İKSV 15’inci İstanbul Bienali “iyi bir komşu” a good neighbour
Sayı:1 / Özgürlük ve Teslimiyet - Kültür Sanat
Z. Hülya Aytulum
Müşterek “Öteki”
Mündemiç “Komşu”
“Yeniyi söylemelisin ve yine de hep eskiyi, hep yalnızca eskiyi söylemelisin ama yine de yeni bir şey”
Wittgenstein
İnsanoğlunun dünya hikayesinde omzuna bindirilmiş saydam bir sis bulutunu, hiç yokmuş gibi yaşama çabasının şahitleriyiz. Demografik tüm ayrışmalara, her biri ayrı ayrı politikleştirilmiş her sahaya, Leander Schonweger’ın yer yüzündeki tüm soyut parçalanmaları misafir ettiği labirent evine, Lungiswa Gqunta’nın Çimen’liğini yarattığı kaygılara; ve hatta tarih üstü kaygılara, adını hayat ışığı olmasından alan bir kadının karanlığa gark edilişine ve en nihayetinde kafasını vurduğu duvarlara veya yeryüzü hikayesinde fonksiyonelliğe indirgenen camekandaki solucanlara söylettirilen rahmine, bir beton yığına gömülen ruhun temsiline ve bir Rembrandt korkusunun dondurulduğu her tuval zerresine… Pergelin sabit ayağının ölüme kurulu olduğu helezonik bir dünyadan konuşuyoruz. Yaşamaya devam edebilmek için ölümü görmeme üzerine bir konsensüs sağlamak; ve bu evrensel merakımızı, o meraka yönelik tüm tepkimizi, sahip olunan tanrısallığa rağmen iliklere kadar hissedilen çarpıcı ve reel acziyete verilen tüm isyanları sansürleyerek meşrulaştırmanın yollarından biridir sanat. Bu kapsayıcı paydaşlık her sahayla müthiş bir organik bağ tesis eder. Felsefenin hissettiği karın ağrısı bir Pollack tuvaline impastik bir renk olur, renksizlik olur, kapitale olan bir isyan kırık koka kola şişesi olur, yeşile boyanır, tarihin savaşlarından bir savaş, yıkık toplumlarından bir toplum olur Guernica’yı yaratır ve bir kadının tüm burukluğu Modigliani’nin yağmura çalan bir gecesinde ölümsüz olur… “Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak” diyen bir şairin çığlığı olur. Ölmemek için yaşamak, yaşayabilmek için hayatı anlamlandırma gerekliliğinin, zamanı ölümsüzleştirme ilacına hammadde yaratma kaygısı olur. İnsanoğlunun evrenin zamansal boyutunda yaşıyor olmaklığı, tüm insanlık birikiminin hep eskiyi terennüm eden bir yeni olmasını estetik kılar ve belki de bu yüzden modern sanatın bakiyesizliğe gebe sancıları ilk etapta bir ön yargıyla karşılanır.
Küratörlüğünü Elmgreen ve Dragset’in üstlendiği etkinliğin “iyi bir komşu” temasıyla sanat severlerle buluştuğu 15. İstanbul Bienali de böyle bir ön yargıyla gezilmeye müsait. Bienal için üzerine konuşulduğunda sık sık karşılaşılan “sanat üretimi” kelime kombinininyer yer kulak tırmalamayacak kadar gerçekten beslendiğini üzülerek ele almak gerekir. Sanat ve üretim gibi birbirinden metodolojik ve anlam alansal olarak çok uzak olan kavramların, gerçekten de bir üretim kaygısına sıkıştırılmış şehrin, insanın ve tarihin ruhunu arayan gözler için çoğu yerinde bir hayal kırıklığı yarattığı gerçeğiyle yüzleşilmektedir. Bir sanat eseriyle çarpışıldığında –bir karşılaşma değil, olsa olsa muhayyel boyutta bir çarpışma olmalıdır- yaratılma sürecindeki kaygıya misafir olunup olunmadığı temel bir hareket noktası olmalıdır. “İyi bir komşu” konseptinin modern taarruzundan çıktığımızda, içinde bulunduğumuz sanatsal faaliyete meşruiyyetini takdim etmek için kendimize şu soruyu sormalıyız: “Ben kendimi, iyi bir komşuyu sanatsal bir yönlendirmeyle gerek tarihsel, gerek fonksiyonel, gerekse insanî açıdan sorgular buldum mu? Bienal böyle bir kaygıyla hazırlanmış ve fakat bu kaygıya hizmet eden bir çıktıya dönüşmüş mü?” Bu soruları cevaplarken post moderniteyle beraber ivedilikle tartışılmakta olan modern