Adaleti “İkamet” Ettirmek
Sayı:2 / Adalet ve İstikrar - Dosya
Mustafa Tekin
Bir toplum küfürle abad olabilir; ama zulümle asla…
Nizamülmülk
Anlaşılacağı üzere dünya ve evrenin belirli bir ölçü üzerine hareket eden yapısı vardır. Biz buna çok genel anlamda eşyanın gerçekliği diyebiliriz. Böyle bir ölçü ve düzenin verili olması, insanın oluşumunda müdahil olmadığı ve daha da önemlisi verili olan ilke ve ölçüleri dikkate alarak evrenle ilişki kurmasını gerektirmektedir.
Evrensel bir değer olarak adalet, tüm insanların tahayyül ve temennilerinde önemli bir yer tutmaktadır. Hatta “adaletli bir dünya” söylemi, farklı tahayyül dünyalarında farklı resimlerle canlanmakta; ama her halükarda ütopik bir heyecan da yaratmaktadır. Zira çoğunlukla içinde bulunulan durum ve konjonktür, bir şikayetin konusu olarak gündeme geldiğinden, “adalet” uzak bir zamana refere edilerek anılmaktadır sanki. Burada “mevcut” ile “adaletli dünya tahayyülleri” arasındaki mesafede birçok tartışılması gereken sorunlara dikkat çekilmelidir. Aslı itibarıyla bu mesafenin kapatılabilirlik imkanı, mesafeyi ve sorunları tartışılabilir kılmaktadır.
Öncelikle adaletli bir dünyayı imkansız görenler açısından, zaten meselenin tartışılacak bir boyutu kalmamıştır. Bu bakış açısı, insanın dünyada bulunuşu ve yaşam perspektifi açısından da kötümser ve edilgen bir durumu işaret edebilir. Belirtilen mesafenin kapatılabilirliği ise bir ümidin, motivasyonun, iddianın ve belki de insanlığa sürekli yinelenen güvenin bir yansıması da olacaktır. Esasen adalet için mücadeleyi anlamlı kılan nokta da; bu mesafenin kapatılabilirliğine dair ümit ve inançtır.
Çok farklı ideolojiler ve dinlerin, adalet konusunda iddiaları ve önerileri vardır. Tarih boyunca bu ideoloji ve dinler çerçevesinde, adalet uğruna yapılan mücadeleler ve inanç her zaman dikkatimizi çekmiştir ve ideoloji farkı ayırt etmeksizin gözlemlenen bir durumdur. Peygamberlerin mücadele ve söylemlerinin ana merkezini oluşturan adalet; bir başka uçta Bakunin ve Proudhon gibi düzen karşıtı düşünce üreten isimlerin de ajandalarında önemli bir yer tutmaktadır.
İnsanoğlunun gündelik hayatında muhatap olduğu çok boyutlu sorunlar mevcuttur ve bunlar olabildiğince çeşitlendirilebilir. Ama sanki adalet bir sorun olarak çözüldükten sonra, diğerleri de ona bağlı olarak çözülebilir gibi görünmektedir. Bu açıdan “adalet”i insan hayatında anahtar bir kavram olarak görmek mümkündür. Dolayısıyla adalet, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. alanlardaki sorunlar bağlamında merkezi bir rol yüklenmelidir.
Felsefe tarihinde mutluluğun nasıl elde edileceğine dair bir soru vardır ve bu sorulara verilen cevaplar birbirinden farklıdır. Aslında ortada öyle bir görüntü vardır ki, sanki dünya insanlığının temel mutsuzluğu nihayetinde adaletsizliğe referans yapmaktadır ve adalet sorunu halledilirse, bütün insanlar mutlu olacaklardır. Bu cümlenin tahayyüllerdeki karşılığını bile insan görür gibidir. Bu sebeple insanlar “adalet” kavramına olumlu yüklemeler yapmaktadır. Hatta kendi mutluluk, iyilik, güzellik anlayışlarına göre tahayyül dünyasında adaleti içeriklendirmekte ve resimlemektedir.
Adaleti Nasıl Anlamalıyız?
