SÖYLEM ve YORUM / Nasr Hâmid Ebû Zeyd
Sayı:14 / Söylemden Eyleme, Dil problemi - Kitap Kritikleri
Feyza Nur KALECİ
Mısırlı düşünür Nasr Hâmid Ebû Zeyd,
Söylem ve Yorum adlı çalışmasında temel olarak Müslümanların dini metinleri anlama ve yorumlama sorunu üzerinde yoğunlaşmakta ve bu sorun çerçevesinde İslam şeriatının tümel maksatlarına yönelik yeni bir okuma ve yorumlama yöntemi önermektedir. Çalışmanın ortaya koyduğu merkezi argüman, dini metinlerin semantik yapısını, tarihi, toplumsal, kültürel ve epistemolojik bağlamını göz önünde bulunduran, çoğulculuk ve farklı düşünme hakkının kabulüne dayalı yeni bir okuma ve yorumlama yönteminin gerekliliğidir. Çalışmada ele alınan temel tartışma konuları, bu merkezi argüman üzerinden birbirleriyle ilişkilendirilmektedir.
SÖYLEM VE YORUM
Feyza Nur KALECİ
Arş.Gör./İstanbul Üniversitesi
Mısırlı düşünür Nasr Hâmid Ebû Zeyd,
Söylem ve Yorum adlı çalışmasında temel olarak Müslümanların dini metinleri anlama ve yorumlama sorunu üzerinde yoğunlaşmakta ve bu sorun çerçevesinde İslam şeriatının tümel maksatlarına yönelik yeni bir okuma ve yorumlama yöntemi önermektedir. Çalışmanın ortaya koyduğu merkezi argüman, dini metinlerin semantik yapısını, tarihi, toplumsal, kültürel ve epistemolojik bağlamını göz önünde bulunduran, çoğulculuk ve farklı düşünme hakkının kabulüne dayalı yeni bir okuma ve yorumlama yönteminin gerekliliğidir. Çalışmada ele alınan temel tartışma konuları, bu merkezi argüman üzerinden birbirleriyle ilişkilendirilmektedir.
Söylem ve Yorum, “Müslüman Aydın ve Otorite” ile “Gelenek ve Yorum” olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Yayıncının Ebû Zeyd’le gerçekleştirmiş olduğu röportaj, eserin sonunda ayrı bir bölüm olarak okuyucuya sunulmaktadır. Ebû Zeyd çalışmasının birinci bölümünde temelde, söylemlerin karşıt söylemleri etkileme ve karşıt söylemlerden etkilenme unsurlarına yönelik bir çözümlemede bulunmaktadır. Ebû Zeyd’e göre düşünsel hareket noktaları birbirinden farklılık arz etse de söylemler, ele aldıkları problemler ve karşı karşıya kaldıkları meydan okumaların tabiatı bakımından birbirlerine yaklaşmakta; yapısal, üslûpsal ve anlatısal olarak karşılıklı etkileşim içerisinde bulunmaktadır. Söylemler, kimi zaman birbirleriyle olan mücadeleleri üzerinden kendi yapılarını şekillendirmekte; kimi zaman da karşıt söylemin argümanlarını kendi perspektifi içerisinde işlevselleştirerek onu yeniden yapılandırabilmektedir. Söylemler, belli bir medeniyet ve kültürü paylaşmış oldukları için diğer söylemlerden tamamen bağımsız ve kapalı söylemler değildir. Bu bakımdan söylemler, karşıtlarına birtakım tavizler de verebilmektedir (s. 7-10). Ebû Zeyd bölümde İbn Rüşd’ün söylemi ile Gazali’nin söylemi arasındaki ilişkiyi, Arap aydınlanma söylemi ile selefi söylem ve oryantalist söylem arasındaki ilişkiyi, Muhammed Arkoun’un yeni bir din dili inşa etmeye yönelik projesini bu odak noktasından hareket ederek ele almaktadır.
