hürmetle ayağa kalkma.” Ya da bu kavramın anlamını Ra’d Suresine sorduğunuzda ‘üzerine kavvam olmak’ ‘muakkibetun li emrih’ olmak anlamına gelir. Yani ‘bir işin ve emrin takibini yapmak.’ Buradan bakınca “erkek kadın üzerine kavvam’dır’ demek “erkek kadınının önünde hürmetle ve saygıyla ayakta durmakla ve eşinin işlerinin ve emirlerinin takibini yapmakla mükelleftir” anlamına gelir.
  6. Kültürel gelişim: Kuran, Mekke döneminde inen Araf Suresinde “Allah’ın kulları için yarattığı tüm bu maddi ve manevi rızıkları ve süsleri kim haram kılabilir?” diyerek bir yasaklama dini değil, bir helalleştirme dini olduğunu vurgular. Yani yeryüzünde insanın hoşuna giden ne varsa o nimeti elde etmek için çalışmak Kuran tarafından övülmüştür. Yine Kuran kendisinde defalarca geçen bir manifesto cümlesiyle yasaklamaların da mantığını çizer: “Ben size herşeyi helal kıldım. Sadece leşi, kanı ve domuzu yasakladım.” Bu ayet edebiyatıyla ve mecazıyla okunduğunda insanlara haram kılınan şeyler, sadece ve sadece insanı manen öldüren şeyler yani ‘leş;’ toplumda haksız yere çatışma çıkaran şeyler, yani kan; ve insan ruhunun mide bulandırıcı bulduğu şeyler, yani ‘domuz’dur. Yine Kuran ilk inen Alak Suresinde ‘Oku’ diyerek ve Musa’nın ve Yusuf’un Mısır sarayında aldıkları seküler eğitimi ‘ilim ve hikmet’ diyerek övmek yoluyla İslam toplumunu gerek dini gerek seküler konularda tüm sınıflarıyla kitap okuyan bir toplum olarak inşa etmek ister.
  7. Ahiret yaşamı: Kuran bu dünyanın sorunlarından kopuk bir ahiret dini vaz etmez. Kuran’da ahiret için yaşamak temalarına bakıldığında, bunların tamamının bu dünyayı herkes için bir cennete çevirme amacına bağlandığı görülür. Kuran’da ahiret yaşamının dört ana başlığı vardır. (1) cihad: yani örneğin Nisa Suresinde geçtiği gibi zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocukların hakları için mücadele etmek. (2) infak: yani bizim tattığımız nimetlerden başkaları da tatsın diye elimizdekini paylaşmak (3) ahlak emirleri: dürüst olmak, anne babamıza yaşlılığında sahip çıkmak, yetimleri sahiplenmek gibi evrensel yardımlaşma ilkeleri... (4) ritüel: Kuran’da ritüellerin tamamı dünyevi maslahatlara bağlanır. Örneğin Hacc, insanların eşit ve kardeş olduğunu hatırlayabilmek içindir. Zekat, gelir adaletini sağlamak içindir. Oruç, haram yememe disiplinine alışmak ve Allah’la arada aracı kurum olmadan birebir sohbet etmeyi öğrenmek içindir. Namaz yoluyla ise insan dünyanın köleliklerinden sıyrılır ve son oturuşta Allah’ın dostu makamına yükselir. Kuran Maide Suresinde insan maslahatıyla ilgisi olmayan ‘ham, saibe, bahire, vasile’ gibi ritüelleri yasakladığını açıkça söylerken insan maslahatına adanmamış bir ritüelin bir anlamı olmadığını da böylece deklare etmiş olur.
  8. Bireyin tanrısallaşması: Kuran’da putlara kullukla Allah’a kulluk arasında ciddi bir mahiyet farkı vardır. Putlara kul olduğunuzda onların kaprislerine tabisinizdir. Ve hiç ama hiç sorgulamadan batıl dinlerin emirlerini yerine getirmek zorundasınızdır. Oysa Kuran’da Allah’a kulluk Hazret-i İbrahiminki gibidir. İbrahim nasıl yıldızı, ayı ve güneşi, yani toplumunun tüm bilgi sistemlerini sorgulayarak Allah’a vardıysa, ve Allah’a vardıktan sonra Allah’a körü körüne teslim olmayıp ondan haşre dair kanıtlar istediyse, ve Allah Lut kavmini helak edeceği zaman İbrahim nasıl Allah’la tartıştıysa, Allah bizlerden Allah’la tartışacak kadar Allah’la yakın dost olmuş sorgulayıcı insanlar olmamızı ister. Yani İslam’da Allah’a kulluk, Allah’a doğru ona dost olacak şekilde yükselmekten ibarettir. Bu sebeple Kuran Fatır Suresinde “güzel söz Allah’a yükselir. Ve salih amel güzel sözü yükseltir.” der. Mutaffifin Suresinde ise “Allah’a yaklaştırılmış olan Cebrail, İsa, Musa gibilerin içtikleri tesnim şarabından içmek için yarışın!” der. Yani İslam’da Allah’a kulluk Allah’a doğru tanrısallaşmak üzere yaklaşmaktan ve yükselmekten ibarettir. Bilgiyle, kitap okuyarak, güzel bir karakter geliştirerek, zorluklarla mücadele ederek ve yeryüzünde zulme karşı çıkarak kişi tanrısallaşır ve tanrı dostu olacak kıvama gelir. Yani Kuran’ın öğrettiği Allah’a ubudiyet ile kişiyi tanrıların oyuncağı haline getiren putlara kulluk arasında dağlar kadar mahiyet ve hakikat vardır.
Benim iddiam odur ki, işte Kuran’ın bu prensipleridir ki berbat bir çağda yaşayan gençler Hazret-i Peygamber’den bu idealleri duydukları zaman büyülendiler. Ve bu siyasi idealleri cümle aleme mal etmek için seferber oldular. Zira Hazret-i Peygamber’in çağı alabildiğine kokuşmuş ve temiz vicdanların kabul edemeyeceği kadar zulümle dolu bir çağdı.
 