sanatın geleneksel olanla ilişkisinde bir duruş belirlenmesi gerekir. Muhtevası büyük oranda modern sanat anlayışıyla beslenen bienal, geleneksel olana karşı ele alınan meydan okumalardan biri mi, yoksa geleneğin tarihsel bakiyesinden beslenen bir “yeni” mi? Soruyu şu şekilde yineleyelim; modern sanat bir makes mi, yoksa insanlığın evrensel sancısının zamansal boyuttaki dışlayıcı bir tekamül süreci mi? Şayet bir makes ise “iyi bir komşu” gibi kognitif bilinçdışına ve dahi kültürün köklü kavramlarından birine işaret etmesi bakımından metodolojik olarak hatalıdır. Eğer modern sanat bağlamında ele alınan bu çalışmalar geleneğe karşı tepkisel bir motivasyonla serdedilmişse, jargonunu da modernitenin gri şehirlerinden almalıdır. Olması gerekenden sıyrılıp reel zeminden hareket edildiğinde görülmektedir ki; bienalde, post moderniteyle gelen belirsiz çoğulculuk ve kaygan zeminin sanata en keskin yansımalarından biriyle karşılaşılacaktır. Elbette sanatsal bir faaliyete, belli başlı bir metodolojiyle ele alınmış makalelerden bir makale gibi yaklaşmak hatalı olur. Fakat konsept iddiası ve bu motivasyonla başlığın gayrı ihtiyari sınırlandırdığı beklentiye bakıldığında, bu sorular ekseninde değerlendirmeler kaçınılmazdır.
Şüphesiz sanatsal etkinliklerin yapıldıkları dönemle kaygısal bir ortak paydası vardır. Moderniteyle klasiğin harmanlandığı “art deko” estetik algısının, sevenini sıkıştırdığı rezidans ve site hayatlarının yaşattığı yabancılaşma, bir nefes olarak akıllarda hâlâ kavramsal olarak yer eden komşuluğu behemehal hatırlamaya götürür. 32 ülkeden 56 sanatçının farklı coğrafyalardan sancılarını aktardığı 150 eserden oluşan bienal; 21. yy’da şehirli olmanın handikaplarından birine işaret ediyor. Etkinliğin büyük çoğunluğu tam da bu geçiş sürecini yaşayan, zihninde kavramsal olarak barındırdığı komşuluk idesinin yaşamsal bir karşılığını bulamayan genç sanatçılar tarafından oluşturuldu. Eserlerin yalnızca 30’unun bienal için özel olarak yaratılması, belirlenen konseptle zoraki bir bağıntıyı gerekli kılmaktadır. Buna rağmen eserlerin belirlenmesi, küratörler tarafından eski usul atölye ziyaretleri gerçekleştirilerek etkinlik konseptine yakın bir formatta ele alınmıştır.
2013’ten sonra kamusal alan gibi sosyolojik temalara ilgi gösterip uluslararası ses getiren bir çok başarılı çalışmaya imza atmış sanatçı ikilisini ve bulundukları zaman diliminin mekânsal tahlilleriyle görünmeyene işaret etmeye çalışan genç sanatçıların tasarımlarını ve eşyaya yükledikleri epizodik anlamları daraltıcı bir konseptle ele almadan izlemek son derece keyif verecektir. Modern sanatı ve sanat değeri taşıyan her çalışmayı, çağdaş sanata yüklenen anlam muvacehesinde ele almak gerekir. Etkinlikteki seçkiler dev mekânsal yerleştirmelerden ve yer yer seyredenini farklı anlam alanlarına götüren tablolardan oluşuyor. Mekanların Karaköy ve Beyoğlu sınırları içinde, birbirlerine yürüme mesafesinde olması komşu konseptine işaret eden bir tercihi ortaya koyuyor. Etkinlikteki eserlerin komşuluğa projeksiyon tuttuğu kısımlarına bakıldığında; ev ve aidiyyet temalarına, kolektif paylaşımlara işaret eden mahalle gibi ortak yaşam alanlarına, dini ve kültürel farklılıklarına rağmen bir arada bulunan insanlara, sosyo-siyasal sonuçların insanlığa yaşattığı göçün izdüşümlerine, karşı apartmandaki evin perdesine, siyasal sınırlar nezdinde oluşan ülkelerin birbirleriyle komşuluk ilişkilerinin yansıdığı tuvallere, insanı içine çeken kirli sokaklardan ve beton yığını içinde büyüyen bir çift çocuk gözüne misafir olunduğu görülür.