Adaletin, her şeyden önce vurgusu, ölçü, mizan ve vezn üzerinedir. Böyle bir kavramsal çerçeve, adaletin çok boyutlu olarak farklı kavramlarla ilişkisini gündeme getirmektedir. Bu anlamda adalet, hak, hakikat, hikmet, zulüm, bağy ve insaf kavramlarıyla ilk planda ilintilidir denilebilir.
Adaletin bir ölçü ve itidale olan vurgusundan bahsettik. Bu durumda adalet, her türlü işin itidal içerisinde ve ölçüye görülmesi anlamını içkindir. “Dilciler ve âlimlerin çoğunluğuna göre, bir şeyi ya eksilterek veya zamanından ya da mekanından saparak, kendine ait olmayan bir yere koymak”1 şeklindeki zulmün anlamı, bu ölçüye bir “ikamet” yeri tespit etmektedir. Bu durumda “ait olunan yer” ifadesinin açımlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
‘‘Bir başka deyişle, toplumdaki verili düzen adalet olmayabilir ve bunu adil kılmak insanın üzerine bir yükümlülüktür. Dış dünya ve evren ile toplumun farkı da buradan kaynaklanmaktadır. Dış dünya ve evren, özü itibarıyla kendisine uyulduğunda adaletli olanı bize gösterir. Tam da bu sebeple, tabiata ve evrene kendi gerçekliği dışında bir müdahale zulüm doğurmaktadır. Ama insan, toplumdaki zulümleri, adalete çevirecektir.’’
Adaleti çok kuşatıcı bir kavram olarak tanımladığımıza göre, bu konuda insanı kuşatan iki ayrı “çevre”de meseleyi ele almalıyız. Burada belki en geniş çevre dünya ve evrendir. İnsan, kendi dışından verili bir dünya ve evren tarafından kuşatıldığının farkındadır. Bu dünya ve evren, kendi içinde bir ölçü (vezn) üzere hareket etmektedir. “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”2 “O, göğü yükseltti ve ölçüyü koydu”3 Anlaşılacağı üzere dünya ve evrenin belirli bir ölçü üzerine hareket eden yapısı vardır. Biz buna çok genel anlamda eşyanın gerçekliği diyebiliriz. Böyle bir ölçü ve düzenin verili olması, insanın oluşumunda müdahil olmadığı ve daha da önemlisi verili olan ilke ve ölçüleri dikkate alarak evrenle ilişki kurmasını gerektirmektedir.
Eşya ve evrenle kendi gerçekliği üzerine ilişki kurulmaması, esasen adalet ve ölçü sınırlarının aşılması; dolayısıyla bir haddi aşma işlemidir. Kur’an, insanın yaşadığı musibetleri, onlarla kendi gerçekliği üzerine ahlaklı bir ilişki kurulmamasına bağlar. Zulüm, insani bir edimin sonucudur. Bugün küresel ısınma, çevre kirliliği, ozon tabakasının delinmesi vb. problemleri, aslı itibarıyla verili ve kendi içinde ölçüsü olan evrenle sağlıklı ve ahlaklı ilişkiler geliştirilememesine bağlayabiliriz.
İnsanı kuşatan bir diğer çevre de toplumdur. Kişi bir toplumun içinde yaşar ve farklı toplumsallıklar tarafından sarmalanır. Tek tek fertler ve gruplarla sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik vb. ilişkiler kurmakta ve ondan toplumsal ilişkiler içerisinde “ölçü”den şaşmaması ve her şeyi yerli yerine oturtması beklenmektedir. Bu sebeple “taşkınlık yapmamak”4 Kur’an’ın insan için genel uyarısıdır.
Peki insan niçin “ölçü”den sapar ve adaleti, yani bir şeyi yerli yerine koymayı niçin beceremez? Bunun en temel sebebi; insanın aşırı arzuları ve tutkularıdır. Kur’an, bunu şu şekilde ifadeye koymaktadır: “… Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki, adaletten uzaklaşmayasınız.”5 İnsan toplumsal alanda girdiği her türlü ilişkide, bu ölçüye davetle, tutku ve arzularını kontrol etmeye teşvik edilir. Ölçü ve tartı, şahitlik, zina vb. birçok konudaki uyarılar toplumsal adaleti sağlamaya yöneliktir.
