HÜSEYİN HATEMİ İLE SÖYLEŞİ
Sayı:17 / Toplumsal bir sözleşme olarak ANAYASA - Söyleşi
Hüseyin Hatemi
HÜSEYİN HATEMİ İLE SÖYLEŞİ
Konuşan: Süleyman GÜMÜŞ
Evrensel ilkelerin birincisi insan onurunda eşitlik ilkesidir. Kur’an-ı Kerim’de bunun karşılığı, “adl”dir. “Adl”, eşitlik adaleti ilkesidir.
-
Sayın Hocam öncelikle hoş geldiniz.
-
Hoş bulduk.
-
Sayın Hocam, bildiğiniz gibi modern toplum demekle hukuki toplum demek birbirini gerektiren kavramlar. Zira modern toplumsal uzam, kademeli ve karmaşık çeşitli hukuki normatiflik ağıyla kat edilmiştir. Diğer taraftan toplumumuz Tanzimat’tan beri hukuki modernleşme yaşamakta ve 1876’dan beri öyle böyle anayasal bir toplum düzeni içerinde bulunuyor. Fakat bana göre köken sorunu çözülmüş gibi görünmüyor. Dolayısıyla şu soruyla başlamak istiyorum: Birey mi modern toplumun ürünüdür yoksa modern toplum mu bireyin ürünüdür?
-
“Modern insan” tabiri çok uygun değil. Değer ölçüsü çağa uyma, çağdaşlaşma demek değildir. Kriter bireyin mutluluğunu sağlamaktır, güvenliğini sağlamaktır. Bireyin, ferdin… Devlet bu amaçla gereklidir. Devletin bazı temel esasları vardır. Bunlara riayet etmeden yapılan bir anayasanın da anlamı olmaz. Ama toplum da bu bilinçte değilse yapılamaz zaten. Yapılamayan anayasanın da bir faydası yoktur. Onun için modernliği kriter olarak almak yerine evrensel ve değişmez temel ilkeleri gerçekleştirmeyi, onlara uymayı temel almak lazım. Bu değişmez ilkeleri, çağın değişmesi değiştirmez. Fakat teknoloji ilerler; bu teknolojinin ilerlemesinden çeşitli yeni sınav soruları doğar insanlık için. Bu sınav sorularının cevabı da “Hukukla ahlakın ortak ilkelerinden fedakârlık etmeden ne yapabiliriz?”; bu sorunun cevabını da hukuk felsefecileri, ahlak felsefecileri aramalıdır. Ama birçok hukuk ve ahlak felsefecisi de insanı gerçek hukuk devletine ulaştırmak, bunun için çabalamak yerine, tam aksine uzaklaştırmaya çalışır.
HÜSEYİN HATEMİ İLE SÖYLEŞİ
Konuşan: Süleyman GÜMÜŞ
Evrensel ilkelerin birincisi insan onurunda eşitlik ilkesidir. Kur’an-ı Kerim’de bunun karşılığı, “adl”dir. “Adl”, eşitlik adaleti ilkesidir.
-
Sayın Hocam öncelikle hoş geldiniz.
-
Hoş bulduk.
-
Sayın Hocam, bildiğiniz gibi modern toplum demekle hukuki toplum demek birbirini gerektiren kavramlar. Zira modern toplumsal uzam, kademeli ve karmaşık çeşitli hukuki normatiflik ağıyla kat edilmiştir. Diğer taraftan toplumumuz Tanzimat’tan beri hukuki modernleşme yaşamakta ve 1876’dan beri öyle böyle anayasal bir toplum düzeni içerinde bulunuyor. Fakat bana göre köken sorunu çözülmüş gibi görünmüyor. Dolayısıyla şu soruyla başlamak istiyorum: Birey mi modern toplumun ürünüdür yoksa modern toplum mu bireyin ürünüdür?
-
“Modern insan” tabiri çok uygun değil. Değer ölçüsü çağa uyma, çağdaşlaşma demek değildir. Kriter bireyin mutluluğunu sağlamaktır, güvenliğini sağlamaktır. Bireyin, ferdin… Devlet bu amaçla gereklidir. Devletin bazı temel esasları vardır. Bunlara riayet etmeden yapılan bir anayasanın da anlamı olmaz. Ama toplum da bu bilinçte değilse yapılamaz zaten. Yapılamayan anayasanın da bir faydası yoktur. Onun için modernliği kriter olarak almak yerine evrensel ve değişmez temel ilkeleri gerçekleştirmeyi, onlara uymayı temel almak lazım. Bu değişmez ilkeleri, çağın değişmesi değiştirmez. Fakat teknoloji ilerler; bu teknolojinin ilerlemesinden çeşitli yeni sınav soruları doğar insanlık için. Bu sınav sorularının cevabı da “Hukukla ahlakın ortak ilkelerinden fedakârlık etmeden ne yapabiliriz?”; bu sorunun cevabını da hukuk felsefecileri, ahlak felsefecileri aramalıdır. Ama birçok hukuk ve ahlak felsefecisi de insanı gerçek hukuk devletine ulaştırmak, bunun için çabalamak yerine, tam aksine uzaklaştırmaya çalışır.
