I. BÖLÜM Yasin Aktay ile İslamcılık Üzerine
Sayı:8 / İslamcılık, İslam ve Müslümanlar İddia ve Gerçekle - Söyleşi
Fatih Yaman
Son dönemin en fazla tartışılan konularından biri olarak islamcılığı ele aldığımız bu sayının söyleşi dosyasında, iki önemli ismi konuk ediyoruz. Söyleşimizin ilk konuğu, kimlik, küreselleşme ve modernleşmeden oryantalizme, türk sosyolojisinden alevilik ve islam Protestanlığına oldukça geniş bir alanda çok sayıda kıymetli eserler vermiş, tezkire dergisinin kurucuları arasında bulunan ve uzunca bir süredir aktif siyasetin içinde yer alan Prof. Dr. Yasin Aktay.
İslamcılık Öznesiz, Sahipsiz, Etkin Bir Söylem, Tüketilemeyen Bir Potansiyel...
İslamcılığı Osmanlı’dan beri varolan düşünce geleneği içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz? Siyasal ve sosyolojik karşılığı nedir?
Öncelikle, türkiye üzerine konuştuğumuzda içinde “gelenek” geçen bir cümle kurduğumuzda türkiye’nin yaşadığı bazı kısıtları, kırılmaları, kesintileri de zikretmeden geçemiyoruz ki bu durum islamcılık üzerine düşünürken de bizi ilgilendiren bir husus oluyor ister istemez. tabi buna bir de gelenek kavramının kendi olgusal karşılığıyla ilgili kısıtları da eklemek gerekiyor. Öncelikle türkiye’de geleneğin cumhuriyetle birlikte aldığı derin bir darbe var. Herşeye rağmen herşeyi sıfırlayan, geçmişten hiçbir şey tevarüs etmeye izin vermeyen bir kırılma bir kopma değil elbet, ama geleneğin önemli bir kısmını aktarmayı imkansız kılan bir travma yaşattığı çok açık. Bu kırılma islamcılık üzerine söylenen veya söylenebilecekleri de belirleyen, belirlemesi gereken bir kırılmadır. Müslümanların bir siyasal bedenin organları olarak varoldukları bir durumdan, darmadağın oldukları, en iyi ihtimalle bedensiz organlara dönüştükleri bir ontolojiye geçişi işaret ediyor. Bu kırılmayı dikkate almadan islamcılık üzerine söylenen herşey boşa çıkıyor. Diğer yandan türkiye’de ayırt edilebilecek düşünce gelenekleri gerçekten var mıdır? Zaman zaman temayüz etmiş düşünürler olabilse de bunlar ne kadar bir geleneğe dayandılar, bir geleneğin içinden yetiştiler, bir yeteneğin ürünü oldular, ne kadar bir gelenek oluşturabildiler? Bu soruyu da içerdiği veya ima ettikleri bütün cevaplarıyla birlikte okuyucunun muhayyilesine, takdirine bırakalım. ama islamcılığı bir gelenek olarak değil, nerede Müslümanlar yaşıyorsa orada her an nüksedecek bir irade, bir refleks ve bir duyarlılık olarak ele alacak olursak, osmanlı’da gelişmiş bütün düşüncelerin şu veya bu oranda referansı olmuş, ithal edilmiş bütün düşüncelerin de vizesini vermiş bir düşünce olmuştur. liberalizm de türkçülük de, osmanlıcılık da, hatta bir ölçüde sosyalizm de osmanlı düşünce kültürüne islamcı irade ve ikrarın sağladığı vizeyle girmiş ve hareket edebilmiştir. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esaslarını yazarken zihninde hilafetin kaldırıldığı ve türk dünyasının islam’ın misyonundan ayrıştırıldığı bir dünya tasavvur yok mesela. Bilakis türklüğü bile islam dairesinin içinde düşünen, onunla içiçe bir tasavvuru var. Batılaşmacılar bile düşüncelerinin gerekçesi olarak islam hilafetinin daha güçlü olacağı, Batıyla rekabet edebileceği bir çerçevede düşünüyorlar. osmanlı’nın son zamanlarında islamcılığın en önemli damarı bir iktidar ideolojisidir. Mevcut iktidara islam adına muhalefet edenler de vardır. ama bu muhalefet devlete karşı, devleti yıkıp yerine daha islami bir devlet öneren bir talep değildir. Batının teknolojisini alalım kültürü onlara kalsın diyerek öneride bulunanlar bu önerilerinin sonuçlarının görülebileceği bir siyasal bedenin reflekslerini taşıyor, temsil ediyorlar. neticede kendini özdeşleştirdiği bir devlet, bir siyasal beden adına düşünüyor. oysa cumhuriyetle birlikte islamcılığın ontolojisi değişmiştir. Siyasal beden yokolup gitmiş, hatta bireysel bedenleri başka siyasal bedenlerin simgelerini taşıma mecburiyetine maruz kalmıştır. Başka bir siyasal bedenin sembolü olan şapkayı başına geçirdiğinde artık başka bir siyasal iradenin de kulu gibi hissetmek durumunda kalmıştır. o yüzden cumhuriyet dönemindeki uygulamalara islamcıların verdikleri tepkiler çok farklı bir ontolojiye sahip bir islamcılık ortaya çıkarıyor. Bu dönemde kendini devletle özdeşleştirmekle değil, ayrıştırmakla, muhalefet etmekle konumlandırıyor islamcılık. Bu tecrübede geleneksel sürekliliği nerede arayacaksınız? akif’in şiirlerinin bağlamı bile bir anda değişiyor. Başka bir ortamda söylenmiş sözler şimdi ya anlamını tamamen yitiriyor veya bambaşka bir anlama kavuşuyor. Geriye islamcı metin adına zaten bir tek onun şiirleri ve islam’a alternatif siyasal bedene teslim olmamak adına kendinden vazgeçmiş idam edilmeyi göze almış insanlar ile var olanı korumak altına yeraltına inmiş, bir köşeye çekilmiş veya gül yetiştiren adamlar kalıyor. altmışlı yıllardan itibaren ifade edilmeye başlanan islamcılık uzun süre osmanlı’daki hallerden son derece kopuk bir söylem, edebiyat ve siyasallık ortaya koydu. Daha ziyade çeviri metinlerle benimsenen, öğrenilen bu islamcılığın referansları Mısır, Suriye, Pakistan, Hindistan islamcılığı. ama bu islamcılıklar osmanlı ile ilgisiz değildi. türkiye’de geleneksel anlamda kesin bir kopma yaşayan islamcılık kendini tekrar bu ülkeler üzerinden bulmuş oldu. Bunu gelenekten tam bir kopuş olarak görebilir miyiz? Bu kadar görebiliriz işte.
Böyle resmettiğinizde İslamcılık Türkiye’de nasıl bir imkan ve zafiyeti içinde barındırmaktadır?
Tabi böyle bir resim içinde islamcılık uzun yıllar türkiye’de bir muhalif hareket olarak kendini konumlandırdı. ama islamcılık derken hakkında konuşabileceğimiz yekpare bir hareket, bir söylem bir örgüt yok. Devletle mesafesi de, kendisiyle mesafesi de belirsiz bir söylemler bütününden sözedebiliriz ama bu söylemler bütününün tutarlılığını ölçebileceğimiz, tutarsızlığını şikayet edebileceğimiz bir makam yok. Bu islamcılığın önemli bir zafiyeti olarak görülebilir ama bir açıdan da onun en önemli avantajlarından biri durumunda. Bir kilisesi yok islamcılığın, dolayısıyla çağın gelişmelerine karşı kendini bağlayacak bir kez ve bütün zamanlar için sabitlenmiş tabuları yok. Dışarıdan bu, hızla gelişmelere adabte olabilen, dışarıdan bir pragmatizm gibi gözlemlenebilecek siyasi ve toplumsal eklemlemeleri, ifadeleri görmemize yol açıyor. ama bir açıdan da bir tür zayıf ilahiyat olarak insan özgürlüğüne, yaratıcılığına, içtihadına açılan geniş alanda islamcılığın gelmekte olan insan için, gelmekte olan insanın söyleyeceğine dair ihtimalleri ve umudu hep açık tutuyor. islamcılık tüketilemeyen bir potansiyeldir, çünkü her gün kendini namaz gibi, oruç, hac, kurban, şehadet, zekat gibi en temel eylemlerde ortaya koyuyor. Bu eylemler üzerine hiçbir politik söylem geliştirilmese bile bunların kendiliğinden felsefesi islamcı duyguyu, iradeyi ve duruşu her zaman yeniden üretmeye yetiyor.