İnsanın adaleti ikamesinin önündeki bir engel de, onun kültüre değen derin boyutudur. Bir kültürün içine doğan insan, burada işleyen bilgisel ve değersel kodlar, bilgi ve ilişki düzeneklerini çoğunlukla veri kabul ederek yola çıkmaktadır. Bu durum, insanın içinde yaşadığı ilişki düzeneklerini “doğru” kabul ederek, dışarıdan bakabilme konusunda ona riskler getirmektedir. Hatta birçok insanın hayatı boyunca, bu ilişki düzeneklerinin dışına çıkamadığını bile söyleyebiliriz. Bu durum, “mevcut doğrudur” anlayışının sürekli onaylanmasını getirmekte, onun sorgulanmasını ertelemekte, geciktirmekte ya da imkansızlaştırabilmekte; böylece insanın kör noktası haline gelebilmektedir. Bacon’ın idoller ve Şeriati’nin insanın zindanları olarak tanımladığı durumlar buraya tekabül etmektedir.
‘‘Bu problemlerden ilki, önemli aktüel sorunlar gündeme geldiğinde ve bilhassa bu konu adalet olduğunda karşımıza çıkan “tarihe kaçma” tavrıdır. ’’
Dolayısıyla toplumda mevcut olan ilişkiler “adalet”in garantisi değildir. Bu konudaki temel rol ve görev insana düşmektedir. Bir başka deyişle, toplumdaki verili düzen adalet olmayabilir ve bunu adil kılmak insanın üzerine bir yükümlülüktür. Dış dünya ve evren ile toplumun farkı da buradan kaynaklanmaktadır. Dış dünya ve evren, özü itibarıyla kendisine uyulduğunda adaletli olanı bize gösterir. Tam da bu sebeple, tabiata ve evrene kendi gerçekliği dışında bir müdahale zulüm doğurmaktadır. Ama insan, toplumdaki zulümleri, adalete çevirecektir. Zira insan, bilgi, hakikat arasındaki ilişkileri sağlıklı bir şekilde kurarak, toplumsal düzeni adaletli hale getirmekle yükümlüdür. Bu durumda evrende adalet, dünya ve evrenin işleyen sistemin tabiatına uyumla, toplumda adalet ise, bu verili ilişki ve düzeneklerin hakikate uygun hale getirilmesiyle gerçekleşecektir.
Temel sorulardan birisi de şudur: “Toplumsal adalet nasıl sağlanacaktır?” Doğrusu bunun sınırları ve içeriği belirlenmiş, her devirde geçerli bir metni söz konusu değildir. Adalet, sürekli olarak “ikame edilmesi”, yani bütün eşya, insan, evren ve toplum düzenindeki her şeyin yerli yerine konulmasını içeren bir kavramdır. Ancak bunun nasıllığı, özellikle toplumsal düzende sürekli güncellenmesi gereken içerikle tartışılmalıdır. Zira hayatın bir “an”ında adaleti sağlayan mekanizmalar, değişimlerle birlikte yetersiz kalır ve güncellenmeleri bir zaruret olarak ortaya çıkar. Söz gelimi; feodal düzende adaleti sağlayan bir uygulama, sanayileşme ile birlikte giderek geçersizleşebilir. Öncelikle hızlı değişen günümüz toplumları için bu durum daha çok geçerlidir.
Evren, dünya ve toplumla insan arasındaki ilişkilere bu çerçevede adalet zaviyesinden değindik. Bunları, insan-toplum (insan) ve insan-çevre ilişkileri şeklinde ifade edebiliriz. Fakat adaletin kuşatıcılığı bağlamında insan-Tanrı ve insanın kendisi ile ilişkilerine de kısaca değinmemiz gerekmektedir. Böylece insanın, adalet ve ahlak bakımından ilişki kurması gereken boyutları kapsamlıca ifade etmiş olacağız.