HÜSEYİN HATEMİ İLE SÖYLEŞİ
Konuşan: Süleyman GÜMÜŞ
Evrensel ilkelerin birincisi insan onurunda eşitlik ilkesidir. Kur’an-ı Kerim’de bunun karşılığı, “adl”dir. “Adl”, eşitlik adaleti ilkesidir.
-
Sayın Hocam öncelikle hoş geldiniz.
-
Hoş bulduk.
-
Sayın Hocam, bildiğiniz gibi modern toplum demekle hukuki toplum demek birbirini gerektiren kavramlar. Zira modern toplumsal uzam, kademeli ve karmaşık çeşitli hukuki normatiflik ağıyla kat edilmiştir. Diğer taraftan toplumumuz Tanzimat’tan beri hukuki modernleşme yaşamakta ve 1876’dan beri öyle böyle anayasal bir toplum düzeni içerinde bulunuyor. Fakat bana göre köken sorunu çözülmüş gibi görünmüyor. Dolayısıyla şu soruyla başlamak istiyorum: Birey mi modern toplumun ürünüdür yoksa modern toplum mu bireyin ürünüdür?
-
“Modern insan” tabiri çok uygun değil. Değer ölçüsü çağa uyma, çağdaşlaşma demek değildir. Kriter bireyin mutluluğunu sağlamaktır, güvenliğini sağlamaktır. Bireyin, ferdin… Devlet bu amaçla gereklidir. Devletin bazı temel esasları vardır. Bunlara riayet etmeden yapılan bir anayasanın da anlamı olmaz. Ama toplum da bu bilinçte değilse yapılamaz zaten. Yapılamayan anayasanın da bir faydası yoktur. Onun için modernliği kriter olarak almak yerine evrensel ve değişmez temel ilkeleri gerçekleştirmeyi, onlara uymayı temel almak lazım. Bu değişmez ilkeleri, çağın değişmesi değiştirmez. Fakat teknoloji ilerler; bu teknolojinin ilerlemesinden çeşitli yeni sınav soruları doğar insanlık için. Bu sınav sorularının cevabı da “Hukukla ahlakın ortak ilkelerinden fedakârlık etmeden ne yapabiliriz?”; bu sorunun cevabını da hukuk felsefecileri, ahlak felsefecileri aramalıdır. Ama birçok hukuk ve ahlak felsefecisi de insanı gerçek hukuk devletine ulaştırmak, bunun için çabalamak yerine, tam aksine uzaklaştırmaya çalışır.
Hukuk felsefesinin, ahlak felsefesinin temel ilklerine uymakla yükümlüyüz. Hayat, bir sevgi sınavıdır; yani yaradılışın sebebi sevgidir. Çünkü Allah, Vedud’dur; seven ve sevilendir. Ama kendinden başka da varlık olmadığı için mutlak varlık; ondan başka vacibu’l-vücut da olmadığı için “sevilen” sıfatının tecellisi olarak insanı yaratmıştır ki, insan O’nun sevgisini kazanmak için nefsini eğitsin ve öyle yapanı da Allah sevsin. Vedûd sıfatının tecellisi… Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ama esmaü’l-hüsnanın gerekleri de mutlaktır. Bu da Allah’ın iradesinin ne yolda olduğunu gösterir. Vedûd isminden; “Gizli hazineydim; bilinmek istedim.” Yani bilinirsem sevilirim. Ama o da imtihana tabi; yani sevmeyebilirsin. Sınav var. İnsana onun için irade-i cüz’iyye verilmiş. Ve Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu gibi, “Biz bu kâinatı, yarattıklarımızı eğlence, vakit geçirmek için yaratmadık.” Haşa can sıkıntısı gidermek için yaratmadık.
-
Eyvallah.
-
Yani modernlik ölçü olmamalı. Ama teknolojiden istifade ederken nasıl istifade etmeliyiz? Mesela atom bombası mı yapmalıyız? Teknolojinin görevi şu olmalı: İnsana daha mutlu hayat sağlamak. Daha kolay, daha çetin olmayan, daha rahat ve mutlu olacağı, ihtiyaçlarını gidereceği bir hayat sağlamak. Yoksa atom bombası icat etmek değil.
Bahsettiğiniz evrensel ilkeler nelerdir Hocam?