Sözleriniz, İslamcılıktan belli tarihsel hareketlerin veya oluşumlara indirgenemeyen evrensel bir duruşu, duyguyu veya iradeyi anladığınızı söylüyor, ancak yine de ifadelerinizden İslamcılığın bir söylem olarak veya bir hareket olarak temsilindeki bir sorundan bahsediyorsunuz. Sahi siyasette İslamcılığı kim temsil ediyor? Bu temsiliyetin başarısını nasıl değerlendirirsiniz?
İslamcılığı bir gelenek olarak değil, nerede Müslümanlar yaşıyorsa orada her an nüksedecek bir irade, bir refleks ve bir duyarlılık olarak ele alacak olursak, Osmanlı’da gelişmiş bütün düşüncelerin şu veya bu oranda referansı olmuş, ithal edilmiş bütün düşüncelerin de vizesini vermiş bir düşünce olmuştur.
İslamcılığı aslında bir açıdan bütün Müslümanlar temsil ediyor, bir açıdan da kimse temsil etmiyor. Bu belki yaşadığımız çağa özgü bir durum. 1924 yılına kadar dünyada islamcılığı devlet düzeyinde, politik beden düzeyinde temsil eden bir osmanlı vardı. islam’ın siyasi sorumluluğu resmen halifenin omuzları üzerindeydi. osmanlı’dan önce diğer halifeler, iyi veya kötü temsil ediyor olup olmadıklarına bakmaksızın, islam’ın siyasal bedenini temsil ediyorlardı. Bir beden olarak bazen capcanlıydı, tazeydi, etkiliydi, ama bazen de yorgun düşüyor, yaşlanıyor çağa ayak uydurmakta zorlanabiliyordu ama bir hayatiyeti vardı. islamcı irade bir bedende, ama beşeri bir bedende hayat buluyordu. Bunu söylemenin anlamı onun bu dünyadaki varlığının hatadan masum olmadığını, islamcı siyasal bedenin her yaptığının doğru olmayabileceği gerçeğini hatırlatmak için. islamcılık islam’ın kendisi değil elbet. Bir ideal olarak bütün Müslümanların aradığı islam ile bu arayışların neticesinde kaçınılmaz olarak bir yorumsama pratiği olarak ortaya çıkan islamcılık arasındaki mesafenin her tahlilde bilincinde olmak lazım.
İslamcılar masum değil yani?
Tabii ki değiller. Hatadan masum değiller, hatta günahtan da, vahim yanlışlardan da masum değiller.
Peki Osmanlı sonrası şartlar bu açılardan nasıl bir fark ortaya çıkardı?
Ben Hilafet-sonrası şartlar demeyi tercih ediyorum. Bu dönemde islamcılığın temsili bambaşka bir mesele haline gelmiştir. islamcılık bir varmış bir yokmuş efsanesi haline gelmiştir. ciddi bir hermenötik soruna dönüşmüştür. Bütün dünyada bütün Müslümanların itibar ettiği, kendilerini bir organı hissettikleri bir siyasal beden olarak temsili yok. Buna mukabil hep varmış ve her yerde etkisi varmış gibi adından söz ettirmiştir. Bazen bir hayalet olarak, bazen gelmekte olan bir kurtarıcı olarak. ama kimin etine kimin kemiğine bürünmüş olarak? Muhayyel bir ümmet varlığı var ve beden yokluğuna rağmen bütün Müslümanların kendilerini ait hissettikleri bir evrensel ümmet varlığı var. Bütün Müslümanların zihninde, kalbinde ve ibadetlerinde sürekli yeniden-üretilen bu varlığın muhayyellik düzeyinden ete kemiğe bürünmenin yollarını araması mukadder. Bu belli bir odaktan, belli bir merkezden yönetilen bir programa tabi olmasa da Müslümanın en temel ibadetlerinde kendiliğinden içkin siyasallık bu telosa akmaktadır. neticede bir muhalif duygu olarak sert bir örgütlülüğe sahip olmayan islam, inananların dini pratikleri içinde, sosyal varlığıyla etkide bulunmaya devam etti. Hiç kimseye bulaşmadan kendi halindeki varlığıyla bile onu diri diri gömmüş olanları, fiilen iktidarda olanları korkutmuştur. Bu anlamda bir başarıdan bahsedebilir miyiz? Edebiliriz. ama bu başarı hangi örgütün, hangi partinin, hangi cemaatin dersen orada durup şu söylediklerimi biraz daha düşünmek lazım.
Şöyle bir soru soracaktım ama sözlerinizle sanki biraz gereksiz kıldınız, ama yine de sorarak daha fazla açmanızı isteyeyim, bu durumda, İslamcılığın geçmişten bugüne temel iddiaları ile gerçekleştirimleri arasında nasıl bir fark ve ilişki görüyorsunuz?
Doğru. islamcılık. Hangi islamcılar? Biteviye yorumlanan bir islam’ın siyasal söylemi var ama bu söylemi gerçekleştirmeye dönük bir örgütü yok. Bir örgütlülüğe kavuşanlar ise islamcılığın siyasal söylemiyle aralarına mesafe koymak durumunda kalıyorlar. Hatta daha fazlasını söyleyeyim, islamcı olarak kategorize edilenler islamcı olmadıklarını söyleyerek başlıyorlar sözlerine ve üstlendikleri siyasal programlarına islamcı yaftasının yapışmaması için özel bir gayret bile gösteriyorlar. Bu da islamcılığın izini sürmeyi zorlaştıran bir şey tabi. Sahip çıkanın olmadığı bir söylem islamcılık, buna rağmen varlığını herkesin hissettiği bir olgu, bir etki. Müslümanların toplam siyasal etkisi, islam’dan anladıklarıyla hayatta karşılaştıklarını yorumlayarak veya yorumsayarak ortaya koydukları siyasallıklar bütünü.
İslamcılık tüketilemeyen bir potansiyeldir, çünkü her gün kendini namaz gibi, oruç, hac, kurban, şehadet, zekat gibi en temel eylemlerde ortaya koyuyor. Bu eylemler üzerine hiçbir politik söylem geliştirilmese bile bunların kendiliğinden felsefesi İslamcı duyguyu, iradeyi ve duruşu her zaman yeniden üretmeye yetiyor.
Elbette çok önemli islamcı metinler vardır ve bu metinleri sahiplenen gruplar, cemaatler, örgütler de var. Bu metinlerde ortaya atılan iddialar ve talepler, resmedilen bir altın çağ ve hedeflenen bir ütopya var. Bu metinler hangi etki altında yazıldı, evvela bunların analizini yapmak lazım, ama bütün kaynağı bu etkilere bağlamadan. En sağlam ve en etkili islamcı metinlerden birisi Yoldaki İşaretler’dir mesela. türkiye islamcılığının ortaya koyduğu bu tarz manifesto niteliğinde metinler olmadı. ama Yoldaki İşaretler’in farklı yorumları oldu. İslam’da Sosyal Adalet’i aşan ve onu da farklı bir paradigma ile yeniden okumayı gerektiren bir metindir İşaretler. ama ortaya konulan model, gereğinden fazla siyasallığı yoksayan bir model olduğu için belki zıddına dönüşme etkisi de taşıyan bir eser olmuştur. Gereğinden fazla radikallik liberalizme açılan bir kapıya dönüşüyor. Çünkü üstlenilmesi zor hatta imkansız eylem programlarının insanı var olana radikal teslimiyet noktasına getirmesi mukadder oluyor. Üstelik itikatta alabildiğine radikal, amelde ise alabildiğine liberal olma çelişkisiyle birlikte. oysa kutub’un İşaretler ile aştığını hissettiği Sosyal Adalet yine de siyasallığa daha yatkındır ve aslına bakarsanız sonradan üretilen bütün islamcı siyasal programlara esin kaynağı olmuştur. Bugün Müslümanların ekonomi politik tutumlarında, davranışlarında burada formüle edilmeye çalışılan vaatler ve programlar bir şekilde etkili oldu. adalet vurgusu, talebi, iddiası paramparça Müslüman siyasallığının her zaman merkezinde oldu. Bu konuda devlet düzeyinde bir örgütlülüğe tek başına hiçbir zaman sahip olamadığı için, bu vaatler ya sivil toplum, cemaatler, topluluklar düzeyinde karşılanmaya çalışılıyor veya siyasal alanda elde edilen mevzilerden bu vaatlere uygun siyasetler ortaya konmaya çalışılıyor.