Tanrı, tüm bu verili düzenin yaratıcısı ve mutlak egemenidir. Allah, İslam literatüründe Hak ve hakikat olarak ifade edilir. Dolayısıyla evrenin ölçüleri ve ilkelerine dair kaynak Cenab-ı Hak’tır. Aslında “Hak”kın ikame edilmesi demek, bu gerçekliğin insan yaşamında sürekli dikkate alınması demektir. İşte tam da bu sebeple, adalet, “Hak” ve Hakikat”in gereğinin yerine getirilmesi demektir. Eşyanın kendi amaçları (hakikati) doğrultusunda kullanılması adalet; bunun dışına çıkarılması zulümdür. Kısacası her şeyin evrenin yaratıcısının “hakikat” olarak belirlediği düzen içerisinde olmasıyla ölçü, adalet sağlanacaktır. Kur’an-ı Kerim’de “adalet” ve “zulüm” kavramlarının insanı ve evreni, kevni ve toplumsal boyutta kuşatacak anlam dünyasına sahip olması bu sebepledir. Belirlenen “hakikat” ve “gerçeklik”ten taşma, bir bağy halidir ve zulümdür. Doğrusu Hikmet kavramının anlamı tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hikmet, insanın söz ve eylemlerinin, evren, eşya ve toplumun hakikatleri ile örtüşmesi halidir.
Mücahid ve İbn Nuceyh’ten gelen hikmet tanımı; söz ve amelde isabet şeklindedir. Burada fiil, kalbin dilin fiili ile farklı amellerden daha genel bir anlama sahipken; sözde isabet, kişinin verdiği hükümlerin doğru ve vakıaya uygun olmasını icap ettirir ki, bu da ilimdir.6 Demek ki adalete giden ilk adım, eşyanın, insanın, evrenin hakikati ile sahih bir ilişki kurmaktır ki, bu da hikmettir. Isfehani’ye göre hikmet kavramı, hem teorik hem de ameli boyutları kapsayacak şekilde kullanılır. Bu bağlamda Allah (c.c) ile ilintili kullanıldığında eşyanın bilgisine sahip olmak ve onları en muhkem biçimde var etmek; insana yönelik kullanıldığında ise, mevcudatın bilgisine sahip olmak ve hayırlı fiillerde bulunmaktır.7 Dolayısıyla adaletli olmak için eşyanın hakikatini bilmek ve onun gereklerine uygun davranmak ve hakikatini de insana kudretinin elverebildiği yere kadar aramak gerekir ki, bu bir hikmettir.8 Bu durumda hakikate uygun söz ve davranış adaleti gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.
Allah, tüm fiillerinde “hakikat”in dışında olmadığından, o adaletlidir. İnsan da, hakikati gözettiği oranda hikmet ve adaletli olacaktır. Allah’ı bir tek olarak bu evrenin, kainatın yaratıcısı ve mutlak egemeni olarak tanımak, aslında bir “hakikat”i tanımak demektir. Dolayısıyla Allah’a iman etmek ve devamında Allah ile belirli ilkeler üzerine ilişkiler kurmak bu “hakikat”i tanımak bağlamında adaleti ifade etmektedir.
Bu konuda önemli bir nokta da, insanın kendisiyle kurduğu ilişkinin de adalet üzere olmasıdır. Bunun temel ölçüsü de insanın üzerinde bulunduğu kendi hakikat ve gerçekliğidir. Hiç şüphesiz, bu gerçeklik de verili bir şekilde dışarıdan örüntülenmiştir. Belki insan tabiatı, bu gerçekliği ifade etmek üzere kullanılabilir. Bu sebeple içerikleri henüz tam anlamıyla çözülmemiş olan “fıtrat”, bu gerçekliğin dayanak noktası şeklinde ortaya çıkmaktadır. İnsanın kendi kendisine zulmünden bahsedildiğine göre9, kendisine karşı da adaletli davranmasının gereğine vurgu yapılmalıdır.