-
Bu ilkelerin hepsi sevgiden doğar. Üç temel ilke ve bunların alt ilkeleri vardır. Bunlara uyulmaksızın göstermelik olarak anayasaya geçirilmesinin de faydası yoktur. Ama zorbalar, emperyalizm veyahut diktatörlük/tahakküm hırsına sahip olan yöneticiler eğer halk yeterli derecede uyanmamışsa böyle bir anayasaya zaten bu ilkeleri koymazlar.
Özetlemek gerekirse hocam, hangi ilkelerdi bunlar?
Evrensel ilkelerin birincisi insan onurunda eşitlik ilkesidir. Kur’an-ı Kerim’de bunun karşılığı, “adl”dir. “Adl”, eşitlik adaleti ilkesidir… Latince “denkleştirici adalet/ justitia commutativa”, Osmanlı deyimiyle “tevzînî adalet/vezinde bir kılan adalet.” Ondan sonra “tevzîî adalet” ilkesi gelir; justitia distributiva. Buna Kur’an-ı Kerim, “kıst” der. Adl ve kıst… Hani kıst ile hükmeden ulemadan bahsedilir. İşte, bu, gereken bilince ve şuura sahip ve bunu öğreten, vâzeden, bildiren ulema… Bu da ne demektir? Kıst olmadan, “Eşitlik adaleti vardır.” demek yetmez. Bütün insanlar, insan onurunda birbirine eş, birbirine eşittir.
Dağıtım adaleti ne demek? Bir kere haklı olup olmayanı veya daha çok haklı olanı, daha az kusuru olanı ayırma. Hâkim sadece eşitlik adaletiyle yetinirse adalet gerçekleşmiş olmaz. Adle ve kısta birlikte uyulması gerekir; imtiyaz gözetmeyerek. Şu hâlde, birinci eşitlik adaleti ilkesinin alt ilkeleri vardır. Bütün insanlar, insan onuru bakımından dil, din, ırk farkı gözetilmeksizin eşittir. İnsana, insan onuru verilmiştir. Pir Sultan’ın söylediği gibi: “Pir Sultan Abdal’ım şunda/Çok keramet var insanda.”
Eyvallah.
Ama bu ayrımı yapmamıza hukukta müsaade edilmemiştir. Ne denmiştir? İnsan denmiştir Âdem’den sonraki beşere. Yoksa bazılarınız beşersiniz denmemiştir, insan denmiştir. İnsan, Âdem’den sonraki beşerdir. Ayrım yapılmaması için hepsine insan denmiştir ama bir de insanın özel manasıyla, insan denir mesela iyi bir kişiyle, çok iyi bir kişiyle karşılaştığınız zaman. Pilatus’un “Ben İsa’yım.” diyen havariye hayran kalıp onu mecburen çarmıha gerdirmek üzere o sırada Yahudi din adamlarına teslim ettiği zaman, huzurundan çıkarttığı zaman söylediği, “Ecce homo!/İşte, insan!” sözünde bu ayrım vardır… Arapça’da da bu ayrım vardır; beşerle insan ayrımı.
-
Ama insanı herkese söyleyebilmemiz için de ne yapılmıştır? Mesela “insan hakları” terimi Batı’da ortaya çıkınca biz ona, “hukuk-ı insan” demedik; “hukuk-i beşer” dedik ki bu, belki tam bilincinde olunmasa bile eşitlik ilkesine göre her beşerin insan onurunda eşit olarak tanındığını gösteriyor. İşte, birinci ilke budur. Anayasamızda var mı? Güdük bir şekilde, inanılmadan “kanun önünde eşitlik ilkesi” diye ifade edilmiş. Ama mutlak olarak insan onuru için, haysiyeti için uygun bir terim henüz bulamadık. En fazla kullanılan insan onuru terimi olsa bile onur kelimesi beni biraz rahatsız ediyor. Çünkü Türkçe bir kelime değil. Güneş Dil Teorisi diye ‘honneur’den uydurduk. Keşke kerâmet-i insâniyye, insanın kerameti diyebilseydik. O zaman da keramet halk tarafından evliyanın gösterdiği keramet diye anlaşılacak[tı]. Osmanlıca terimle diyebileceğimiz en fazla kullanılan da insan haysiyetidir.