Siz bu anlamda sanki İslamcılığın siyaset, kültür, ekonomi ve hukuk alanlarındaki karnesini genellikle iyi notlandırıyor gibisiniz. Yaşanan bunca tecrübeyi, İslamcı ideallerdeki ve söylemlerdeki dönüşümleri nereye koyacağız veya başka türlü ifade edersek İslamcıların vaatleriyle gerçekleştirebildikleri arasında ciddi bir mesafe görmüyor musunuz?
Doğrusu notlandırma konumunda görmedim kendimi. olayları ben de sizin gibi ilgiyle izlemeye çalışıyorum. En başından beri islamcılık adına bir ütopya ortaya koymaya sıcak bakmış değilimdir. aslına bakarsanız islamcılığı en iyi ifade eden manifesto niteliğindeki metinlerden Yoldaki İşaretler de bir ütopya kurmaz. Hatta bir çeşit anti-ütopyadır. Bugünün maddi sıkıntılar yaşamakta olan insanına gelecekte daha müreffeh yaşayacağı bir dünya vaat etmez mesela. Bilakis kula kulluk batağında kendini kaybetmiş, kendi gibi hatta kendinden daha aciz kullara cahilce kulluk etmekte olan, allah’la bağı kopmuş, dünyada niçin yaşıyor olduğunun bilincini kaybetmiş, kendisi hakkındaki bilgiden yoksun insanına yaratanını tanıtma ve kulluğu ona has kılmanın sağlayacağı özgürlük yoluna dair bir kılavuz olma iddiasındadır. Bu yolun çetin olduğunu, her türlü meşakkati içerdiğini ve dünyada bir mutlu sona ulaşma garantisinin de olmadığını hassaten anlatan bir metindir.
Bu çok ilginç bir Yoldaki İşaretler okuması, ama gerçekten bir açıdan bakıldığında, doğru. O zaman İslamcılığın vaatleri çok irfani bir yola çıkmış oluyor, ütopyası olmayan, çileli bir yol..
Doğrudur. Bence islamcılığı fazla dünyevileştiren bir şeydir, sonu sadece refaha ve eşitlik gibi anlatılara ulaşan vaatler. insanın kendini bilmesi, sınırlarını bilmesi, aynı zamanda başka insanları bilmesini de getirir. Bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu bilen bir Müslüman zaten dondurulmuş bir ideal sistemin bu dünyada mümkün olmadığını da bilir. Zihinlerin bir üretimi olan bir ütopyayı hasbelkader gerçekleştirseniz bile bunun kalıcı olamayacağını, neticede insanın bütün hasletleriyle, hırslarıyla, faniliğiyle malul olacağını bilir. Çünkü Müslüman kul kendini bilir, rabbini bilir, insanı bilir. islamcılık elbette salt bir siyasallıktan veya bir siyasal ideolojiden ibaret bir şey değil, bir de, çok daha önemli, bütün ilişkilerin temelinde olarak, dindarlık boyutu vardır; allah’la, gayb alemiyle ve bilhassa ahirete imanla başlayan, onunla tamamlanan bir bilinçtir. Bu bilinç başkalarına bir şeyler empoze etmenin içerdiği zulmü de gösterir. kula kulluğu empoze edenlere bir isyandır islamcılık. kim neye tapmak istiyorsa tapsın ama kendi tanrısını başkasına dayatmasın. liberal dünya da, bütün modern ideolojiler de sahte bir özgürlük anlayışı içinde kendi tanrılarını başkalarına empoze etmeyi normalleştirmişlerdir. islamcılık bir siyasallığa dönüştüğünde bu dini başkalarına empoze etmek, insanları zorla müslümanlaştırma veya başkalarını Müslüman gibi yaşamaya zorlarmaktan çok uzak bir şekilde insanların istedikleri gibi inanıp özgürce istedikleri dini yaşayabilmelerinin önündeki bütün engelleri kaldırma iddiasındadır. neredeyse şiddetin ve radikalliğin referans metni gibi sunulan Yoldaki İşaretlerin en çarpıcı iddiası budur. cihadı bile islam’ı yayma değil insanların özgürleştirilmesi yolunda verilen bir çaba olarak formüle eder. Bu felsefenin Müslümanların bilincine yerleştiğini düşündüğünüzde herhangi bir siyasallık düzeyinde etkili olan bir Müslümanın özgürlükleri hatta demokrasiyi geliştiren tutumu bizatihi islamcı bir siyasettir ve bu siyasette bence islamcılık şu anda dünyanın her yanında ciddi etkili olmaktadır. islam dünyasında demokrasinin gelişmesi, sosyal adalet seviyesinin bilfiil yükseltilmesi, özgürlüklerin geliştirilmesi Müslümanların her zaman öncülük ettikleri talepler olmaktadır. islamcılar iktidara gelip bütün bir siyaseti, kültürü, ekonomiyi tek başlarına ne kadar belirlemeyi başardılar diye sorarsanız islamcılıktan beklediğinizin klasik anlamda bir demir perde yönetimi olduğunu söylemiş olursunuz ki islamcılığın başarısızlığından bahsedenler genellikle bu garip beklentiden hareket ederler. oysa islamcılık herşeyden önce başkalarıyla birlikte var olabilmeyi mümkün gören, başkalarını yok etmediği sürece bütün alanları tek başına belirleme kibrinden de uzak bir yaklaşımdır. Dünyada tek başına değiliz ve hiçbir zaman tek başımıza kalmayacağız. Dünya her zaman başka dinlerin, inançların ve ideolojilerin var olacağı bir dünya olacaktır ve islam’ın gelecek tasavvurunda Müslümanların başka herkesi tasfiye ederek tek başlarına kalmak gibi bir tasarıları yok.
Müslümanların entelektüel anlamda düşünsel bir açılım getirdiğini söyleyebilir misiniz? Diye soracaktım, ama bence bu söylem bile bir hayli güçlü. Bunun Müslümanlar tarafından yeterince benimsenmiş olduğunu düşünüyor musunuz? Sanki Müslümanlarda da o bahsettiğiniz, günün birinde herşeyin daha iyi anlamda değişeceği bir dünya beklentisi yok mu?
Elbette. Bu zaten Müslümanlığın kendiliğinden içerdiği güçlü siyasallıkla ilgili bir şey. Dünyanın daha adil, daha güvenli ve kötülüklerden daha fazla arınmış olduğu bir dünyaya doğru düzeltilmesi hiçbir şey olmasa bile kendiliğinden bir telos içeriyor. Müslümanlar var olan dünyayı doğru görmüyorlar ve değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştirmek istedikleri dünya için zihinlerinde her zaman bir tasarım olur, olacaktır. Hz. Peygamber Mekkeli garibanlara, zayıf ve savunmasız insanlara uçsuz bucaksız bir alanda hiçbir koruma olmadan seyahat edecekleri güvenlikte bir dünya vaat ediyordu mesela. tabi bu tasarım her yerde aynı şekilde uygulanabilen paket bir programdan ziyade genellikle tarihsel bir boyuta sahip olur. içinde yaşadıkları dünyanın tespit edebildikleri eksikleriyle, kusurlarıyla yani. ırkçı bir dünyada yaşıyorsan merkezi söylem ırkçılık karşıtı, insanların dinlerinin, dillerinin bir sorun oluşturmadığı, dillerine ve ırklarına rağmen insanca muamele gördükleri bir dünya talebidir. insanların emeklerinin bariz bir biçimde sömürüldüğü bir dünyada Müslümanların sosyal adalet vurgusunu öne çıkarmaları, inanç özgürlüklerinin baskı altında olduğu bir yerde bu çerçevede bir söylem geliştirmeleri, hele ülkeleri işgal altında iken vatan savunmasına yönelik bir söylem geliştirmeleri ve geleceği bütün bu sorunların giderilmiş olduğu bir dünya özlemiyle tasarlamaları tarihsel boyutla ilgili. işgal karşıtı bütün hareketlerde islam’ın her zaman başat söylem ve motivasyonu oluşturması bu açıdan tesadüf değildir. ama hepsinde değişmeyen şey nihayetinde o irfani, dindar boyut. Müslümanlar bu yolda mücadelelerini ortaya koyarken bu işi allah’la doğrudan dindarca bir irtibat içinde yaparlar. Eentelektüel anlamda islamcıların düşünsel bir açılım getirip getirmediği sorusu ise tamamen farklı bağlamlarda değerlendirilmesi gereken bir sorudur. Biraz tersinden gidelim, bugün islamcılığa karşı ortaya konulmaya çalışılan islamofobik tepkiler avrupa dünyası veya avrupa-merkezci düşünce üzerinde travmatik bir etki yapmakta ve buna karşı diyalojik tepkiler kendi sınırlarını yeniden düşünmeye zorlamaktadır. Biraz negatif bir etki belki ama islamcılık etkisini bu yolla ortaya koyuyor. islamcılığın, islam’ın kendisinden daha derin, daha kapsamlı bir düşünce ortaya koyması beklenmez zaten, şahsen ben bu iddiayı hiçbir şekilde yüklenmek istemem. ama onun kaliteli, güncel bir ifadeye ihtiyacı var tabi.