Ebû Zeyd çalışmasının birinci bölümünde öncelikle, Gazali’nin Eş’ari ve Sufi olmak üzere iki yönlü bir yapı üzerinden nasıl bir söylem geliştirdiğine ve bu söylemin hem siyasi otorite hem de geniş halk kitleleri tarafından öncelikli olarak benimsenen merkez söylem olmayı nasıl sağladığına yönelik çözümlemelerde bulunmaktadır. Gazali’nin söylemini, fikri ve polemik gücü bakımından yüksek bir dinamizm içeren, düşünce sisteminde bütün İslam düşünce akımlarını barındıran, üç büyük epistemolojik sistem olan beyan, burhan ve irfanın her üçünü de işlevselleştiren, aynı zamanda siyasi olanı fikri olan ile meşrulaştıran ve epistemolojiyi siyasete tâbi kılan bir söylem olarak değerlendirmektedir (s. 58-59). Gazali’nin
Fedâihu’l Bâtıniyye ve fezâ’ilü’l-Müstazhiriyye adlı eserinin yazılış hikâyesi ve bağlamını ele alarak bu eserin bir taraftan Batıni düşüncenin yanlışlıklarını diğer taraftan da Abbasi halifesi el-Müztazhir Billah’ın faziletlerini ortaya koymayı hedefleyen polemik bir eser olduğunu vurgulamakta (s. 48); Gazali’nin söyleminin epistemolojik temelli olmaktan daha çok siyasi nitelikte olduğuna işaret etmektedir. Ebû Zeyd sonrasında İbn Rüşd’ün
Faslu’l-makal fi ma beyne’ş-şeriati ve’l-hikmeti mine’l-ittisal adlı eserini çözümlemektedir. Bu çözümlemede İbn Rüşd’ün akılcılığını vurgulama ve karşıt söylemin kendisine uygulamış olduğu baskının gücünü ve boyutlarını ortaya koyma olmak üzere iki tema üzerinde yoğunlaşmaktadır. Fikri ve kültürel krizleri aşma noktasında İbn Rüşd’ün söylemini ihya etmeye ihtiyaç bulunduğunu belirtmekte ve bu söylemdeki iki unsuru ön plana çıkararak görüşünü temellendirmektedir. Ebû Zeyd’in İbn Rüşd’ün söyleminde ön plana çıkardığı ilk unsur, çoğulculuk; ikinci unsur ise İbn Rüşd’ün yorum sistemindeki epistemolojik harekettir. Ebû Zeyd’in temel eleştirisi, dini düşünceye yönelik yorumlara derinlik ve verimlilik kazandırdığını düşündüğü çoğulculuğun, günümüzde İslami yöntemden sapma şüphesinin baş sebeplerinden biri olarak görülmesidir (s. 119). Bu bakımdan Ebû Zeyd, çoğulculuk çağrısı yapan, yorumu burhan ile şeriat arasında bir köprü olarak gören gayretli bir düşünür olarak resmettiği (s. 93) İbn Rüşd’ü referans almakta ve onun burhana dayalı çoğulculuk ve farklılık söylemini yeniden ihya etmeye çalışmaktadır. Ebû Zeyd’in İbn Rüşd’ün yorum sistemindeki epistemolojik harekete yönelik vurgusu ise bu epistemolojik hareket, çalışmasının sonunda önereceği şeriatın tümel maksatlarına yönelik yeni bir okuma ve yorumlama yöntemine kaynaklık teşkil ettiği içindir.
Ebû Zeyd çalışmasının birinci bölümünün ikinci başlığında, Avrupa aydınlanma söylemi ile Arap aydınlanma söylemi arasındaki ilişkiye yönelik çözümlemelerde bulunmakta; Arap aydınlanma söyleminin, karşıtı olan selefi söylem ve oryantalist söylem karşısında nasıl birtakım tavizler vererek geri çekildiğini tartışmaktadır. Ebû Zeyd’in Arap aydınlanma söylemine yönelik temel eleştirisi, bu söylemin dini gelenek konusunda takındığı aklayıcı tavırdır. Bu tavır, dini geleneğin bilimsel olarak ele alınamayacak bir yasak bölge olarak algılanmasına sebep olmaktadır (s. 102). Ebû Zeyd iddialarını temellendirmek için Zeki Necib Mahmud’un uyanış projesinin ana hatlarını sunarak onun aydınlanma söylemindeki serencamını ortaya koymakta; netice itibari ile Zeki Necib Mahmud’un uyanış projesinin, bir aydın krizine dönüştüğünü belirtmektedir (s. 114). Ebû Zeyd çözümlemesini Muhammed Ammara’nın Zeki Necib Mahmud hakkındaki söylemlerini eleştirerek sonlandırmaktadır. Ammara’ya yönelik eleştirisinde temel olarak, her türlü farklılığı İslami yönteme muhalefet ile etiketleyerek bütün farklılıkları yok etmeye çalışan tavra karşı çıkmaktadır.