Beklentileri yükselten, etkinliğin ilk durağı olan Pera Müzesi’nden başlayalım. Klasik sanat eserlerinin ağırlıkta olduğu ve belki de bu sebeple gidilecek diğer duraklarda aynı beklentiyi yaratan tablolar, siyahîlerin Osmanlı kültüründe oynadıkları yer ve Osmanlı’nın diğer ülkelerin elçilikleriyle kurdukları ilişkiler, çok geçmeden konteksin bir klasik sanat eleştirisi olup olmadığını sorgulatıyor. 15 farklı ülkeden sanatçının eserlerinin yer aldığı Pera’da; AlejandroAlmanzaPereda’nın “Sparetherodandspoilthechild” çalışması, ışıkların birbirine eklemlendiği küreler yerine dört bölmeden oluşan tahta pencereleri andıran sıcak mahalle ambiyansını özletiyor. Pencere ışıklarının metropoldeki isyanının etkisinden çıkmadan, Fred Wilson New York’ta bir yemek masasına davet ediyor. Samanyolu’nda kaybedilen aşkı, beyaz bir satranç oyununu seyreden zenciye izletiyor. Nijerya’dan NjidekaAkunyiliCrosby eliyle; insanlığın iç içe geçtiği, zebra perdenin aralıklarından muhtelif bakışların sızdığı çizgisiz bir dost oturmasına yolculuk ediliyor. Daha birçok çizgisel geçişlerin, keskin hatların ve nude vurguların olduğu eserler arasından geçerken; Cezayir’liAdel, klasik şapkalı bir Fransız çocuğunun şaşkın heykeliyle kendisinde durduruyor. Pera’nın dördüncü katına çıktığınızda, –ki burası konsept olarak bienal dahilinde olmayıp bienale misafir olan bir feminist sergi niteliği taşıdığı için çoğunluk tarafından es geçilmiştir- mekânın VajikoChackhiani dışında tamamının kadın sanatçılara ayrıldığı görülür. LouiseBourgeois’danAudePariset’e, AndraUrsuta’danLilianaMaresca’ya kadın perspektifinin misafir edildiği bu kat, küratörlerin hassaten ağırlık vermek istedikleri feminist yaklaşımın kendini gösterdiği bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Kadın çalışmalarının ağırlıklı olarak sergilendiği eserlerin bienale misafir edilmesi, patriyarka bir isyan niteliği taşımakta ve kadının serencamı boyunca dahil edilmediği sanat algısını parçalama temayülü taşımaktadır. Bu motivasyon kendisini bienalin diğer alanlarında nispeten belirleyici kılmış olmalı ki, bienalde eserlerine yer verilen 56 sanatçıdan 23’ünü kadınlar teşkil etmiştir.