Kula kulluğu empoze edenlere bir isyandır İslamcılık. Kim neye tapmak istiyorsa tapsın ama kendi tanrısını başkasına dayatmasın. Liberal dünya da, bütün modern ideolojiler de sahte bir özgürlük anlayışı içinde kendi tanrılarını başkalarına empoze etmeyi normalleştirmişlerdir.
Dediklerinizden şu anda İslamcılığın bir öznesi olmayan bir hareket olduğunu mu çıkaracağız?
Özne kavramından da ne anladığımıza bağlı tabi. Dünyayı ütopik bir devrimcilikle değiştirmeye çalışan modernist aktörlerin ürettiği bir vehimdir özne kavramı. Böylece dünyayı değiştirdiler mi, aslında evet, değiştirdiler ama istedikleri istikamette değil. kendi kafalarından kurdukları, tasarladıkları modelden çok farklı bir modelin ortaya çıkmasına sebep oldular. Sonra dönüp istediğimiz şey bu değildi dediler. kimi bunu bile diyemeyecek bir bilinç kaybına ve şizofreniye saplandı tabi Dünyayı yorumlamakla yetinen filozoflara karşılık dünyayı değiştirmeyi kafasına koymuş olan Marx’ın bu hayal kırıklığını yaşaması için sadece birkaç yıl yetti. 18 Brumaier tecrübesiyle birlikte aslında bir özne olmadığı, olamadığı, olamayacağı fikrine ulaşıverdi. Fikre ulaştı ama bir istidat olarak özne gibi davranmaktan geri durmadı. neticede dünyayı kökten değiştirecek bir proleter özneyi, bir sosyalist Mesih’i varsaydı ve onu yaratmaya çalıştı. aslında tam bir şey yakalamışken avucundan kaçırmış biri gibi görünür bana Marx burada. tarihe müdahalelerimiz, tarihe kendi beşeri, fani ilmimiz ve ufkumuzla atfettiğimiz istikamete ne kadar etki ediyor? Bir Müslüman için tarihin de varlığın da bir sahibi var, onu belirleme iddiası değil, ama onu anlamaya çalışmak ve onun tabiatına uygun bir varlık ortaya koymak...
Biraz kadercilik mi?
Hayır, elbette değil. kendini değiştirmek, böylece dünyayı değiştirmek, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, kötülerle mücadele etmek, iyilere yardım etmek, adaleti tesis etmeye çalışmak. Bunlar Müslümanın kendiliğinden felsefesi, asla vazgeçemeyeceği iddiaları, davalarıdır, bunlar islam’a dışsal olarak giydirilmiş konjonktürel siyasal projeler değil, her Müslümanın olmasa olmaz karakteridir; ama toplamda asgari Müslüman siyasallığını her zaman inşa eden ilkeler. Batılı aydınlanmanın bir ürünü olarak islamcılardan de beklenen “Özne” rolünü aslında Batılılar bile oynayamadı. onların kendi felsefelerine uygun olarak oynamak istedikleri bir tanrı rolüydü. tanrılık tasladılar ama tanrı olamadılar. yaptıkları planların, kurdukları ütopyaların hep tersi gerçekleşti, cennete dönüştürmek istedikleri dünyalar cehenneme döndü. Müslümanlarsa iyilik istediler, niyetleriyle, davranışlarıyla, dualarıyla. ama kabul edelim ki, bir tür islami siyasallık bu egemen özne konumunu benimsedi ve ütopyacılığı taklit etti.
Bu ütopyaları uygulama konusunda bir mesafe kat etmediler mi?
Aslında bu tarz islamcı siyasallığın ömrünün uzun sürdüğünü söyleyemeyiz. islamcılar, sosyalistler gibi veya modernistler gibi düşündüklerini uygulayacak bir fırsat bulamadılar. osmanlı dönemi islamcılığının hedefi zaten devleti güçlü kılmak, devlet düzeyindeki rakiplere karşı hayatta ve güçlü kalmak idi. Dünya siyaseti bütün aktörlerinin mücadeleleriyle ve bütün hızı ve gerilimleriyle devam ediyordu zaten. Sonrasında ise islamcılık hiçbir zaman Sosyalistler veya batılı modernist veya katolik, Protestan, Siyonist siyasallıklar kadar bir fırsat yakalayamadı. Hatta bütün bu aktörlerin en temel ittifakı islam’ın bu siyasallığının yok edilmesi veya islam ümmetinin tekrar hayatiyet bulmamasına ayarlıydı. Bu aktörlerin Müslümanları yok sayarak paylaştıkları dünyada Müslümanlar hep muhalif ve madun idiler ve hala öyleler. Çok iyi hatırladıkları kadarıyla, islam onların dolu dizgin sömürdükleri, zulmettikleri dünyada başlarına bela oluyordu. o yüzden hepsinin aralarındaki bütün ihtilaflarına rağmen ittifak ettikleri şey Müslümanların bir siyasal beden olarak mevcut olmadığı bir dünyadır ve hala bu dünya konseptini korumayı başarıyorlar. islamcıların vaat ettikleriyle gerçekleştirebildikleri arasındaki mesafeyi bu dünya zemininde ne kadar arayabilirseniz o kadar bulursunuz.
İslamcılık herşeyden önce başkalarıyla birlikte var olabilmeyi mümkün gören, başkalarını yok etmediği sürece bütün alanları tek başına belirleme kibrinden de uzak bir yaklaşımdır
Peki İslam adına konuşan onca insan, İslamcılık adına üretilen dil ve söylem var bir yandan da, onu nereye koyacağız, ve bu dil ve söylem sizce nasıl bir dünya öneriyor?
Bu söylem özünde hala muhalif bir söylemdir ve aslında zamanla oldukça siyasallaşmış bir söylemdir. Elbette dirilen ve tekrar varlık bulan haliyle islamcı siyasallık daha ziyade sivil toplumsal düzeyde etkinliğini ortaya koyuyor. Bu halleriyle toplumların daha fazla demokratikleşmesine, özgürlüklerin gelişmesine en azından düşünce düzeyinde katkıda bulunuyorlar. ancak varlıklarının oluşturduğu tehdide karşı sistemlerin verdikleri tepki daha fazla kapanmak, özgürlükleri daha fazla kısmak oluyor. arap Baharı Süreciyle birlikte yaşananlar islamcılığın ve başka aktörlerin rollerini ilk defa bu kadar diyalojik bir etkileşim içine soktu. Bu diyalog bir samimiyet testiydi aynı zamanda. avrupa-merkezci bir dünyanın çatırdayışının haberlerini ve işaretlerini verdi bu bahar. ancak karşı devrimler tedbiriyle sistem yeniden restore edilmeye çalışıldı. Bu süreç içinde ortaya çıkan dinamikler islamcılığın yeni rolleriyle, yeni vaatleriyle, yeni iddialarıyla ortaya çıkmasını gerektirdi. islamcıların bana kalırsa şu anda kimseye bir gelecek vaat etme, yeniden bir ütopya önerme yanlışına girmemeleri gerekiyor ki, zaten böylesine başat bir dilleri yok. islamcılar dünya ölçeğinde varolan gidişata, düzene itiraz ediyorlar. Bu düzenin elbette daha adil kurulmasını talep ediyorlar. Bu talepler dünyada her zaman bir gerilim ve çatışma konusu olmaktadır. Müslümanların bir siyasal beden olarak mukadder hayat bulmasına karşı sistemin direnişi geleceğin dünyasını şekillendirecektir. Şunu da bilmek lazım, dünyada ebedi kalacak bir mükemmel sistem kurma iddiası cenneti bu dünyada gerçekleştirme iddiasıdır, bir tür tarihin sonu iddiasıdır. Burada Müslümanlar en temel ve ezeli iddialarını dillendirmenin yollarını arayacak ve bulacaklardır ama tarihin son bulacağı bir mükemmelliğin bu dünyada gerçekleşemeyeceğini de bilirler.
