Özgürleştirici ya da Köleleştirici Güç Olarak Din
Sayı:1 / Özgürlük ve Teslimiyet - Dosya
Şaban Ali Düzgün
Bu özgürleştirici gücün, tarihsel koşullara uyum göstermek suretiyle, köleleştirici güç olarak iş görmesi mümkün müdür? Ne yazık ki mümkündür, zira din hakimiyet kurma aracına yani hegemonik güce dönüştürüldüğünde bu sonuç kaçınılmazdır.
İnsanın düşündüğü ve yaptığı her şey, derinden ihtiyacını hissettiği bir şeyi elde etmeye ya da kendisine derin ızdırap veren bir şeyden bir an önce kurtulmaya yöneliktir. Dinle ilgili her sorgulamada bu iki kutup akılda tutulmalıdır: Din insanın hangi derin ihtiyaçlarını gidermekte yahut onu hangi ızdıraplardan/acılardan kurtarmakta ve özgürleştirmektedir? Insanı eyleme yönlendiren temel motif nedir? Korkularından emin olmak mı, şiddetle arzu ettiği bir şeyi elde etmek mi? Özgürleştirmeyle ilgili olarak sorulacak soru da, dinin insanı hangi koşullardan veya nelerden özgürleştirdiğidir? Ya da tersinden sorulduğunda din insanı neye veya kime köle yapmaktadır? Bilindiği üzere, K. Marx ve F. Nietzsche dini, insanları mevcut toplumsal ve ekonomik şartlara uyuma zorlayan ve statükonun hakimiyetinin devamını mümkün kılan bir kaynak olarak görüp eleştirmişlerdi. Dinin böyle bir yüzünün olduğu doğrudur. Ama aynı oranda doğru olan bir şey daha vardır ki, din, mevcut toplumsal ve ekonomik şartlara isyan eden ve statükonun hakimiyetine son veren bir güç olarak da iş görür. Dinin bu müdahalesiyle, peygamberlerin insanların hem bedenlerini hem de ruhlarını özgürleştirdiklerini biliyoruz Hz.Musa’nın Israiloğulları’nın Mısır’daki köleliğine son veren mücadelesi; Hz. Isa’nın aynı Israiloğulları’nın bir köleleştirme aracına dönüştürdükleri Yahudilikten yeniden özgürleştirmesi; Hz. Muhammed’in insanları hem ruhlarını parçalayan müşrik zihinden hem bedenlerini köleleştiren toplumsal ve ekonomik koşullardan kurtarması dinin özgürleştirici yüzünün en bildik örnekleridir. Girdikleri mücadeleyi sonuçlandırma konusunda kesin kararlı (ulu’l-azm) bu peygamberlerin, takipçilerine en büyük miras olarak özgürleştirme eylemini bıraktıkları tartışmasızdır.
Bu özgürleştirici gücün, tarihsel koşullara uyum göstermek suretiyle, köleleştirici güç olarak iş görmesi mümkün müdür? Ne yazık ki mümkündür, zira din hakimiyet kurma aracına yani hegemonik güce dönüştürüldüğünde bu sonuç kaçınılmazdır.
Bütün toplumsal tarih düşünürlerinin hemfikir olduğu gerçek şudur: Sömürgeci güçler, Hıristiyanlaştırma misyonu/ yüce görevi altında insanları sömürgeleştirmişler/ köleleştirmişlerdir. Insanlık tarihinin en karanlık dönemleri olan engizisyon (üretilen düşüncenin kilisenin doktrinine uygunluğunu denetleyip, uygun olmayanları ölümle cezalandırma) dönemleri de dinin köleleştirdiği zihinlerin özgür zihinlere bir tahakkümü idi. Islam tarihinde hem mihne hem de karşı mihne olarak bilinen olaylar özgürleştirici dinin nasıl köleleştirici ve mahkûm edici etkin bir aygıt olarak çalıştırıldığının örnekleriyle doludur. Bunun ardındaki güdü de öyle zannedildiği gibi politik değildir. Tam aksine bilgi/ hakikat iddialarıyla ilgilidir ve şöyle çalışır: Hakikat tektir ve ona ben sahibim. Bu hakikati elde edemeyenler sadece doğruyu bulamayanlar değil aynı zamanda yanlışta ısrar edenlerdir. Dolayısıyla bu yanlışta ısrarlarından dolayı kendilerine tolerans gösterilmemelidir. Kendileri gibi düşünmeyenleri önce aforoz/ tekfir eden, ardından ipe çeken engizisyonun/mihnenin ruhu budur. Doğu’da da Batı’da da böyle çalışmıştır.
‘Dinde radikal damar’ diyerek dine faturalanan bu tutumları kesip atmak da, dinin özünde bu köleleştirme ruhunun bulunduğunu iddia etmek de mümkündür. Peki hangisi daha doğru? Dinde toleransı, hoşgörüyü, felsefeyi üreten dindarların varlığı kadar bunun karşıt kutbunda yer alanlar da olduğuna göre, bunu dinin kendisine bağlamanın hata vereceği açıktır. Radikalizmin bir inanç değil de inancı savunma biçimi ama tamamen yanlış biçimi olduğunu görmemiz gerekir. Dini savunmanın radikal biçiminin bütün dinî geleneklerde olması, bunun herhangi bir dinin özünden kaynaklandığı tezini çürütür.