Bir diğer durak olan İstanbul Modern’e gidildiğinde ise bienalin konseptinden çok uzak bir hava misafirlerini ağırlıyor. Ve belki de bienal kapsamındaki en büyük hayal kırıklığı oluyor İstanbul Modern… Mekansal genişliğin de etkisiyle dev yerleştirmelerin ağırlıkta olduğu İstanbul Modern; Cape Town’dan bir Lehulere çalışmasını, diplomaların sergilendiği odun kulübelerle günümüze taşıyor. Sahibinden çok ünvanının daha rijit bir belirleyici olduğu ve “üst kattaki doktor, alt katımızda bir mimar var” gibi cümlelerin görsele yansıdığı bu çalışma Modern’i güzelleştiren yapıtlar arasında. İnsan ister istemez bu kaygı ve kırılmaların dünyanın her yerine yansıdığıyla acımasız bir şekilde karşılaşıyor. “Kuşların Konferansı”, eğitimin insanı özgürleştiren bir ideal olmasından sıyrılıp; bir rulo kağıt yumağına, bir kara tahtaya ve bir kuş kafesine dönüşüne bir isyan niteliği taşıyor. Önünde mektupların olduğu kuş kafeslerinin kapılarının açık ve içinde kuşların olmaması, belki de bir umudu terennüm ediyor. Evet, öğrencilerin oturuyor olması gereken okul sırasına da bir heykeliliştirilmemiş… Tahtaların her birine farklı sınıfsal sorunların konu olduğu tebeşir çizimleri yerleştirilmiş. Apartheid döneminde yaşanan ırk çatışmaları ve yadsınan siyahî hakların arka planda eşlik ettiği, Güney Afrika’dan gelen bu isyan dalgasını sindirdikten sonra; CandeğerFurtun’un bir seramik çalışması olmaktan çok daha büyük bir anlamı absorbe eden eserleri, Türk sanatçılar üzerine dikkat çekiyor. Volkan Aslan’ın Modern’deki “Evim Evim Güzel Evim” filmi de izleyeninde aynı tatmini sağlıyor. Bir Rayyane Tabet çalışması olan muhtelif boyut ve şekillerle geniş bir mekana yerleştirilmiş kütük ve kolon parçalarının sergilendiği çalışma, ziyaretçileri kendinde durduruyor, belki çok şey söyleyip belki de kendisiyle hiç tanışmadan uğurluyor. Zimbabwe’de yaşayan sanatçı Yonamine’nin “Siyaha Geri Gitmek” temalı tabloları, Afrika ve Avrupa’daki görsel imgelerin karşılıklı bir okumasını yapıyor. Modern’in camekandaki kitap enstalasyonunun yerine yerleştirilmiş olan YoungJunTak’ın ters dönmüş odası, 19. yy’ın bireyselleştirdiği bir yaratığın bohemine davet ediyor. Ve Adel, az önce Pera’da bizlerle tanıştırdığı klasik şapkalı Fransız erkek çocuğunu, Vietnam Savaşı sırasında atılan bombalardan çığlık çığlığa kaçan çırılçıplak bir kız çocuğuylatekrar hatırlatıyor. Tek materyalden oluşan fildişi çalışmanın üzerindeki çizikler ve lekeler 9 yaşındaki bir kız çocuğunun yaşadığı kırılmalara işaret ediyor. Birbiriyle bağlantılı bir şekilde ele alındığında, bienalde ağırlıkla yer verilen feminen zeminden, farklı varyantlarla tekrar tekrar konuşulduğu görülecektir. İstanbul Modern, bienalin uzun soluklu ev sahiplerinden olması hasebiyle, kendisinin ve gelecekte devamiyetini dilediğimiz bienalin varlığını konsolide ediyor.
Etkinliğin bir diğer durağı olan Ark Kültür, Cihangir’de kurmaca bir müze ev olarak tasarlanan bir sanat evi. Pera ve Modern’i demlendirip kendimizi Ark Kültür’e hazırlamadan önce, White Mill’de filtre kahvenin süzülmesini beklerken, yan masadaki az sonra duygu dünyalarına misafir olacağımız eşcinsellere merhaba derken başıma geleceklerden habersizdim. Ark Kültür’de sadece Mısırlı sanatçı MahmoudKhaled’in büyük heyecanla yarattığı projesi yer alıyor. Eserlerin yekûnüne bütüncül bir projeksiyon yansıtıldığında görülecektir ki; çalışmanın içinde çok farklı kırılmaların ve yıllardır görmezden gelinen bir gerçekliğin aydınlatılma kaygısı yattığından, sanatçı tarafından bir proje olarak nitelendiriliyor. 