İslamcıların bana kalırsa şu anda kimseye bir gelecek vaat etme, yeniden bir ütopya önerme yanlışına girmemeleri gerekiyor ki, zaten böylesine başat bir dilleri yok. İslamcılar dünya ölçeğinde varolan gidişata, düzene itiraz ediyorlar.
İslamcıların dünyayı okuma konusundaki problemleri nedir?
Dünyayı okuma konusu bir beşeri kabiliyet meselesidir. Haddi zatında islamcılıkla bir ilgisi yok. Hangi islamcılar ne kadar iyi okuyor, kimler okuyamıyor? yekpare bir islamcılık aklı veya örgütsel merkezi yok ki. toplamda belki bir islamcı akıl ortaya çıkıyor ve etkisini hissettiriyor, ama bütün dünyada Müslümanları temsil eden, onlar adına ve onların bütün akli yeteneklerini temsil eden bir islamcılık olmadığı için okuma da doğal olarak dağınık olmaktadır. Dünyanın mevcut halinin eleştirisine dair güçlü metinleri kast ediyorsanız, aslında metinle gerçeklik arasındaki bağlar çok sıkı değil dünyamızda. Çok şeyler yazılıyor. cemaati olan entelektüeller ile entelektüeli olan cemaatler arasındaki farkta şu anda bambaşka bir sorun yaşıyoruz. Beş para etmez bazı metinlerin büyük partiler, cemaatler veya örgütler tarafından bir anda parlatılıp pazarlanması sözkonusu olabiliyor. Buradan ortaya çıkan okumalar kısa süreli bir ilgi gördükten sonra unutulup gidiyor. Çok iyi okumalar aynı zamanda iyi inşa faaliyetleridir, ama bu okumalara insanların katılması, onları onaylaması şartıyla. Dünyanın en iyi okumasını yapsanız da ikna edicilik başka bir şey. ikna edicilikse doğru olmakla ilgili değil, ya retorikle ilgili veya iyi bir pazarlamayla, iyi bir örgüt, cemaat veya parti tarafından pazarlanmakla ilgilidir. karar verilemezlik anında bir karara varmak, iyi veya kötü, doğru veya yanlış yine de büyük ölçüde retorikle ilgilidir doğrulukla değil. Müslümanlarınsa güçlü bir metinleri var ama onun yaşanılan dünyaya uygun güçlü bir yorumu sorunları var. Bu yorumlar da yok mudur? Bence fazlasıyla var. Gerisi, güçle ilgili.
Peki, Türkiye ölçeğinde sizin dediğinizi bu şekilde alsak da dünya ölçeğinde etkisini yine daha fazla hissettiren bir İslamcılık var. Bunun bir gelecek vaat ettiğini düşünüyor musunuz?
Gelecek vaadini söyleyeyim: hepimiz öleceğiz ve yaptığımız herşeyden hesaba çekileceğiz. yaptıklarımızdan ve yapabildiğimiz halde yapmadıklarımızdan. Gelecekte ölüm ve hesap var. Bugünün dünyasında islamcıların seslendirebilecekleri en anlamlı mesajın bu olduğunu düşünüyorum. kendini bir halt zanneden, tanrılık taslayan, başka insanlar üzerinde üstünlük taslayan insanlara bunu hatırlatarak bir uyarıda bulunmak. yoksa daha müreffeh bir dünya noktasında bugünün insanının bir eksiği veya ihtiyacı yok. Belli kesimler için refahın, gelişmenin ve kalkınmanın fazlası kat edilmiş durumda. islam’ın bu konuda bir rekabete girecek hali de gereği de yok. Buna mukabil dünyanın islam’a ihtiyacı olduğu çok açık. Ebu’l Hasan en-nedevi’nin başlığını çok sevdiğim, çok anlamlı bulduğum bir kitabı vardır: Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti? diye. o modernist hegemonyanın hükümferma olduğu yıllarda, islam’ın geriliğin bir sebebi olarak nitelendiği modernist ideolojinin etkisi altındaki zihinlere bu soruyu cesaretle, özgüvenle ve bir tür iddiayla ortaya koyuyordu? islam terakkiye mani değildi, bilakis Müslümanların gerilemesi dünyaya çok pahalıya mal olmuştur. insanlığın islam’a olan ihtiyacı sadece islam hakimiyeti altında bütün dillerin, dinlerin, sosyal tabakaların barış içinde yaşayabilecekleri gerçeğinden kaynaklanıyor. islam dünyanın siyasi sahnesinden çekildiği andan itibaren dünyanın şirazesi çıkmıştır. işgaller, sömürgecilik, bölgeler arasındaki eşitsizlikler vs. bütün bunların bir de medeniyet, modernleşme, dünya düzeni veya dünyanın gerçekleri denilerek makul gösterilmesi sözkonusu. Müslümanlar bu zulme itiraz ederler. işin aslının kula kulluk olduğunu söylerler ve bu vadin bir bakıma bir tarihi yoktur. Ezeli ve ebedi dava budur.
İslamcılığın dili bu şekilde Türkiye’de yeterince işlevsel mi peki? Onu temsil eden kimse yoksa, İslamcılık nasıl bu kadar etkili olabiliyor Türkiye’de ve bu haliyle nasıl bir siyaset ve sosyoloji inşa ediyor? Bunu yeterli buluyor musunuz?
yeterlilik duygusu tabii istiğna ve rıza halleri doğurur ki o kadar çok olumsuzluk varken bir Müslümana olup bitenlere razı olmak yakışmaz. Her durumda değiştirilmesi gereken, düzeltilmesi gereken eğrilikler vardır. Bazı eğriliklerin kaburga kemiği mesabesinde bir gerçekliği bir kendi tabiatı vardır. o tabiatla savaşarak bir tür insanla savaşa da gerek yok. Düzeltemezsiniz, düzeltmeye çalışsanız kırarsınız. insanı, zihnimizdeki ve sadece zihnimizin bir ürünü olan bir düzgünlüğe uyarlamak için kırmanın alemi yok. ama değiştirilebilecek, düzeltilebilecek şeyler vardır elbet ve bunun arayışı, talepkarlığı içinde olmak gerekiyor. Elbette islamcılık deminden beri ifade etmeye çalıştığım felsefelerin, itikatların, ibadet ve davranışların bir bileşkesi olarak bir habitus olarak türkiye’de etkili oluyor ve alttan alta ekonomiyi de, siyaseti de, toplumsal ilişikleri de bir hayli belirliyor, etkiliyor, geliştiriyor. Bu islamcı düşünce olmasaydı, bugün türkiye kendisine dayatılan kendini sömürgeleştirme psikolojisinin altında türlü komplekslerle kendini kilitlemiş olarak yaşamaya devam ederdi. Bugün türkiye daha demokratik, daha açık, insanı daha özgür, ekonomik ve sosyal potansiyelleri nispeten daha bir açığa çıkmışsa bu islami siyasal habitusların bu kendiliğinden işleyişi sayesinde olmaktadır. Üstelik etkisini sürdürürken yekpare bir örgütlülük içinde olmaksızın bunu yapıyor. Belki bir örgütlülüğü olsaydı bu kadar etkili ve bu kadar işlevsel olmayabilirdi. Biraz daha ileri gideyim, işlevselliğin bu biçimde kendini göstermesinde ilahi bir hayır ve inayet olduğunu düşünüyorum. Çünkü islami anlayış çeşitliliğinin bu vesileyle kendi içinde bir doğal yarış içinde bir denge oluşturarak sürece katkı yapması mümkün oluyor. Belki de aksi taktirde, belli bir örgütlülük belli bir anlayışın hakimiyetini gerektirecekti ve bu da farklı katkıların önünü kesmiş olacaktı.