  1. HAZRET-İ PEYGAMBER’İN VE ASHAB’IN SAVAŞLARI
 
Neydi bu çağın özellikleri?
 Hazret-i Peygamber’in kendisine savaş açtığı 7. Asrın küresel toplumuna bakıldığında şu manzara görünecektir: İran, Roma ve Mısır’da krallar mutlak otoriteye sahipti. Ve din krallara mutlak itaati sağlamak için işlevselleştirilmişti. Bu devletlerde zengin ve fakir arasındaki uçurum had safhadaydı. Zenginler debdebe içinde yaşıyor, servetleriyle fakirleri kendilerine borçlandırıyor ve toplumsal kast sisteminin bozulmasına, yani fakirlerin yükselmesine asla izin vermiyorlardı. Din, egemenlerin aracıydı ve din adamları zenginlere hizmet ettikleri için servetten pay alıyorlardı. Ve halkın zengin sınıflara itaatini sağlamak için insanlara hurafe bir din ve kutsallık anlayışı yayıyorlardı. Bu büyük devletler birbiriyle savaş halindeydi ve dinlerini de bu savaşı perçinlemek için bir araç olarak kullanıyorlardı.
Hazret-i Peygamber bu büyük devletlerle temasa geçtiğinde onların Hıristiyanlığı ya da Zerdüştlüğü bırakıp Müslüman ritüellerini yerine getirmelerini istemedi. Zira örneğin Habeş Kralı Necaşi İslam’ı kabul etmişti. Fakat hala İncil okuyor ve Hıristiyanlığın ritüellerini yerine getiriyordu. Onun kabul ettiği İslam yukarıda saydığım siyasal ilkeleri hayata dökmek üzere kurulu bir İslam’dı, Müslüman cemaatin ritüellerini yerine getirmek üzere kurulu değil. İran, Roma ve Mısır’dan istenen İslam haliyle Zerdüştlüğü ve Hıristiyanlığı temiz bir biçimde hayata dökmek ve yukarıda saydığım siyasal ilkeler üzerine bir toplum inşa etmeyi kabul etmekten ibaretti. İran, Roma ve Mısır ise, İslam’ın yukarıda saydığım siyasal değerleri kendi bozuk toplumsal yapılanmalarından güçlülerin ve zenginlerin nemalanmasına set çektiği için İslam’a savaş açmayı tercih ettiler. Zaten İslam ile dünya güçleri arasında savaş başladığında İslam elçileri İran komutanına şöyle diyeceklerdi: “Biz sizin toplumlarınızı kralların ve tahrif ediyor olduğunuz dinlerin zulmünden Allah’ın adaletine, dünyanın darlığından dünyanın refahına ve kula kulluktan Allah’a ubudiyete taşımak için savaşıyoruz.” Dünyayla savaşan ilk Müslümanların derdi herkesi zorla Müslüman yapmak değil, İslam’ın yukarıda saydığım evrensel siyasal ilkelerini cümle aleme mal etmekten ibaretti.
İslam öncesi Arap toplumuna bakıldığında, bu toplumun alabildiğine vahşi bir halde olduğu görülür. Hazret-i Peygamber geldiğinde Araplar kendilerini putların ve cinlerin kaprislerinin oyuncağı olarak görüyorlardı. Cincilik, büyücülük ve üfürükçülük gibi hurafelere inanıyorlardı. Her kabile kendi kabilesinin şerefiyle yaşıyor ve diğer kabilelerle kan davası içinde boğuşuyordu. Kadın birkaç aristokrat aileyi saymayacak olursak cinsel meta statüsündeydi ve toplum ahlaki sefahet içinde boğuluyordu. Ayrıca bu toplumda putlar salt birer bireysel inanç nesnesi değildi; putlar erkeğin kadına, zenginin fakire, beyazın siyaha, Arab’ın Kıpti’ye üstünlüğünün ideolojik meşruiyetini sağlıyorlardı. Hazret-i Peygamber’in ise Arap toplumuyla ilgili derdi onları yukarıda saydığım yüksek değerlere taşımaktan ibaretti. Bu sebeple Arap toplumunun Hazret-i Peygamber vefat ettikten sonra tekrar eski cahiliye sistemine dönmek istemelerine Hazret-i Ebu Bekir şiddetle karşı koydu. Zira ridde hareketinin amacı (1) zekat vermemek, yani gelir adaletini ilkesini reddetmek, (2) merkezi yönetimi reddetmek, yani eski kan davası doğuran kabileciliğe geri dönmekten ibaretti. (3) Bu toplumlardan bir kısmının Müseylime, Esved ve Tuleyha gibi liderleri ise, Hazret-i Peygamber’in başarısını taklit edip peygamberliği bir kariyer haline getirerek eski cahiliye düzenini muhafaza etmeye çalışıyorlardı.
Yani ilk İslam tarihinde yukarıda saydığım İslami idealler ile büyük devletlerin ve Arap toplumunun bozuk toplumsal yapılanması arasında bir savaş çıkması kaçınılmazdı. Bu savaşta bu değerleri temsil eden sahabi toplumu adaletin safında, bu evrensel idealleri reddeden İran, Roma egemenleri ya da Arap kabileleri ise bu idealler hayata geçtiğinde güçleri, çıkarları ve taassupları zarar göreceği için isyan etmiş olmaları sebebiyle yanlışın ve zulmün safındaydılar. Yani Hazret-i Peygamber’in ve sahabilerin savaşları savaş filozoflarının deyimiyle ‘haklı savaşlar’dı.