2001 yılında bir eğlence teknesine düzenlenen polis baskınıyla tutuklanan ve kimlikleri ifşa edilen eşcinsellerin konuk edildiği müze ev, misafirlerini bir insanın mahremine davet ediyor. Khaled, Ağlayan Adam Müze Evi’nde; çoğunlukla Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde sorun olarak karşılaşılan eşcinsel vakalarının trajik yansımalarına işaret ediyor. Mısır’dan kaçan Ağlayan Adam’ın kendi sığınağını yarattığı bu hayali ev, soğuk, donuk, keskin, sert ve belki de bu yüzden yaşanmışlık hissini iliklerine kadar hissettiriyor. Sergiye eşlik eden kulaklıktaki tınılar arasında “Chopin’i ne zaman çalacaksınız” diye düşünürken, “Bu duvarda bir Rembrandt olmalıydı dostum” diyorsunuz. Tüm perdeleri kapalı olan evin banyosu tamamen camdan oluşturulmuş. Merhabalar, hâlâ görmemekte ısrar ettiğimiz bir eşcinselin bizleri sürüklediği yaralayıcı ironideyiz. Bir şifonyer aynasında silinmek üzere olan silüet, çürümekteyken Ağlayan Adam’ın resmettiği meyveleri gördüğümüz bir natürmort, “acaba ne çalıyor ve keşke bu geziyi yaparken arka fonda Ağlayan Adam’ın çaldığı piyano duyulsaydı” dedirten bir enstrüman, tek kişilik bir yemek servisi –üstelik kristal bardaklarla!- ve yarısı içilmiş bir sürahinin ilaç kutularıyla buluşturulduğu bir yatak odası… Bugün giderek büyüyen ve kimileri için büyük bir tehlike, kimileri içinse bir özgürlük mücadelesi haline indirgenmiş LGBT gerçeğinin, hâlâ sansürlenerek haykırılabildiği zamanlardan bir zamandayız. Şehrin göbeğinde, perdelerin sıkıca kapatıldığı bu evin ve az önce arkadaşıyla iki çay içtiğini gördüğümüz eşcinselin münzevi hayatındayız.
Galata Rum Okulu, duyguların politik aktivizmdeki rolünü, aile dışında oluşması muhtemel aidiyyetlerinneliğini ve evin içinden ziyade evin dışına ışık tutan bir konsepti ele almış. Etkinlik içerisinde genişletilen ve insan dışı komşuların mercek altına alındığı, belki de varlığı ilerde bilimsel bir veri olarak değerlendirilecek ekolojik çalışmalara ve mekanların oluşturduğu topluluklara yer verilmiş. “Müşterek Kader” başlığıyla ele alınan insan dışı komşular, bienalin evrensel bir izdüşümü oluyor. Merdivenler arasındaki geçişlerde resmedilen Ali Taptık’ın “Dostlar ve Yabancılar” isimli fotoğraf çalışması, dev sokak figürleriyle, pergelin sabit ayağını sürekli insanlığa doğru olumlayan bir kaygıyla hatırlatıyor. Galata’nın en ilgi çeken çalışmalarından biri şüphesiz tiyatro sahnesine yerleştirilen PedroGomes-Egana’nın “Eşyaların Etki Alanı” isimli çalışmasıdır. Farklı ebatlardaki geometrik parçalardan oluşturulan bu ev, performans sanatçıları tarafından devamlı raylar üstünde hareket ettiriliyor. Etkinlikte sergilenen tablo çalışmaları arasında Lars’ınMelancolia’sına rastlıyoruz. Resim ziyaretçisini sinemanın kasvetli Prusya mavisinden alıp, mint yeşiline götürüyor, hangisi daha gerçek sorusunun ise cevabı çok belli! Andrea Joyce Heimer’ın dünyasıyla, Trier’in dünyasının konuk edildiği multidisipliner çalışmaların yer aldığı bir odayla karşılaşılıyor. Galata’yı unutulmaz kılanlardan biri de Özgen’in ironik çalışması olan ‘Harikalar Diyarı’. 3 dakikalık videoda Ocak 2015’te IŞID’in kuşattığı Kobani’den kaçan işitme ve konuşma engelli Suriyeli bir çocuk, beden diliyle yaşadıklarını anlatıyor. Videoda, travmaların anlatılmazlığını seyrediyoruz ve üstelik beden dili bilmemize asla gerek kalmıyor…
Etkinliğin en farklı tecrübesini belki de iki meyhane arasındaki sanatçı kolektiflerinin evi olan Yoğunluk Sanatçı Atölyesi’ndeki çalışma yaşatıyor. Alanın küçük olup kapkaranlık bir odada yer almasından dolayı, sergiye üçer kişi girebiliyor. Sergi sırası beklerken meyhane sahiplerinden biri, sizi mekanına davet edip rakı bardağında çay ikram edebiliyor. Yoğunluk Sanatçı Atölyesi, bir apartman dairesinde bulunuyor olması ve dairenin içinde bir yaşanmışlığa işaret etmesi bağlamıyla bienale dahil oluyor. Sırasıyla, aheste aheste ışıklandırılan balmumundan yapılmış eşyalar; yorumunu tamamen misafirine bırakan bir konseptle hazırlanmış. Belki de etkinliğin en özgün çalışması…
Sergi mekanlarına nispeten daha uzak olan Küçük Mustafa Hamamını özel kılan ise; erkekler bölümünde kadın bir sanatçının, kadınlar bölümündeyse erkek bir sanatçının eserlerine evsahipliği yapmış olmasıdır. Mekanın cinsiyet üzerinden tanımlanan geleneksel altyapısıyla ilişkilenerek; erkeklik ve kadınlık, ataerkillik ve anaerkillik gibi kalıplaşmış kimlik algılarını sorgulatan mekan, mesafesi bakımıyla ziyaretçisi en az olan etkinlik alanlarındandı.