İslamcılığın A.B.D., İsrail ve Filistin başta olmak üzere Ortadoğu ile ilişkilerinde geliştirdiği söylem ve dili nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında türkiye’de özellikle cumhuriyet sonrası islamcı duygu ve muhayyileyi uzun yıllar tam da bu uluslararası düzende Müslümanların içinde bulunduğu durum beslemiş ve etkilemiş, hayatta tutmuştur. türkiye’de Müslümanların zaten iyice yok sayıldığı, bir tür kendini-sömürgeleştirme mantığının hakim olduğu dönemlerde bile türkiye’de Müslümanlar Filistin’le, Filipinle, Eritre, Moro, Bosna, afganistan, Çeçenistan, türkistan, iran, Mısır, Suriye ve dünyanın her yanındaki Müslümanların dertleriyle hemhal olmuşlardır. Bu islamcılığın ulus-aşırı ümmet boyutunu Müslüman bilincinde hep canlı tutarken, bir yandan da onlarla olan ilgi islamcı ufku da, muhayyileyi de duyguyu da canlı tutmuş, beslemiştir. Şu islamcılar şu kadar ve bu şekilde, başka islamcılar şu kadar ve bu şekilde bu konuya yaklaşmış diye bakarsanız elbette çok farklar vardır. Bazı islamcıların herşeyin merkezine türkiye’yi koyarak başka ülkelerdeki Müslümanlara karşı bir tür etnosentrik bir yaklaşım sergilemeleri de sözkonusu. ama genel etki evrensel bir islamcılığın sürekli canlı kalmasını sağlamış olması. türkiye, arap ve islam halkları nezdinde şu anda Müslümanları en fazla koruyan, kollayan ve sahip çıkan ülke olarak görülüyor. Üstelik anayasası laik olmayı farz kıldığı halde bunu yapabiliyor. Buna mukabil bütün anayasalarında islam’a dayanmayı öngören arap ülkeleri dünya Müslümanlarının dertlerine karşı alabildiğine lakayt. Özellikle yönetim bazında hiçbirinin gündeminde Filistin, keşmir, Somali, Myanmar türkiye’nin gündeminde olduğu kadar bir yer tutmuyor. umurlarında bile değil. Hatta türkiye’nin ilgisini son zamanlarda bir yeni-osmanlıcılık hevesi olarak niteleyerek kendilerince mahkum etmeye çalışıyorlar. oysa türkiye’nin böyle bir hevesi olsa bile anayasalarındaki islam hatırına onların bunu türkiye’den daha fazla dert etmeye devam etmeleri gerekiyor. türkiye devlet olarak hatta ak Parti olarak hiçbir islamcılık iddiası taşımadan bu davalara sahip çıkmaya çalışıyor. Bu da türkiye’yi dünya siyasetinde fiilen islam’ı sahiplenen neredeyse tek ülke konumuna getiriyor. Fiili bir temsil, ama resmi-tanımlanmış, tanınmış bir hüviyeti olmaksızın. aslında kendilik tanımı itibariyle ak Parti islamcı bir parti değil, bir tür koalisyon partisidir. içinde islamcısı, milliyetçisi, liberali, sosyal demokratı da, Müslümanı ve gayr-ı Müslimi, Sünnisi alevisi de bulunan bir tür erdemliler ittifakı iddiasında bir parti. Bu haliyle bile arap dünyasındaki islamcı partiler için bir ilham kaynağı oluşturabiliyor. Bunun sebep ve dinamikleri üzerine ayrı değerlendirmeler yapmak gerekiyor tabi ama ak Parti’nin yönettiği türkiye bütün arap halklarının kendi ülkelerinde de aynı modeli, demokrasi, özgürlük, onur ve ekmek talepleri altında özetleyerek uygulama taleplerini motive etti. Bu motivasyonun etkili olduğu arap Devrimleri 2011 yılı itibariyle bütün arap halklarının gündeminde. türkiye’de geçerli olan siyaset bu anlamda ortadoğu’yu bu şekilde dolaylı olarak, hiçbir özel siyaset gütmeden inisiyatif almadan ve girişimde bulunmadan etkiliyor. Bunda büyük ölçüde islamcı duygu ve karakterin çok etkili olduğu türkiye siyasetinin aBD karşısında sergilediği onurlu bağımsız duruş, israil’in işgal siyasetine dürüstçe ve eğip bükmeden karşı çıkış, Filistin davasına da doğrudan ve fiilen sahip çıkış çok etkili oluyor.
Başka bir konuya geçelim isterseniz. İslamcılıkla ilgili süregelen tartışmalarda yer verilen "Siyasi iktidarı elde bulundurmak Kültürel İktidar üretimi için yeterli değil" düşüncesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gerçekten böyle mi? İslamcılar Kültürel üretimde başarısızlar mı?
Bu değerlendirmeleri kim hangi ölçütlere göre yapıyor bilmiyorum. Bir defa kültür alanı belli bir siyasal veya dinsel ideolojinin iktidar iddiasına hemen cevap verebilen bir alan değil. islamcıların kültürel üretimleri ve bunun dünyaya hitabı konusunda çok iddialı olduklarını söyleyemeyiz tabi. ayrıca islamcıların iktidarı şu anda bir efsaneye dönüşmüş durumda, ama değiller. Bir çok alanda etkili olmaları, hatta yönetiyor olmaları iktidarda oldukları anlamına gelmiyor. kaldı ki iktidar kavramına belki çağdaş felsefi yaklaşımlara müracaat ederek başka türlü bakmak gerekiyor. Mesela Foucault’nun bahsettiği iktidar tepeden inme, zorla dayatılabilen bir güç değil. Bilakis iktidara geldiklerini zannedenlerin bile tabi olmak durumunda olduğu daha derin kültürel, zihinsel, söylemsel iktidarlar vardır. alttan alta işleyen ve tepedekine de sirayet eden bir güç. Bu iktidarları belirleyen süreçler çok farklı ve çok daha temel. Siz onu da değiştirmek için bazı stratejiler geliştirmeyi arzu edebilirsiniz, ama o kadar kolay değil. Bu alana girdiğinizde iktidar arayışındaki insanın nasıl boş bir şeyin peşinde koştuğunu da görmüş oluyorsunuz. imkansız bir hedeftir iktidar, herhangi bir insan, herhangi bir parti veya grup için. toplumun kendinden bir gücü vardır aslında ve bu güç kendi kültürünü de üretiyor, o kültür üzerinden kendini ifade ediyor, iktidarını yansıtıyor ve tepedekine de bir şekilde kabul ettiriyor. Belki islamcıların bu anlamda iktidar kavramı üzerine bir düşünüm ortaya koymaları gerekiyordur. iktidar üzerine düşünmek biraz da insan üzerine düşünmektir. Çünkü nietzsche’nin çok iyi ortaya koyduğu gibi iktidar isteği, arzusu veya iradesi insanın asli tabiatındandır. Bu iktidarların hepsini yok sayıp sadece kendi iktidarınızı dayatmaya kalkarsanız, zaten hem başaramazsınız hem de ısrar ederseniz başka bir şey çıkar ortaya. Müslümanlar bu noktada nasıl bir ufka ve hedefe sahip olacaklar, bunu yeterince tartışmış olduklarını sanmıyorum. ama bu tabloya yine de islamcıların başarısızlığı başlığı altında bakmayı da gereğinden fazla yüzeysel bulduğumu söylemeliyim. Müslümanlar da veya daha özel bir tabirle islamcılar da kendi kültürlerini illa ki üretiyorlar ama bu kültürün hegemonya kazanması, islam’ın çağrısının kabul görmesiyle ilgilidir. o kadar da iyimser olmamak lazım. tarihin çok az döneminde islam bütün ilke ve değerleriyle bütün insanların kalbinde kurulmuştur. kitleler çoğu zaman günlük hazların, eğlencenin, insanı gaflete sürükleyen ucuz meşgalelerin peşinden gitmeyi tercih ederler. Bu tür karşılaştırmaları yapanların solun kültürel hegemonyasından bahsettiğini çok sık duyarız, oysa hegemonik olan sol da değildir. Hazcılıktır. Hazlara hitap eden kültürel üretimler alanında islamcıların rekabet etme şansları zaten yok, bence buna çok özenmeleri de gerekmiyor. Bu paradokslar içinde islamcılığın da kendine has bir kültürü oluşuyor, gelişiyor, bunun olumlu olumsuz, kendi içinde rahat sızlıklara veya memnuniyetlere konu yanları oluyor. Duyduğumuz rahatsızlıklar, hoşnutsuzluklar, insanların konumlarıyla duruşlarıyla da ilgili. ciddi bur çoğulculuğun da islamcı toplum içinde oluştuğunun da işareti. Herkes herşeyi aynı şekilde görüp algılamıyor, hissetmiyor.