Ebû Zeyd çalışmasının birinci bölümünün üçüncü başlığında, Muhammed Ammara’nın söylem ve yorum değişikliğini Ali Abdürrazık’ın
el-İslam ve usulü’l-hükm adlı eserine yönelik yaptığı analiz üzerinden tartışmaktadır. Ammara’nın siyasi olanı fikri olan karşısında öncelediğini, siyasi değerlendirmelerinin fikri değerlendirmelerine nispeten ağır bastığını iddia etmektedir. Ebû Zeyd’in Ammara’nın söylem değişikliğinde vurguladığı temel nokta, Ali Abdürrazık’ın
el-İslam ve usulü’l-hükm adlı eserinin Ammara tarafından 1972 yılında içerisine yerleştirilmeye çalışıldığı bağlamdan koparılıp 1994 yılında İslam, sekülerizm ve laiklik çatışması çerçevesinde yeniden konumlandırılmasıdır. Ebû Zeyd’in çözümlemesinde dikkat çeken husus, Ali Abdürrazık’ı savunmacı bir yaklaşımla ele alması ve Ammara’nın söylem değişikliğini eleştirirken akademik çerçeveden uzaklaşarak subjektif ve ideolojik ifadeler kullanmasıdır.
Ebû Zeyd çalışmasının birinci bölümünde son olarak Muhammed Arkoun’un yeni bir din dili inşa etmeye yönelik projesinden hareket ederek bilimsel söylemin kültür içerisindeki meşruiyetini muhafaza etmek için vermek zorunda kaldığı tavizleri tartışmaktadır. Arkoun’un projesinin İslam düşüncesinin aktifleştirilmesi meselesini aşıp yeni bir kutsal kitaplar teolojisi inşa etme çabasına dönüştüğüne ve bu çabanın birtakım tavizleri beraberinde getirdiğine dikkat çekmektedir. Arkoun’un, projesinde İslamcı söylemi ve oryantalist söylemi eleştirerek her iki söylemin üzerindeki ideolojik örtüyü kaldırmayı hedeflemesi; geleneği eleştirel bir perspektifle yorumlayarak hem gelenekteki çoğulculuğu ortaya çıkarmaya hem de geleneği tarih içerisindeki konumuna yerleştirmeye çalışması (s. 159-160), Ebû Zeyd’in düşünce sistemiyle uyumluluk arz etmektedir. Bununla birlikte Ebû Zeyd, Arkoun’un projesinde Kur’an’ın indirgemeci ve parçacı okunuşuna zıt bir şekilde eş zamanlı ve bütünsel olarak okunmasına yönelik girişimine eleştirel yaklaşmakta; söz konusu bütünselliğin, indirgemeci yorum kapsamına girdiğini ve eş zamanlı okuma anlayışı ile çelişki arz ettiğini vurgulamaktadır (s. 169).
Çalışmanın ikinci bölümünde temel olarak, söylemin “karşıt söylemi etkileme ve karşıt söylemden etkilenme boyutu”na yeni bir boyut ilave edilmekte ve konular bu boyut çerçevesinde tartışılmaktadır. Bu boyut, birbirlerine karşı dini tekfir ve vatana ihanet suçlaması yöneltmek gibi çeşitli şekillerde mücadele eden iki söylemin aslında aynı meydan okumalar karşısında aynı problemleri ele almakta olduklarını ve her ikisinin de diriliş söylemlerini sadece dine indirgeyerek oluşturduklarını göstermektedir. Bu bağlamda Ebû Zeyd öncelikle dini otorite ile siyasi otorite arasında Arap-İslam aklını tartışmakta; Müslüman Arap aklının Sıffin’de meydana gelen savaştan itibaren dini metnin otoritesi ve siyasi otorite ile sıkı bir ilişki içinde olduğuna işaret etmektedir. Temel olarak dini metinlerin yorumlanması faaliyetinde Müslüman Arap aklının, siyasi otorite ile ilişkili olarak hareket eder hale gelmesini; böylece aklın, siyasi otoriteyi meşrulaştırıcılık ve onaylayıcılık konumuna yerleşmesini eleştirmektedir (s. 182). Dini metnin otoritesi ile siyasi otorite arasında sıkışmışlığın, Müslüman Arap aklının bilgi üretme mekanizmaları üzerinde oldukça tehlikeli sonuçlar ortaya çıkardığına dikkat çekmekte; aklın hem dini metinlerin otoritesinden hem de siyasi otoritenin yörüngesinde bazen onu destekleyici bazen ona muhalif olarak dönüp durma durumundan kurtarılıp özgürleştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır (s. 187).