Sadece bombadan korkması için yaratılmış bir çocuk, sadece yarısını içmek için doldurulmuş bir sürahi, sadece kendine bakamamak için karanlıklar içinde varlığı hissettirilen bir ayna, sadece kentsel dönüşümün dozerlerine kurban olması için yeşermiş ağaç dalları, sadece kendisini duyurmak için haykıran dilsiz bir çocuk… Sanatın ve sanatsal olanın, iyisiyle kötüsüyle sadece bir an’ı yakalama kaygısının tekrar tekrar deklare edildiği bir etkinlikti. Sanat toplum için midir, yoksa bizatihi kendisi için midir diyalektiğini bir tarafa bıraktığımızda; bienalin, toplumsal sorunlara son derece başarılı sansürlerle gönderme yapan ve ancak o sorunu hayatında bir kez olsun hissetmiş insanların anlayacağı eserlerin sergilendiği kıymetli bir durak olduğu görülür. “İyi bir komşu” konseptiyle sanatçı, toplumsal sorunların bir şekilde bir köşesinden tuttuğunu bir kez daha gösteriyor. Şahit olduğu zamansal dilimin getirdiği tüm bozuklukları, yarattığı eserinde ölümsüzleştiriyor. Cezayir’liHuynhCongUt’un Vietnam’da savaş sırasında çektiği, çırılçıplak bir vaziyette bombadan kaçan 9 yaşındaki kız çocuğunun fildişinden heykelini yapıp adını “Feryat” koyan Adel, tarih boyunca zamanı Vietnam Savaşı’nda durdurmaya devam edecek…
Sadece düşmek için çıkılmış çatı, sadece düşmek için oturulmuş sandalye, sadece düşmek için binilmiş bisiklet Bas Jan Ader’in filmlerindeki eninde sonunda ölüme düşmenin sefaletine verilmiş cevap olabilir –düşüşe, ölüme, kırılmaya dönük bu edimlerde yaşamı yakalayan, ân’ı yakalayan, iyi hayatı değil iyi ân’ı bulan bir kararlılık var.
“İyi bir komşu, ev kavramını farklı açılardan ele alacak: gündelik deneyimler yoluyla davranış rutinlerinin ve değerlerin oluştuğu bir alan olarak tanımlanan ev, aynı zamanda bir aidiyet -bir ‘kök salmışlık’- duygusunu ortaya çıkaran bir yer. Bu sergi, özel alanlarla ilişkilenen farklı yaşam tarzlarını ve içinde yaşayanlar olarak bizlerin evdeki alanları en iyi şekilde kullanma ve kişiselleştirme biçimlerimizi araştıracak. Böylece, evin nasıl da farklı kimliklere dair ipuçları barındırabileceğini ve tarih boyunca kendini ifade etmenin bir aracı olarak nasıl işlev gördüğünü inceleyecek.”
Bu sabah İKSV’de gerçekleşen basın toplantısında, 15. İstanbul Bienali küratörleri Michael Elmgreen ve Ingar Dragset, yani namı diğer Elmgreen&Dragset, ‘İyi Bir Komşu’ başlığı altında yapılacak olan bienali tanımlarken, yukarıdaki cümleleri söylediler.