İlk sahabi döneminde yapılan bu savaşlar 7. Asrın savaş hukuku içerisinde cereyan etti. Hazret-i Peygamber hiçbir savaşında köle edinmeden tüm savaşlarını bitirmeyi başarmıştı. Bedir esirleri fidye karşılığı serbest bırakılmıştı. Beni Mustalik esirleri, Hazret-i Peygamber kabile reisinin kızı Cüveyriye ile evlenince, serbest bırakılmışlardı. Beni Kureyza esirlerinden bir yakını olanlar fidye karşılığı Şam’daki ve Necd bölgesindeki yakınlarına teslim edilmiş, bir yakını olmayan sahipsiz çocuklar ise Beni Kureyza’nın müttefiki olan  Ensar’ın sorumluluğuna verilmiş, Nisa Suresinin konuyla ilgili ayetleri yoluyla Beni Kureyza yetimleriyle evlenmek yasaklanmış ve bu yetimler İslam toplumunun bir ferdi olarak büyütülmüşlerdi. Huneyn Savaşında ise Hazret-i Peygamber esirleri askerlerin emanetine verirken “hiçbir kadına dokunulmayacak” emrini vermiş, sonra düşman kavmin lideriyle barış masasına oturunca esirler tekrar sahiplerine iade edilmiş, bu centilmenliğe hayran kalan düşman lideri Malik bin Avf samimi bir Müslüman olmuştu. Yine Hayber Seferinde Hazret-i Peygamber düşman kavmin liderinin eşi Safiye’yle uzun uzun konuşmuş, Safiye kavmine dönmekle Hazret-i Peygamber’le evlenmek arasında serbest bırakılmış, Safiye Peygamber’le evliliği tercih edince Müslüman askerler Hayber esirlerinin tamamını serbest bırakmışlardı.
Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra ilk savaşları yapan sahabiler ise, Hazret-i Peygamber’in çağlarüstü savaş esirleri politikasını aynen sürdürme şansına sahip değildiler. Zira (1) Düşman çok sayıdaydı. (2) Esirleri serbest bırakmaları halinde bu esirler kesin olarak Müslümanlarla tekrar savaşacaklardı. (3) Çağın savaş hukuku içerisinde eğer Müslümanlar mağlup düşecek olurlarsa, düşman ordusu İslam toplumunu köleleştirmekten başka bir şey yapmayacaktı. Yani ilk dönem sahabilerin savaş hukuku konusunda kısas hakkını saklı tutması gerekiyordu.
Bu sebeple Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in esir politikası şu yönde oldu: (1) Savaştıkları toplumların sivillerinin köle edinilmesine asla izin vermediler. İlk sahabiler sadece savaşa katılmış askerleri ve onların savaşta yanlarında getirdikleri aileleri esir aldılar. (2) İlk sahabiler savaş köleliğine geçici olarak izin verdiler. Fakat bunu Roma’nın ve İran’ın yaptığı gibi yapmadılar. Zira Kuran’da köle için kullanılan ifade, köleyi efendinin mülkiyeti kılan ‘abd’ tabiri değil, efendiyi kölenin gelişiminden sorumlu kılan ‘ma meleket eymanukum’ ifadesiydi. Yani savaş yoluyla köleleşen düşman askerleri birer köle değil, sahabinin onların geleceklerinden sorumlu olduğu birer emanettiler. Zira ‘ma meleket eymanukum’ ibaresi, ‘sağ ellerinizin,’ yani ‘iyilik duygularınızın sahip oldukları varlıklar’ demektir. Bu sebeple Hazret-i Osman kendi hilafet döneminde “toplumumuzun en büyük meselelerinden biri tutsaklarımızın ve onların çocuklarının geleceğidir” diyecekti. (3) İlk dönem sahabiler köleliği kalıcı bir kurum olmaktan çıkarıp alabildiğine geçici bir hale getirdiler. Sahabiler için savaşta esir edilmiş bir köle sömürülecek bir varlık değil, kendisine İslami değerler öğretilecek ve esir İslam’a ısındıktan sonra serbest bırakılıp kardeş haline getirilecek bireylerdi. Hazret-i Ayşe, Talha, Abdurrahman gibilerin sahip oldukları kölelerle ilişkilerinin mantığı buydu. Yani onları sömürülecek varlıklar olarak değil, kendilerine İslam’ın yukarıda saydığım evrensel değerleri öğretilecek ve daha sonra serbest bırakılıp İslam toplumunun birer ferdi haline getirilecek bireyler olarak görüyorlardı. İşte bu sebeple İslam’ın ilk kuşağı olan sahabilerden sonra İslami hikmet birikimini taşıyan nesil, yani Tabiun kuşağı büyük oranda bu savaş esirleri ve onların çocuklarından müteşekkildir.
Haliyle ashabın savaş köleliğine yaklaşımı bugün için olmasa da insanlığın 18. Yüzyılda geldiği yerden bile çok ileriydi. Zira 18. Yüzyılda bile liberalizmin babası John Locke “iki toplum birbiriyle savaşırsa galip toplum mağlup toplumu ya tümden öldürür ya da ilelebet kölesi olarak mülkiyeti altına almaya hak kazanır” diyebiliyordu. Sahabi kuşağının savaş köleliğine yaklaşımı ise Locke’un geldiği seviyenin çok daha ilerisindeydi. Zira sahabi savaş esirlerini ‘bizim gelecekteki yurttaşlarımız’ olarak görüyor, onlara öyle muamele ediyordu.
 