Adalette “Zihniyet” Problemleri:
Hiç şüphesiz adalet konusunda temel problemlerle ilgili bir liste yapmak mümkündür. Fakat biz daha çok burada birkaç zihniyet problemine değinmek istiyoruz. Bu problemlerden ilki, önemli aktüel sorunlar gündeme geldiğinde ve bilhassa bu konu adalet olduğunda karşımıza çıkan “tarihe kaçma” tavrıdır. Meselâ; Bugünün adalet problemleri üzerine ilmi bir sohbette hemen sözün geçmişteki adalete geldiğini görebilirsiniz. Bu bağlamda geçmişe bakılarak adalet üzerine bir genelleme yapılmaktadır. Doğrusu tarihten örnekler verme noktasında itirazımız yok. Bunlar ayrıca anlatılmalıdır da, çünkü tarih şuuru ve perspektif önemlidir. Ancak yakıcı soru; günümüzde dünya ölçeğinde adaletin nasıl tesis edileceğidir? Bu soruya “tarihe kaçma”dan cevap üretmek, kendisini sorumlu hisseden herkesin boynunun borcudur. Bunun için öncelikle “tarihe kaçma” tavrını bırakmak gerekmektedir.
‘‘Allah-insan ilişkisinin “güç” üzerinden okunması, yatay toplumsal düzlemde yani insan-insan arasındaki ilişkilerin de “güç “üzerinden okunmasını sonuçlamaktadır. Böylece son kertede, insan-insan ve insan-çevre ilişkilerinde hegemonyacı bir zihniyet kendisini göstermektedir.’’
İkincisi, istikrar kelimesinin adaletle ilişkisinin ne anlama geldiğidir? Bugün, görüleceği üzere, tüm dünya ölçeğinde yoğun adalet talepleri açık ve örtük biçimde dile getirilmektedir. İstikrar, toplumların bütünlük ve yaşamlarının belirli bir süreklilik içerisinde devam ettiğini belirten bir kavramdır. Bu açıdan, hem adalet hem de istikrar olumlu kavramlar şeklinde düşünülebilir. Ancak, istikrarın adaletin gerçekleşmesinin önüne çıkarılması, uzun vadede probleme dönüşebilmektedir. Bu sebeple kimi zaman istikrar, adaletin gerçekleşmesi açısından olumsuz bir işleve dönüşebilmektedir. Meselâ, şu anda Ortadoğu istikrarsız bir bölgedir. Fakat bu istikrarsızlık, gerçekte küresel aktörler tarafından “yönetilen bir istikrarsızlık” ya da “istikrarlı bir istikrarsızlık” olduğunu çıkarsayabiliriz. Bu durum, bölgede düzen ve adalet taleplerinin gündeme bile getirilmesine engel olmaktadır. Böylece anlaşılmaktadır ki, bazı yönetimler istikrar kelimesi üzerinde adaleti iptal ederek bir hegemonya üretmektedirler. Yine ortak düşman konsepti yaratılarak “adalet”e olan referansların ikincilleştirilmesi de küresel ölçekte gözlemlenen bir durumdur.
Adalet “İyi”ye Öncelenmelidir”:
Makalemizin genel yaklaşımından, adaletin her şeye hakkının verilmesi anlamının içkin olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda insanı kuşatan eşya ile bile sağlıklı ve hakkaniyete uygun ilişki kurmak bir zorunluluktur. Bu da doğrusu insanın tüm ilişki biçimlerinde ahlakın temel bir zemin olmasına işaret etmektedir. Bu durum, aslında din, adalet ve ahlak ilişkisine dikkat çekmektedir.
Özelde İslam kelamında bu konuyu tartışan geniş bir literatür bulunmaktadır. Sorunun birinci boyutu Allah’ın adaleti, diğer boyutu ise Allah-insan ve Allah-eşya arasındaki; dolayısıyla insan-insan arasındaki ilişkide adaletin nasıl inşa edildiğidir? Genel olarak Allah’ın (CC) adil olduğuna dair bir yargı var olmakla birlikte, buna karşıt düşünceler de modern zamanlarda tartışılmaktadır. Karşıt görüşün temel gerekçesi, dünyada insanların farklı sınıfsal konumda bulunmaları, mahrumiyetler yaşamaları ve eziyete maruz kalmaları gibi hususlardır. Dünyada genel anlamda bir adaletsizliğin var olduğunu kabul edebiliriz. Fakat bunlar büyük oranda insanların fiillerinin sonucudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “başınıza gelenler, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir”10 derken, insanın adaletsizliği kendisinin ürettiğini belirtmektedir. İnsanlar arasındaki sınıf ve yetenek farkları, işlevselliğin ve bir imtihanın gereğidir. Yalnız paylaşım ve bölüşümde oluşan dengesizlik, bir adalet sorunudur.