Ebû Zeyd çalışmasının ikinci bölümünün ikinci başlığında, hilafet meselesini tarihsel seyri içerisinde geniş bir zeminde ele almakta; temelde “Hilafet, dinin yapısında yer alan itikâdi bir mesele midir? yoksa fer-i fıkha ait olan bir mesele midir?” sorusuna cevap aramaktadır.
Hilafet ve Hakimiyet-i Milliye adlı eser üzerinden hareket etmekte, halifeliğin gerekliliği konusunda belirlenmiş olan teolojik formülasyonların yani kelam disiplini çerçevesinde ifade edilmiş görüşlerin aslında bu düşüncelerin ortaya çıktığı dönemdeki tarihsel ve siyasi uygulamaların gerekçelendirilmesinden ibaret olduğu ve dini metinlerden elde edilmiş hükümler olmadığı sonucuna ulaşmaktadır. Bu bakımdan yönetimin şekli meselesinin zamanın maslahatlarına bağlı olarak ele alınması gereken bir mesele olduğunu; bu tür meseleler ile ilgili hükümlerin de zamanın gereklerinin değişmesi ile birlikte değişiklik gösterebileceğini vurgulamaktadır (s. 240). Hilafet meselesine ilişkin çözümlemesi ile Ebû Zeyd, İslam şeriatının tümel maksatlarına yönelik önereceği yeni yöntemin temel ilkelerinden biri olan adalet ilkesine işaret etmektedir. Ebû Zeyd’in çözümlemesinde dikkat çeken husus, hilafetin tarihine ilişkin verileri tek kaynak üzerinden sunması (Arap tarihinde hilafet meselesine yönelik veriler için Philip Hitti,
History of the Arabs, Macmillan, Education LTD, Tenth Edition, 1986; Türk tarihinde hilafet meselesine yönelik veriler için
Tarihu’d-devleti’l-Osmaniyye, I-II.), birincil kaynaktan referans gerektiren bazı ifadelerde doğrudan ikincil kaynağı referans göstermesi (bkz. s. 210) ve temel argümanını desteklemek üzere ele aldığı merkezi rivayetleri tek kaynak üzerinden sunmasıdır (Taberi, Muhammed İbn Cerir,
Tarihu’-rüsül ve’l-müluk, thk. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim, Kahire, 1979, 4. Baskı, III.). Bu bakımdan çalışmada Ebû Zeyd’in hilafet meselesini akademik açıdan derinlikli bir perspektifle ele almadığı, kendi söylemine yönelik bir yorum geliştirdiği söylenebilir.
Ebû Zeyd çalışmasının ikinci bölümünün üçüncü başlığında, çağdaş bilincin gelenek problemini ele almakta ve geleneğe ilişkin üç temel akımı analiz etmektedir. Birinci akıma göre gelenek, tamamen geçmişin ürünüdür (s. 248). İkinci akım, birinci akımın karşıtı olarak “çözüm İslamda’dır” sloganını benimsemektedir (s. 251). Üçüncü akım, orta yolculuk ve uzlaştırma akımıdır (s. 258). Ebû Zeyd, bu üç akıma eleştirel yaklaşmakta; geleneğin kendi tarihsel, toplumsal ve kültürel bağlamı içinde okunup yorumlanması gerektiğine dikkat çekmektedir. Geleneğin doğru okunup yorumlanması için de epistemolojik koşulların değişmesi ve özgürleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır (s. 261).