  1. İSLAM’I BUGÜN DOĞRU YAŞAMAK İÇİN
 
Sanıyorum İslam’ı doğru anlamak için temel bir usul ilkesi Kuran’ı çağlarüstü bir edebiyat klasiği olarak okumak; ilk dönem İslam tarihini ise insanoğlunun evrimsel tarihinde bir basamak olarak kavramaktır, bir kemal noktası değil de, bir sıçrama rampası olarak…
İlk dönem İslam tarihini evrimsel tarihimizde bir basamak olarak okursak, İslam’ın 7. Asır insanlığını bulunduğu mertebeden daha yüksek bir mertebeye getirmiş olduğunu görürüz. O çağın hikmet birikimi için söyleyeyim: gelir adaleti ilkesini, siyasi eşitlik ilkesini, ulusların kardeşliği idealini, dinlerarası barışın felsefi temellerini, kadına özgür bir birey olarak değer verilmiş olmasını, kültürün herkes için bir serbestiyet ve herkesin kitap okumasına dayandırılmış olmasını, dini ve uhrevi yaşamın bu dünyayı bir cennet haline getirme idealine bağlanmasını, kulluğun bireyin tanrısallaşması için bir eğitim süreci olması düşüncesini ve savaş esirlerini bir mülk olarak değil de gönülleri kazanılacak potansiyel birer yurttaş olarak görme duygusunu o çağın egemen felsefelerinde bulabilmek mümkün değildir. Bu değerler 1789’a kadar insanlığın gündeminde değildi. Kuran’ın öğrettiği bu prensipler Aristo felsefesiyle, Neoplotinus düşüncesiyle, Hint-İran bilgeliğiyle mukayese edildiğinde İslam’ın tarihteki etkisinin insanlığı bulunduğu konumdan çok daha ileri bir noktaya götürmüş olduğu aşikardır. Zira Aristo sadece zengin Yunan erkeklerinin mutluluğu için düşünüyordu, Plotinus maddi sorunlarla ilişkisi olmayan bir ruhaniyet adamıydı, Hint-İran bilgeliğiyse, örneğin Kelile ve Dimne, bir kast toplumunu yöneten aşkın otorite sahibi hükümdar ve onun etrafındaki yönetici zümre için kaleme alınmıştı. 7. Asırda Yahudilik hala bir ırk diniydi. Hıristiyanlığın salt gönüle hitap eden evrensel ve çağlarüstü mesajı ise Roma iktidarı tarafından kirletilmişti. Zaten bu sebepledir ki, İslam’ın bu evrensel mesajı fethedilen bölgelerde; Mısır’da, İran’da, Bizans topraklarında halkların gönlünde fütuhat yaptı ve dünya jeopolitiği tek bir adamın tek başına başlattığı bir mücadeleyle ilelebet değişti. İslam’ın taze hakikatleriyle tanışan bu halklar daha sonra Emevi ve Abbasi zulümlerine başkaldırdıklarında bile samimiyetle bağlandıkları İslam davası etrafında tezlerini formüle ettiler, İslam’dan çıkarak değil.
Fakat selefi bir zihniyetle İslam’ın 7. Asrını onun kemal hali sanmak günümüz dünyası için Işid’den başka bir sonuç vermeyecektir. Bu sebeple 7. Asır ile ilgili Müslümana düşen görev Hegel, Hannah Arendt gibilerin Antik Yunan ve Roma medeniyetlerine yaklaştıkları gibi yaklaşmaktır. Yani o dönemin evrimsel tarihteki yerinde o dönemin kısıtlarına tabi olanı geçmişte bırakmak, ve fakat o çağda yansıyan ezeli ışığın günümüze model olarak hizmet etmesini sağlamak. Bu bakış yakalanabildiği takdirde ilk dönem İslam tarihinin bugüne katkısının, örneğin Hazret-i Ömer’in adaletinin, Antik Yunan ve Roma’nın bugüne katkısından çok daha güçlü olacağına inanıyorum. Zira Yunan ve Roma bir çeşit kast sistemine dayanıyordu. Hazret-i Ömer döneminde ise 7. Asır kısıtlarında hakim olan ilkeler yukarıda saydığım ilkelerdi.