Kur’an’ın köleleştirici kurumsal düzene karşı gelen bir söylemle insanların huzuruna çıkarıldığı görülür. “Özgürlük talebi” ve ‘açlıkla mücadele, ilk inen surelerin ana teması olmuştur.1 Kendi iradeleri dışında köleleştirilen ve asgari yaşam standartlarına hiçbir zaman kavuşamadan hayatlarını tamamlayan insanlardan oluşturulan köleler sınıfını ortadan kaldırmanın ve insanları özgürleştirmenin Kur’an’ın birinci önceliği olması şaşırtıcı değildir. Kur’an’ın beyan ettiği üzere:
‘‘Dinin insanlarla ilk buluştuğunda özgürleştirici bir güç olarak yaşama dokunduğu görülür. İlerleyen süreçte ise din özgürleştirici dinamiklerini kaybeder ve kurumsal yapılar üzerinden bir tahakküm aracına dönüşür.’’
“Allah size şu misali verir: Başkasının boyunduruğu altına alınıp köleleştirilen birini (düşünün; bir de) kendisine tarafımızdan güzel bir (özgürlük) rızkı verdiğimizi ... bunlar hiç bir olur mu?!”2
Dahası, Hz. Muhammed’in peygamber olarak gelişi Arap toplumunda yerleşik üç otoriteye/ köleleştirici güç formuna doğrudan müdahaledir. Bu otorite formları kendilerini putlar üzerinden göstermekteydi. Kur’an’ın karşısına aldığı ve yasa dışı otorite biçimleri ilan ettiği bu otoriteler, Kur’an’da lât, menât ve uzzâ olarak anılmaktadır. Lât putuna sahip kabile dinsel otoriteyi tekeline almış; menat putuna sahip kabile finansal sistemi tekelleştirmiş; uzza putunu sahiplenen kabile de iktidar erkini ele geçirmişti. Ibrahim peygamberle başlayan put kırıcılık sünnetinin son peygamber temsilcisi olarak Hz. Muhammed de toplum üzerinde otorite kuran bu formlara savaş açmış ve dağıtmıştır. Hem de toplumsal tarihin en bildik kuralını uygulayarak: “Bütün yapımlar temelden, yıkımlar üstten başlar.”
Dinin özgürleştirici bir güç olarak ilk icraatı, bütün insanları ırksal farklılıklarını dikkate almadan eşit saymasıdır. Irk temelinde yapılabilecek her türlü ayrımcılığa ve köleleştirmeye ilk reddiye Islam’ın eşitlikçi politikasıdır. ‘Insan onuru’ temelinde atılan en büyük özgürleştirici adım bu eşitlik düzlemidir. Alman filozof F.Hegel, “Islam, hiçbir şey getirmemiş olsaydı bile, sadece ırkçılığı reddeden düşüncesi dolayısıyla her türlü takdiri hak etmektedir” derken bu insan onuru temeline dikkat çekmektedir.
Kur’an, insanlar arasındaki ilişkilerin eşitlik, adalet, hakkaniyet gibi değerler temelinde inşa edilmesini talep eder; grup, cemaat, akraba kayırmacılığı gibi yozlaşmaları ise mahkûm eder. Toplumun her bireyi, hakkaniyetin iş gördüğü bir toplumun parçası olduğunu düşündüğünde özgürdür ve yaşadığı toplumun gerçekten kurucu bir parçasıdır. Hakkaniyetin çalışmadığı, liyakatin esas alınmadığı, kayırmacılığın işlediği toplumda yaratılan ilk travma o insanların kendilerini toplumun kurucu parçaları olarak görmemeye başlamalarıdır. Yabancılaşma olarak adlandırılan bu durumda bireyin ümit ettikleri ile bunları gerçekleştirmesi için kendisine sunulan fırsatlar arasındaki uçurumu fark ettiği anda, hem kendisi hem de parçası olduğu toplum için tehlike çanları çalmaya başlamıştır. ‘Ümit edilenler ve bunları gerçekleştirecek fırsatlara sahip olma’ arasındaki mesafenin uçurum düzeyine vardığı toplumlar, radikalleşmeye, suça ve şiddete en meyilli toplumlardır.
Dinin insanlarla ilk buluştuğunda özgürleştirici bir güç olarak yaşama dokunduğu görülür. Ilerleyen süreçte ise din özgürleştirici dinamiklerini kaybeder ve kurumsal yapılar üzerinden bir tahakküm aracına dönüşür. Varlık gerekçesi ortadan kalkan ve gerçekleştirmesi gereken ideallere düşmanlık eden din miadını doldurmuştur. Kendinden öncekilerin bıraktığı dinî mirası arındırma amacıyla yeni dinin gelişinin arkasındaki temel motif budur.
Kıssadan Hisse
Hindistan’da filleri yetiştirmek için onları küçükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlar. Tabi ki yavru filin bu kazığı sökmesi ya da zinciri kırması mümkün değildir. Küçük fil önceleri bu zincirden kurtulmak için var gücüyle mücadele eder, ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz. Yıllar geçer ve fil büyür. Bağlı olduğu kazığın onlarca katına gücü yetebilir ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz. Zira o özgür olamayacağına inanmıştır. Artık kırılmayan şey filin zinciri değil özgür olamayacağına dair inancıdır.