Bu, ileri boyutta teodise sorunu üzerinden de tartışılmıştır. Gerçekte Allah bu dünyayı ve evreni belirli bir nizam ve ölçü üzere yaratarak, tüm insanlara yetecek emtiayı vermiştir. Paylaşım ve bölüşüm sorunu ise insanlarla ilgilidir. Bir kısım insanlar obezite sorunu ile uğraşırlarken, dünyanın önemli bir kesimi beslenme sorunu ile karşı karşıyaysa, sorgulamamız gereken insanların adaletidir. Bazıları nimeti verdikten sonra, bir de Allah’tan onu dağıtmasını beklemektedirler.
İkinci problem, dikey düzeyde Allah-insan ilişkisinin güç mü yoksa adalet üzerinden mi kurulacağıdır. Bilindiği üzere Allah-insan arasındaki ilişkiyi “adalet” değil, “güç” üzerinden okuyan görüşler mevcuttur.
Onlar Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olmasından yola çıkarak, eşyaya, insanlara ve dünyaya istediği şekilde müdahale edebileceğini düşünmektedirler. Hiç şüphesiz Allah’ın buna gücü yeter. Ancak Allah eşya ve insanlarla ilişkilerini ve onlara müdahalesini bir ilke (sünnet) üzerinden kurmakta ve yapmaktadır. Bu durumu bazıları Allah’ın gücüne bir sınır getirme şeklinde algılamaktadırlar. Halbuki Allah, bu ilişki biçimini kendisi bize deklare etmektedir.
Allah-insan ilişkisinin “güç” üzerinden okunması, yatay toplumsal düzlemde yani insan-insan arasındaki ilişkilerin de “güç “üzerinden okunmasını sonuçlamaktadır. Böylece son kertede, insan-insan ve insan-çevre ilişkilerinde hegemonyacı bir zihniyet kendisini göstermektedir. Aslı itibarıyla “Tanrı”nın algılanışı ve akidenin kuruluş felsefesi ile toplumsal hayatta ve evrende “adalet”in işleyişi arasında son derece yakından ilintiler bulunmaktadır.
Bir başka sorun da, “iyi”nin adalete öncelenmesidir. Bu bölümün başlığı, Immanuel Kant’ın “Özgürlük iyiden önce gelir” sözünün bir bakıma adalete adapte edilmiş halidir ve doğrusu oldukça anlamlı ve şık durmuştur. Dünyadaki adaletsizliklerin sebeplerinden birisi de, herkesin kendi “iyi”si etrafında tarafgirlik ve bir çıkar grubu yaratmasıdır. İnsanlar yaşamlarında kendileri için bir “iyi” seçmiş olabilirler. Bu “iyi”, bir ideoloji, felsefi düşünce, din ya da dinin yorumu olabilir. “İyi”nin galip kılınması uğruna adaletin feda edilmesi, geçmişten beri bugün de insanlığın temel ıztıraplarından birisidir.
İnsanlık bugün küresel ölçekte adaletsizliklerle malüldür. Adalet, özlemle aranan, tahayyül edilen bir beklentidir. Tüm ideoloji, din ve felsefi düşünceler, ideal adaletin kendilerinde olduğunu savunmaktadırlar. Gelir paylaşımında adaletsizlik, yetersiz beslenme, sömürü, darbeler, işgal, baskılar vb. listesini uzatabileceğimiz sorunlardan insanlık ciddi anlamda mağdurdur. Tam da bu noktada, adaletin söylemini değil, toplumsal düzlemde temsillerini kim sağlarsa, insanlık için de o ümit kaynağı olacaktır. Dünya bu ışığı beklemektedir.