Yani ilk dönem İslam tarihini tarihselleştirmeden yol alamayız gibi duruyor. Fakat bu, Kuran’ı tarihselleştirmek anlamına gelmiyor. Tam aksine ancak ve ancak Kuran’ı sanat şaheseri bir klasik olarak okumayı öğrendiğimiz zaman onun çağlarüstülüğünü yakalama şansına sahibiz.
Yukarıda İslam’ın bugün için bile güncel olan ve küresel toplumun dertlerine şifa olacak değerlerini zikrettim. Kuran’daki bu küresel şifa boyutunu görebilmek için son on yirmi yılda yaratılmış küresel toplumu farklı ulusların bir toplamı olarak değil de, tek bir şehir olarak kavramayı öğrenmek gerekiyor. Yani bugün için yeryüzü tek bir şehirdir. Bu şehrin yöneticileri ABD, Avrupa, Çin, Hint, Rus, Japon vs. egemenleri ve küresel ekonomiye yön veren birkaç yüz tekelci şirkettir. Hardt ve Negri bu yönetici güruha İmparatorluk adını veriyor. Bu şehrin tebaaları ise Afrika’dan, Çin, Ortadoğu ve ABD’ye tüm yönetilen halklardır. Hardt ve Negri bu yönetilen güruha Çokluk adını veriyor. Bugün ulusal sorunlar olarak yaşadığımız sorunlar ise bu küresel şehrin kendi iç sorunlarıdır: küresel ekonomik eşitsizlik, çağdaş kabilecilik, küresel hedonizm ve tüketimcilik, jeopolitik savaş, vs.
Kuran’ı bu çağda doğru anlamak Kuran’ın çağımızın toplumsal ve siyasal sorunlarına ne yanıt verdiğini anlamak demektir. Sadece bir soruna işaret edeyim: içinde yaşadığımız küresel ekonomik krizin mantığı.
Bugün dünya ekonomisini her biri kendi sektöründe tekelci güce sahip birkaç yüz firma yönetiyor. Bu firmalar sahip oldukları güçlerle muazzam bir rant elde ediyorlar. Bu rantları tekrar reel sektörde üretime aktarmak bu şirketler için cazip değil. Zira küresel bir talep yetersizliği var: yani yeryüzü nüfusu yeryüzünün üretim potansiyelini karşılayamayacak kadar fakir. Bu sebeple bu firmalar ellerindeki rantı finansal sektöre aktarıyorlar. Ve gerek tüketicileri gerek küçük çaplı üreticileri gerekse de fakir ülkeleri borçlandırıyorlar. Büyük devletler de bu firmalara destek olmak için seferber oluyor. Bu firmalar ekonomiler iyi giderken borçlandırdıkları fakir tüketicilerden, üreticilerden ve ülkelerden gelen faize el koyuyorlar. Bu insanlar, firmalar ya da ülkeler krize girdiği zaman, ise bu borçluların borçlarına ipotek olarak gösterdikleri mülklerine el koyuyorlar. Bu sebeple ekonomiler büyürken de bu zengin firmalar kazanıyor, ekonomiler krize girdiğinde de bu zengin firmalar kazanıyor. Örneğin 2008 dünya krizinden sonra küresel eşitsizlik alabildiğine arttı. Zira bu zenginler, yani yerkürenin en zengin %1’i küresel ekonomik krizi bir fırsat olarak kullandı. Fakat 2008 sonrası alınan önlemler o kadar yanlış ve zengin yanlısıydı ki, yerküre ölçekli fakirlerde sistemden ciddi bir hoşnutsuzluk duygusu oluştu. Ve bu hoşnutsuzluk kapitalizmin merkezi ülkelerinde bile tüm siyasi dengeleri sarstı.