İslamcılık, -birçok iktidar ilişkisinde görülen- iktidara yakınlaştıkça muhaliflikten uzaklaşma ve mevcudu kabullenerek yıpranma sürecini mi yaşadı/yaşıyor? Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Bugün islamcıların türkiye’de elli sene önceki, hatta tabii ki yirmi sene önceki durumda olmadıkları çok açık. ancak iktidar olduklarını söylemek de abartılı olur. Bazı islamcıların geçmişe nazaran daha fazla iktidarda oldukları, en azından iktidar kanallarının artık islamcılara kapalı olmadığını söylemek mümkün ancak türkiye’de islamcılığın topyekun iktidarda olduğunu söyleyemeyiz. alenen ilan edilmiş bir islamcı program yürürlükte değildir mesela. uygulamalarda ve bazı siyasetlerde Müslümanların bazı hassasiyetleri gözetiliyor olabilir ama bu iktidarın islam’ın iktidarı olduğunu göstermiyor. Hoş, bugünün dünyasında mümkün bir islamcı iktidarı nasıl olabilir, o da ayrı bir tartışma konusudur ve bence ciddi ciddi tartışılması gereken bir husus. Elbette siyasetin de devlet ve vatandaş ilişkilerinin de yepyeni dinamikleri ve şekilleri var. Eski devlet pratiklerine göre bütün fıkhı, teorisi şekillenmiş olan islami siyaset teorilerinin bugünün dünyasında nasıl bir model önerebileceği hususu hala tartışmaya veya geliştirmeye açık bir husus. Bu konuda mevcut ezberlerin işe yaramadığı çok açık. ak Parti iktidarının arap dünyasındaki en radikal islami siyaset teorilerini bile kendilerini yeniden gözden geçirmeye zorlamış olduğunu biliyorum. tarih önümüze yepyeni imtihanlarla, yepyeni bir alan açmış bulunuyor. ak Parti patiğiyle yürünen yolun bütün referanslarının islami olduğunu kimse söyleyemez ama buna rağmen bu önemli bir pratik ve islami siyaset alanında ciddi içtihatlara referans oluşturabilecek bir pratik olarak görülüyor. yıllar önce ben buna teorisi olmayan fiili içtihat demeyi tercih etmiştim. Bazen bir pratik ortaya konulur bir patika açılır ve orası yol olur.
İşin iktidar ve muhalefet kısmına gelince. Birkaç yıl önce böyle bir tartışma oluşmuştur. islamcılığın özü itibariyle bir muhalif hareket olduğunu ve iktidara gelmek suretiyle artık bitmiş olduğunu söylemişti Mümtazer türköne ve onu izleyen önemli bir söylem. Buna göre islamcılık iktidar olduğunda artık insanlara söyleyecek bir şeyi kalmıyordu, bir yandan da iddialarını zaten gerçekleştirecek bir imkan bulamayacağı için oradan da tükenmiş olacaktı. Bir hayal kırıklığı yaratmış olacaktı çünkü falan. Bu teze karşılık ali Bulaç islamcılığın tükenmediğini ve tükenemeyeceğini, ama iktidar olan ak Parti’nin islamcılığı terk etmiş olduğunu söylemek suretiyle islamcılık adına umudu açık tutmaya çalışmıştı. oysa ikisi de yanlış yerden bakıyordu. ak Parti’nin gelişimi üzerinden islamcılığı okumak çok isabetsiz. ak Parti islamcılık için tarihi bir tecrübe, ama tecrübelerden bir tecrübe sadece. islamcılık ak Parti’den çok fazlası, ak Parti de islamcılıktan fazlası. Bunu bir değer itibariyle söylemiyorum tabi. ak Parti münhasıran islamcı bir parti değil, bir koalisyon partisi demiştim, belki o anlamda. Dolayısıyla ak Parti’deki islamcı olmayan yanlar üzerinden bir islamcılık eleştirisi yapmak isabetsiz. ikincisi islamcılığın münhasıran bir muhalif hareket olma zorunluluğu nereden çıkarsanmış anlamak mümkün değil. Bütün siyasi hareketlerin nihai amacı iktidara gelmek, iktidar olmaktır. Bu insanın tabiatında olduğu kadar (will to power, iktidar istenci, nietzsche) bütün siyasi hareketlerin tabiatındandır. ayrıca islamcılığın hiçbir zaman iktidara gelmemek gibi bir vaadinin olduğuna hiç şahit olmadım şahsen. Bütün islamcı söylemlerin, diğer bütün siyasi hareketler gibi nihai hedefi iktidar olmak, iktidarı etkilemek olmuştur. Hatta Müslümanların en güçlü referans modeli olarak Peygamberlerinin hayatı diğer bütün peygamberler arasında iktidar mürüvvetini en net şekilde görmüş olan belki de tek model. Peygamber efendimizin hayatı gerçekten de baştan sona kadar mükemmel bir hikaye bütünlüğü içinde mutlu sonu görmüş, dünya iktidarını da tatmış, Mekke’sini fethederek mutlu sonu göstermiş bir hayat. o açıdan Müslümanların hayatında trajediye, melankoliye fazla yer yoktur. Hz. Musa kendi kavminin mürüvvetini göremeden göçüp gitmiş, kendi kavmine o yüzden bütün tarih boyunca bitimsiz bir diaspora bırakmıştır. o diasporanın telafisi ancak çılgınca, bütün dünyanın çatışmalara sürüklendiği, bitimsiz bir huzursuzluk ve istikrarsızlık kaynağı olan Siyonizm olabiliyor. Dünyada kendinden başka insanlara vaat edebileceği hiçbir şey yok. Hz. isa çarmıha gerilmiştir, belki bu yolla bütün insanların günahlarına kefaret olarak kurtarıcı olduğu düşünülmüş olsa da bu telafi yolunun berisinde büyük bir travma vardır ve dünyada istediklerini ancak gelmekte olan bir zamanda, belirsiz bir binyıllık dönemde kurulacak bir tanrı krallığı altında gerçekleştirecektir. yani imkansız bir mürüvvet peşindeler ve bu bütün siyasetlerine, dünyada kendilerinden başka insanlara karşı siyasetlerinde de sürekli onları belirleyen bir ruh hali ve tarz yaratıyor. aynı şeyi Ernest Gellner Şiilik için de uyarlıyor. orada da sürekli canlı tutulan bir kerbela tecrübesi üzerinden okumanın ürettiği başka türlü bir trajedi merkezli bir siyaset motivasyonu veya referansı var. Mürüvvet yaşamış bir Peygamber yerine kerbela faciası noktasında durmak ve bütün hayatı ve tarihi bunun etrafında yorumlamaya kalkmak ister istemez siyasi duruşlara da başka türlü etki ediyor. oysa Müslümanlar Hz. Peygamberin nezdinde muhalefeti de görmüş, iktidarı da, yokluğu da görmüş varlığı da, acılar da yaşamış sevinçler de, yenilgiler de tatmış zaferler de. nihayeti fetih olan ve bu fetih sayesinde bütün geçmiş ve gelecek hatalarının üzerine bir sünger çekilen bir an da yaşamışlardır. Bu anın da kalıcı olmadığını üstelik bilmişlerdir ve bunun allah’ın günlerinden olduğunu bilmişlerdir. Her zorlukla beraber bir kolaylığın olduğunu, ama her kolaylığın da ağır sorumluluklar ürettiğinin de hikmetine sahipler. ne kadar sahipler ne kadar değiller, biraz da o Müslümanların tarihsel kalitesine bağlıdır tabi ama Müslümanların ilanihaye muhalif kalacaklarına dair ne bir vaatleri ne de bir istidatları vardır. iktidar sorumluluğu taşıyan birinin bir muhalif gibi davranmasını kim bekler? neden bekler? iktidar makamındakinin eleştirmek yerine yapması beklenir elbet, yaptığını da savunması. yaptığını savununca insana devletçi diyorlar. ne yani yapılan çok olumlu, çok güzel faaliyetlerin tanıtımı yapılmasın mı, bunun mantığının savunması hiç yapılmasın mı? kendi yaptıklarına muhalefet eden adama deli derler.
Elbette iktidar tecrübesi ile muhalefet tecrübesi birbirinden söylem olarak, sorumluluk olarak, siyasi konum olarak da bir farklılık arz edecektir. Bu farklılığın bir kısmı elbetteki konumun ürettiği sorumlulukla ilgilidir, bir kısmı tabii ki imtihanla ilgilidir. Belli bazı Müslümanlar iktidarla imtihanlarında başarılı olmayabilirler. iktidar Müslümanları da bozabilir, mutlak iktidar daha da bozabilir, o da islamcı-islamcı olmayan her tür siyasal pratiğe dahildir.