Ebû Zeyd çalışmasının ikinci bölümünün dördüncü başlığında, Müslüman bilincin din ve toplum arasındaki ilişkilerin mekanik bir ilişki olduğu varsayımı üzerinden söylem ürettiğine dikkat çekmekte; temelde Müslüman bilincin karşı karşıya kaldığı meydan okumalara eylemsel değil tepkisel nitelikte karşılık vermesini eleştirmektedir (s. 262). Ebû Zeyd’e göre Müslüman bilinç, çoğu kere dinin toplumsal yapıyı oluşturan temel unsurlardan sadece biri olduğunu göz ardı etmekte; ilerlemenin sağlanması ya da geri kalmışlıktan kurtulmak için dini yegâne faktör olarak görmektedir. Batı’nın meydan okumalarına karşılık veren selefi hareket ve dini ıslahat hareketinin her ikisi de din ile ilerleme ve geri kalmışlık arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurarak Avrupa söyleminin meydan okumasını baştan kabul etmiş ve doğrudan bir İslam dini savunması söylemine dönüşmüş bulunmaktadır (s. 264-265).
Ebû Zeyd, çalışmasının sonunda İslam tarihinin analiz ve eleştiri yöntemi ile değil; tazim ve takdis yöntemi ile incelenmesini, mezhep imamlarının içtihatlarının doğru ve nihai içtihatlar olarak görülmesini ve bilginin İslamileştirilmesini eleştirerek (s. 277-278) İslam şeriatının tümel maksatlarına yönelik yeni bir okuma ve yorumlama yöntemi önermektedir. Şeriatın tümel maksatlarını belirlemeye yönelik fıkıh usulü âlimlerinin tikel olanlardan tümel olanları çıkarsama, sonrasında tikel olanları anlamak için tümel olanları tikel olanlar üzerine uygulama şeklindeki geliştirmiş oldukları yöntemi rehber edinmektedir. Geliştirdiği yöntemle tikel-tümel dikotomisini aşmayı, dini metinlerin salt dilsel anlamlarının sınırlarını aşıp değişik delalet düzeylerini incelemeyi, dini metinlerdeki yasamaya ilişkin ve itikâdi kısımlardan elde edilen anlam ile Kur’an kıssalarından ve Kuran’da yer alan betimlemelerden elde edilecek olan anlamlar arasında ayrım yapmamayı hedeflemektedir (s. 283). Bu yöntemi akılcılık, hürriyet ve adalet olmak üzere üç temel ilke üzerine inşa etmekte; bu ilkelerin şeriatın tümel maksatlarını temsil edip hem tikelleri hem de fıkıh usulü âlimlerinin tespit ettiği beş tümel maksadı kapsadığına işaret etmektedir.
Sonuç olarak çalışmanın, ortaya koyduğu merkezi argüman çerçevesinde amacına ulaştığı görülmektedir. Çalışma, temel tartışma konularına yönelik kapsamlı bir içerik sunması, söylemleri eleştirel bir bakış açısıyla çözümlemeye çalışması, dilinin sade ve akıcı olması bakımından önem arz etmektedir. Çalışmanın ayırt edici yönü ise kuramsal tartışmaları aşarak İslam şeriatının tümel maksatlarına yönelik yeni bir okuma ve yorumlama yöntemi önermesidir. Çevirmenin çalışmanın temel tartışma konularına oldukça hâkim olması, ele alınan bazı konuları ayrıntılandırarak daha anlaşılır hale getirmesi, okuyucuya ilgili bazı eserler hakkında ayrıntılı bilgi sunması ve yazarın bazı çözümlemelerinin yanlışlığını ortaya koymaya yönelik karşıt çözümlemelerde bulunması özellikle vurgulanmalıdır. Yazarın bazı çözümlemelerinin ideolojik bir nitelik arz etmesi, kendi söyleminin tutarlılığı açısından eleştirilebilir. Ancak çalışmanın temelde, Müslümanların dini metinleri anlama ve yorumlama sorunu üzerinde yoğunlaşması ve bu sorun çerçevesinde yeni bir yöntem geliştirmesi, önemli bir çabanın göstergesidir. Bu bakımdan çalışma, eleştirileri, önerileri ve geliştirdiği yöntemle dini metinleri doğru anlama ve yorumlamaya yönelik yeni bir düşünce sisteminin inşasında Müslüman bilince fikri açılımlar sağlayabilir ve disiplinlerarası çalışmalara kapı aralayabilir.
Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Söylem ve Yorum, çev. Muhammed Coşkun (İstanbul: Mana Yayınları, 2015), 378 sayfa. ISBN: 978-605-5793-94-4