Bu krizden çıkışın aslında kalıcı ve herkese faydası olan bir yolu var. O da şu: tekelci firmalardan yüksek oranlı vergiler almak ve bu vergileri fakirlerin kalkınması için kullanmak (yani Kuran’ın zekat ilkesi), finansal piyasalarda elde edilen aşırı karlara ciddi bir set çekmek (yani Kuran’ın faiz yasağı ilkesi), ve gerçek anlamda kalıcı bir kalkınma için eğitimden mahrum bırakılan fakir sınıflara ve uluslara gerçek anlamda bir eğitim götürmek (yani Kuran’ın ‘oku’ ve ‘ilim öğren’ emirleri). Fakat bu zengin firmalar piyasanın görünmez el mantığıyla hareket ediyorlar. Yani “ben sırf kendi menfaatimi kollarım. Başkasının ne duruma düşeceği beni zerre kadar ilgilendirmez. Gerisini Allah bilir” diyerek… Ve bu şirketler finansa hakimiyetleri yoluyla eğitim sistemini, medyayı, hukuku ve siyasi partileri kontrol altında tutuyorlar. Büyük devletler ise küresel ekonomik rekabette ayakta kalmak için fakirlerin haklarını değil de bu zengin firmaların çıkarlarını önceliyor. Bu bozuk yapının insanlığı felakete atmaması için aslında küresel bir mücadele şart. 2008 krizinden hemen sonra Yunanistan’da Çipras hükümeti bu küresel mücadeleyi başlatmak istedi. Fakat etkisiz hale getirildi. Şu anda biz de ülkemizde ekonomik bir kriz yaşıyoruz. Bunun iç sebeplerini konuşuyoruz. Fakat bugünkü krizimize küresel kapitalist sisteme eşitsiz bağlanışımızın nasıl yol açtığı konusunu hiç konuşamıyoruz. Oysa bugün ülkemizin yaşadığı ekonomik kriz iç sebepleri yanında, 2008 sonrası dünya ekonomik krizinin bir tecellisidir. Şu anda Türkiye’yle beraber Arjantin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, İspanya, Portekiz, İtalya ve belli başlı Doğu Avrupa ülkeleri de kriz sürecinin içinde. 2. Dünya Savaşını doğuran 1929 ekonomik krizi gibi bir atmosferin içindeyiz son on üç yıldır. Çünkü (koronavirüs’ün dayattığı radikal ekonomik önlemlerin nereye varacağını bilmesek de) 2008 ekonomik buhranının içindeyiz hala. Fakat bu krize karşı küresel bir mücadele yok. Yani İmparatorluğa karşı Çokluk adına mücadele verecek etkin bir grup yok. Oysa Hazret-i Peygamber’in 7. Asırdaki mücadelesi en başta böylesi bir sömürü düzenine karşıydı.
İşte Kuran’ın faiz yasağı, zekat emri ve eğitim ve kitap okumaya verdiği önem küresel toplumun bugün yaşadığı ekonomik buhranda birdenbire güncel hale geliyor. Bu güncellik Kuran’ın ele aldığı ve benim yukarıda temas ettiğim tüm siyasi idealler konusunda da böyledir. Fakat Kuran’ın şu an için tüm kurumları oluşmuş ve fakat normları ve değerleri oluşmamış küresel topluma katkı sunar bir hale gelebilmesi için onu gerçekten de bir sanat klasiği olarak okumamız gerekiyor. Yani onun yerel sorunları kitaba taşırken bu sorunları ele alışında kullandığı sanatsal biçim yoluyla yerelliği aştığının ve yerellik üzerinden evrensel bir mesaj verdiğinin farkına varmak. Kuran’ın bizleri 7. Asrın yerelliğine hapsetmek gibi bir amacı olmadığını, onun içinde yaşadığımız çağa ve topluma anlam ve değer katan bireyler haline gelmemiz için nüzul ettiğini anlamamız gerekiyor..
 …
İlk dönem İslam tarihini İslam’ın kemal hali olarak değil de, insanoğlunun evrimsel tarihinde bir sıçrama noktası; Kuran’ı ise dünya siyasetinden kopuk bir müfredata sahip olan ilahiyat fakültelerinin tekelinde bir kitap olarak değil de, dünyayı tanıyan ve lise edebiyat bilgisiyle donanmış bir gencin bile kendinden zevk alabileceği çağlarüstü bir sanat şaheseri olarak okumayı öğrendiğimiz zaman pek çok buhrandan sıyrılabileceğimize inanıyorum. Gerek Türkiye İslamının bugün yaşadığı deizm buhranından, gerekse de küresel toplumun bugün yaşadığı siyasi buhrandan… 