Günümüzün sosyal bilim literatürü, gençlere ilişkin farklılıkları tanımlamak adına X, Y ve Z kuşağı gibi çeşitli kategoriler oluşturuyor malumunuz. Bu kategorilerdeki farklılıklar üzerinden İslamcı düşüncenin seyrinin günümüz gençleri düşünüldüğünde nasıl bir istikamete doğru yöneleceği söylenebilir? Başka bir deyişle, İslamcı Ebeveynler ve çocukları arasındaki ilişkiyi nasıl tahlil ediyorsunuz? Kuşaklararası sıhhatli bir düşünsel miras aktarımı gerçekleşebildi mi/gerçekleşebiliyor mu?
Kuşaklar arası anlayış farkları mukadder bir durum. tarih boyunca bu sorun her zaman yaşanmıştır. ilk Müslüman nesil müşrik olarak veya Hıristiyan ve yahudi olarak yetişmişken sonradan Müslüman olanlardan oluşuyordu. Müslümanlığa geçerken geride terkettiği düşünceyle veya dinle, yaşam tarzıyla hesaplaşarak onunla arasına bir mesafe bir sınır koyarak yaşıyordu bu geçişi, bu ihtidayı. Geri dönmemek üzere, başka dinlere benzememek üzere kavuştuğu hidayete çok özel bir anlam atfederek yaşıyordu bu geçişi. oysa bu tecrübeyi yaşarken islam’a son derece dindarca bir tutkuyla bağlı olan bu sahabe neslinden sonraki nesiller, daha sonraki nesiller, her sonraki nesle daha az heyecan, daha az hassasiyet aktardılar. Bir tür inanç ve heyecan entropisi bu tür karizmatik hareketlerin hepsinin kaderidir. Bu ashaptan bazılarını da düşündürmüş tipik bir nesil tecrübesidir.
Günümüzde, ebeveynleri muhalifken kendileri bir şekilde iktidar sorumluluğu almış, bu konumda farklı roller üstlenmiş çocuklar yeni sayılabilecek bir tecrübe aslında. Daha önce yaşanmış olan tecrübeden çok farklı. türkiye’de cumhuriyet döneminin ürettiği nesiller içinde yetişen islamcılar da kendi ebeveynlerinden çok farklıydılar nitekim. Bir tür fabrika hataları olarak çıkıyorlardı. Demek ki eğitim sistemleri her zaman istedikleri ürünleri yetiştiremiyor. islamcı nesiller de mevcut eğitim sisteminin hiç hedeflemediği, arzu etmediği bir ürün değil midir? Bütün eğitim sistemleri tek tip insan yetiştirmeyi hedeflediği halde aynı sistemin içinden hiç arzu edilmeyen solcusu da, kürtçüsü de, ırkçısı da, islamcısı da aradan sıyrılıp çıkabiliyor. islamcı ebeveynin çocuklarının farklı bir dünyaya ve kültürel atmosfere, çatışma ortamına gözlerini açıyor olduğunu ve orada başka türlü etkileşimlere girdiğini gözardı etmemek gerekiyor. ilanihaye bütün nesiller boyu sürdürülebilecek bir duyarlılık yok. islam’ın bir farkı ve avantajı elbette kendisini belli dini ibadetler, ritüeller, alışkanlıklar üzerinden yeniden üretme kapasitesine fazlasıyla sahip olmasıdır. o açıdan kendi islamcı ebeveyninden daha duyarlı, daha tutkulu islamcı nesiller de olabiliyor, tabii ki tersi de. kendi ebeveyninin iktidarla imtihanındaki başarısızlığından dolayı evde samimiyetsizlik görmek türlü tepkilere yol açıyor. Her zaman daha büyük bir savrulmaya gitmesi zorunlu olmuyor. kimi ebeveynini samimiyetsizlikle suçlayıp radikalleşme yönünde tepki gösteriyor. kimi de bir anlamsızlık duygusuna savrulup sekülerleşiyor iyice. Geçenlerde bir gazete yazımda da paylaşmıştım, bayramda ziyaret ettiğim iki islamcı ailenin her birinin tanıdığım çocuklarının biri bayram tatilini geçirmek üzere Çad’a, diğeri nijer’e gitmiş. ikisi de oradaki yoksullara, savaş mağduru mültecilere yardım etmek üzere gitmişler. Böyle trendler de var. Genel eğilim hangi istikamettedir, doğrusu tam bir ölçümünü yapmak mümkün değil, ama tam da gençlik bitti, bitiyor denilirken 15 temmuz’da muhteşem bir gençliğin sahneye çıktığını da gördük. Bu gençliğin özünde bir asım karakteri var, deli dolu, hercai bir tabiat. tabi bu gençliğin tıpkı asım’ın nesli gibi işi sadece delikanlılığa vurmak gibi bir yanı da var. akif’in beklentisi kendini bilen, tahsilli, kendini iyi yetiştirmiş, gerekirse çağın bütün ilimleriyle donanmış, milletine güç katan bir gençlik. Beklenmeyen bir hızla bir kitle partisine dönüşen ak Parti kendi kimlik belirsizliğinin aynısını islamcı gençliğe de aşıladı. Bu belirsizlik içinde islamcı misyon veya idealin ne hale gelmiş olduğu halen belirsiz. Muhafazakar demokrat veya liberal veya merkez sağ bir kültürden bir islamcı ruh veya ideal çıkmıyor. Diğer yandan dünyadaki gidişat Müslümanları daha fazla siyasallaşmaya da zorluyor ve bu bilhassa gençlik için, kimliğini bulmak, sorumluluğunu üstlenmek için ayrı bir motivasyon ve baskı oluşturuyor. Dünya tarihi içinde ibrahimi gelenek içindeki dinlerin dünyadaki rol dağılımı onların kimliklerinitamamen yitirmelerine izin vermiyor. kendileri gevşese de, unutsa da düşmanları kendilerine bu kimliği unutturmuyor, sürekli olarak hatırlatıyor ve sahip çıkmaya zorluyor. Huntignton’un medeniyetler çatışması olarak ifade ettiği şeyin bir gerçekliği var. Bunu Müslümanlar bir tür iyimserlikle ama daha ziyade gafletle unutmaya teşne idiler aslında. Belki de unutmak kendi durumları için daha uygun görünüyordu. ancak en ufak bir silkinişte üzerlerine üzerlerine gelen bir dünyayı fark ettiler, her geçen gün daha da fazla fark ediyorlar. israil’in ortadoğu’da oynadığı işgalci, Siyonist rol, avrupa’da Müslüman kimliğe karşı gelişen aşırı sağcı siyasallıklar, aBD’de evangelizmin ürettiği islamofobik söylemler ve siyasetler, Hinduların ve Budistlerin Müslümanlara karşı uyguladıkları zulümler, Müslüman kimliğinin unutulmaya yüz tutmaya bırakmıyor. Her hatırlatma islam kimliği altında insanların bir gelecek inşa arayışlarını daha da motive etmektedir. Burada mevcut Müslümanların kapasitesinden değil düşman hıncıyla harekete geçirilen motivasyonundan bahsediyorum Bunun da gerçek bir sosyolojisi var. tabi potansiyelden ayrı olarak mevcut kapasitelerden bahsetmek için varolanı biraz güzellemek gerekir ki, ona girmiyorum elbet.
Daha somut şeylerden bahsetmek gerekirse, islamcı ebeveynlerin çocuklarıyla olan ilişkilerine dair sayısız gözlemler aktarabiliriz. iyi örnekler var, kötü örnekler var. Ebeveynin samimiyeti veya samimiyetsizliği evde, ilk eğitim ortamında, değerlerin sonraki nesle en gerçek modeller olarak nakledileceği yerde, aynen aktarıldığını unutmamak gerekiyor. Ebeveynin aşınan samimiyetine tanık olmanın yeni nesiller üzerindeki etkisi ne oluyor? oradan nasıl bir hassasiyet aktarımı oluyor? Veya samimiyet var da anlayış farkı oluşuyorsa bunun etkisi nasıl yansıyor, bütün bunlar irdelenmeyi hak eden sorular ama genellemeler yapmak mümkün değil. Bir yandan da bahsettiğim gibi islamcı misyonu mevcut Müslümanların tercihine bırakmayan ilahi bir plan var. yaşattığı hadiselerle, badirelerle, imtihanlarla onları bir misyona hazırlayan ve bir irade. kaderin üstündeki kader.