...
Esat Arslan
NEBEVİ TECRÜBENİN GENİŞLEMESİ Mİ DARALMASI MI? (I) Abdülkerim Sürûş’un Nebevi Rüya Nazariyesi Hakkında Bir Tahlil Denemesi
Özet

Dinî düşünce alanında yenilikçi fikirleriyle tanınan Abdülkerim Sürûş, özellikle vahiy ile ilgili farklı yaklaşımlarıyla dikkat çeken bir düşünürdür. Bu konudaki görüşlerini ilk olarak Şeriatın Daralması ve Genişlemesi[1] başlıklı çalışmasıyla dile getirmeye başlamıştır. Sürûş’un bu eserinin şekillenmesinde o dönemde 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra kurulan Kültürel Devrim Enstitüsü’nde kültür ve eğitim danışmanı olarak çalıştığı yılların etkili olduğunu söylemek mümkündür. Zira İslam Devriminden sonraki süreçte, sosyal ve eğitim alanındaki yeni uygulamalardan doğan sorunlar Sürûş’u dinin sabit ve değişen yönleri üzerinde yeniden düşünmeye sevk etmiştir. Böylece sabit olan “din” ile beşerin ondan anladıkları manasındaki “dinî bilgi” arasında bir ayrım yaparak değişime kapı aralamayı hedeflemiştir. Buna göre, dinin nihai anlamı Allah katında iken, bizim ondan anladıklarımız içinde hata payı olan ve tarihî şartlara göre değişip gelişebilen bilgi alanına dahildir. Böylece özellikle fıkhî hükümler (şeriat) alanı daraltılmış ve dinî hayatın, yaşadığımız dönemle daha barışık şekilde varlığını sürdürebilme imkânı doğmuş olmaktır.



[1]              Sürûş, Abdülkerim, Kabz u Bast-i Teorik-i Şari‘at: Nazariyye-i Tekâmol-i Ma‘rifat-i Dînî, Tahran: İntişârât-i Sırat, 1387 hş., 10. Baskı. Bu kitap Türkçe’ye Maksimum Din Minimum Din şeklinde tercüme edilmiştir.

...
Asiye Tığlı

Söyleşi

Prof.Dr.Ahmet Ayhan Çitil / “İnsanlık mevcut karşıtlıkları giderecek bir aşma eylemine muhtaç.”
Yazının tamamını okumak için : Yazıyı Oku

Özet

Yetkin Düşünce, bu sayısında, insanlığın kadim meselelerinden biri olan ve esasen bir problem değil problemler bütünü olarak değerlendirilen eşitsizliği konu ediniyor. Biz de söyleşimizde, eşitsizliğin metafizik, ontolojik ve epistemolojik sorgulamasının yanında, yaşadığımız sosyal gerçekliği kuran ve yeniden üreten yönlerini, yerel ve küresel ölçekte ne gibi örüntüler oluşturduğunu, alanlarında son derece kıymetli eserlere imza atan iki isimle ele almaya çalıştık.
İlk konuğumuz, “Matematik ve Metafizik” ve “Kant Okumaları” gibi önemli eserlerinin yanında “Dini Bir Perspektiften Bilimsel ve Toplumsal Değişimin Anlamlandırılması Sorunu”, “Ahlaki Üstünlük ve ‘Biz’” gibi mantık, matematik felsefesi ve ahlak felsefesi alanındaki birçok çalışmasıyla tanıdığımız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil.
İkinci konuğumuz ise, sosyolojik teori, şarkiyatçılık, öteki, Türkiye’de toplumsal değişim, tabakalaşma ve sosyoekonomik eşitsizlik alanlarında çalışmalar yapan;Marx ve Weber’de Doğu Toplumları”, “Türkiye’de İş Ortaklıkları”, “Marx an Weber on Oriental Societies”, “Türkiye’de Toplumsal Değişim”, “Eurocentrism at the Margins: Encounters, Critics and Going Beyond” ve “Debates on Civilization in the Muslim World: Critical Perspectives on Islam and Modernity” adlı kitapları ve çok sayıda makalesiyle akademinin velut isimlerinden biri olan Prof. Dr. Lütfi Sunar.

...
Süleyman Gümüş
Dr./İstanbul Üniversitesi
Prof.Dr. Lütfi Sunar / “Adalet, eşitliğin olmadığı bir durum değil, “eşitlik artı ötesi”ni içeren bir durumdur.”
Yazının tamamını okumak için : Yazıyı Oku

Özet

Yetkin Düşünce, bu sayısında, insanlığın kadim meselelerinden biri olan ve esasen bir problem değil problemler bütünü olarak değerlendirilen eşitsizliği konu ediniyor. Biz de söyleşimizde, eşitsizliğin metafizik, ontolojik ve epistemolojik sorgulamasının yanında, yaşadığımız sosyal gerçekliği kuran ve yeniden üreten yönlerini, yerel ve küresel ölçekte ne gibi örüntüler oluşturduğunu, alanlarında son derece kıymetli eserlere imza atan iki isimle ele almaya çalıştık.
İlk konuğumuz, “Matematik ve Metafizik” ve “Kant Okumaları” gibi önemli eserlerinin yanında “Dini Bir Perspektiften Bilimsel ve Toplumsal Değişimin Anlamlandırılması Sorunu”, “Ahlaki Üstünlük ve ‘Biz’” gibi mantık, matematik felsefesi ve ahlak felsefesi alanındaki birçok çalışmasıyla tanıdığımız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil.
İkinci konuğumuz ise, sosyolojik teori, şarkiyatçılık, öteki, Türkiye’de toplumsal değişim, tabakalaşma ve sosyoekonomik eşitsizlik alanlarında çalışmalar yapan;Marx ve Weber’de Doğu Toplumları”, “Türkiye’de İş Ortaklıkları”, “Marx an Weber on Oriental Societies”, “Türkiye’de Toplumsal Değişim”, “Eurocentrism at the Margins: Encounters, Critics and Going Beyond” ve “Debates on Civilization in the Muslim World: Critical Perspectives on Islam and Modernity” adlı kitapları ve çok sayıda makalesiyle akademinin velut isimlerinden biri olan Prof. Dr. Lütfi Sunar.
Bizleri kabul etme nezaketi göstererek sorularımıza içtenlikle cevap veren saygıdeğer konuklarımıza, katkıları için teşekkürlerimizi sunuyor, sizlere keyifli bir okuma diliyoruz.
Fatih Yaman 

...
Fatih Yaman

Kitap Kritikleri

Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm & Küresel Çağda Eşitsizlik
Özet

Bauman’ın,  Modernite, ‘Kapitalizm, Sosyalizm & Küresel Çağda Eşitsizlik’ özgün adıyla ‘Colleteral Damage: Social Inequalities ın a Global Age’ kitabı ilk olarak 2011 yılında yayımlanmıştır. Bauman, kaleme aldığı eserinde eşitsizliğe özel olarak ‘toplumsal eşitsizliğe’ vurgu yapar. Yazarın amacı eşitsizliğin sonuçları olarak gördüğü toplumsal tabakalaşma, ötekileştirme, bireyselleşme olgularının nedenlerini sorgulamak ve kökenlerine kadar uzanan izleri takip etmektir. Bugünün sorunlarını tarihsel bir pencere açarak irdeler. Bu doğrultuda ortada koyduğu argümanları olaylar üzerinden somut bir biçimde yansıtmayı tercih eder.

...
Zehra Aktürk
ZİRVEDEN DRAMATİK SONA MÜSLÜMAN SULTANLAR
Yazının tamamını okumak için : Yazıyı Oku

Özet

“Düşüşü görmeyen kimse izzeti ne bilsin”
İbn Hazm
Prof. Dr. Mehmet AZİMLİ’nin editörlüğünde ve alanında uzman kişilerin kaleme aldığı elimizdeki bu eser daha önce yayınlanmış ve okuyucunun büyük ilgisini çekmiş olan Müslümanların Engizisyonu 1-2 kitaplarının tamamlayıcısı niteliğindedir. Müslümanların Engizisyonu kitaplarında iktidarla veya hakim güç ile bir şekilde çatışmış alimlerin hazin öyküleri ele alınmışken bu çalışmada ise iktidarda/zirvede olanların düşüşü ve hazin sonu ele alınmıştır.

...
Edip Akyol
breitling chronographe etanche 50m a68062 no 1111 price omega dark side of the moon copy uk replica watches steve mcqueen watch auction tag heuer carrera calibre 16 leather strap replica watches uk omega seamaster nato strap rado first copy watches in ahmedabad swiss replica watches hello rolex reviews rado tan boots fake watches
İLİMYURDU Yayıncılık ve Eğitim Hiz. Ltd. Şti.
Adres : Molla Gurani Mah. Akkoyunlu Sk.
            No: 36 Fındıkzade Fatih / İstanbul
Tel      : 0212 533 05 35
Mail    : info@yetkindusunce.com
Tüm Hakları İlim Yurdu Yayıncılık’a aittir. Kaynak belirtilmeden hiçbir içerik kopyalanamaz. | Tasarım & Yazılım: Dizayn Sanat