Ama sosyal adalet ilkesi insan haysiyetinde/onurunda eşitlik ilkesinin alt ilkesi değil öteki yüzüdür. İnsan zayıf bırakılmamalı, yani bastırılmamalıdır. Yalnız ölmeyecek kadar günlük rızkını didinerek kazanmaktan başka düşüncesi olmayan köleler hâline getirilmemeli. Bütün insanlara, insan haysiyetine yakışır bir hayat seviyesi sağlanmalı. Bu, işçi asgari ücretinin nasıl belirleneceğinde kullanılıyor ve ona da uyulmuyor. Çünkü günde üç kişilik aile üç öğünde birer simitle çay içseler demek ki gıda ihtiyacı karşılanıyor. Bunu otuzla çarpalım. Eee? Asgari ücret karşılıyor bunu. Geriye kalan da paçavra içinde de olsa giyimini sağlıyor. Ama başka hiçbir ihtiyacını düşünmeden… eh işte, insanlık haysiyetine bu yakışır. E peki, sen bunu böyle mi yaşıyorsun? Yok, eşitlik adaletine inanılmadığını gösteren bir söz, “Ben onunla aynı mıyım? Benim elbette daha fazla imkânlarım olacak.” “İhtiyacımın çok fazlası sağlanacak.” İşte, bu, doğru değil.
Sosyal adaletin arkasında, akçanın diğer yüzü gibi insan onurunda eşitlik ilkesi vardır. İnsan onurunda eşitlik ilkesi yalnız siyasi eşitlik değildir. Yani siyasi liberalizm yetmez; o, aldatmak için kullanılabilir. Sen de oy sandığına paçavra içinde gelip tek oy atıyorsun; ben de lüks arabamla gelip, inip, azametle içeriye girip ben de tek oy atıyorum. Demek ki eşitiz. Daha fazlasını ne istiyorsun? İşte, böyle değil. Herkese devlet neyi sağlamalıdır? İnsan haysiyetine uygun bir hayat seviyesi. Herkese, insan haysiyetine uygun bir hayat seviyesi sağlamayı taahhüt etmelidir. Bunu görev bilmelidir. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi: Filan gibi nefis yemekler yemeyi, çok ince, iyi elbiseler giymeyi, hiç kimseye aldırmadan yani lüks bir hayat sürmeyi ben de yapabilirdim; ama ben ulu’l-emrim. Bana biat edildi. Çok yoksul kişiler var. En yoksulun hayat seviyesini sürdürme görevim var. Bunu sürdürmek zorundayım ta ki onların durumunu unutmayayım. Onların durumunu yükseltebildiğim ölçüde ben de kendi hayat seviyemi yükseltebilirim.
İnsan onurunda eşitlik ilkesinin alt ilkesi vardır: Kimseye, insan onuruna aykırı bir ceza verilemez, ilkesidir. Sonra, kanunsuz ceza olmaz, kanunsuz suç olmaz. Kimsenin ikametgâhına, meskenine girilemez. Mesken dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı. Kimseye işkence yapılamaz. Bunlar da işte, birinci ilkenin alt ilkeleridir.
İkinci ilke de dağıtım adaleti, kıst ilkesi. Onun da alt ilkeleri vardır. Hâkimin huzuruna iki insan geldiğinde: “Siz ikiniz de eşit insan onuruna sahip kişilersiniz. Şu hâlde ben, sizin hakkınızda nasıl hükmedebilirim? Birinin lehine nasıl hüküm verebilirim? Haydi, gidin; kendi ihtilafınızı kendiniz halledin.” diyemez. Hâkimin kıst ilkesine göre kimin haklı olduğunu, ihtilafta kimin daha az kusurlu olduğunu, hakkın kimin tarafında olduğunu fark ederek hüküm vermesi lazım. Demek ki hakkın tevzîinde, haklının ayrımında bu ilke temel bir ilkedir. Sonra kamu hizmetlerinin verilmesinde, “İnsan onurunda eşitiz. Şu hâlde, sen nasıl devlet başkanı oluyorsun da ben olmuyorum. Herkese devlet başkanlığı birkaç saniye de sürse eşit olarak yetişkinlere sağlanması lazım” düşüncesi doğru olmaz. Veyahut “Ben hiçbir şey bilmiyorum; elifi görsem mertek zannederim. Ama bir profesörle insan onurunda eşitim. Hiçbir farkımız yok. Şu hâlde, ben de üniversitede ders vermek istiyorum veya Millet Meclisi’ne seçilmek istiyorum, kanun yapmak istiyorum.” Olmaz. Kur’an-ı Kerim, bu alt ilkeyi de, “Emanetleri ehline veriniz.” şeklinde buyurur. Sonra ceza adaleti… Ceza adaleti de istihkaka göredir. Adalet şöyle diyemez: “Ben öyle adilim ki insanlar arasında tek ceza uygularım. O da suç ne olursa olsun idam cezasıdır. Mesela küçük, ağır olmayan bir suç işleyeni de idam ederim. Adam öldüreni de idam ederim.” İşte, olmaz bu da. Ceza adaletinde de istihkaka göre ceza verilir.
-
Üçüncü ilkemiz hocam?
-
Üçüncü ilke de Romalı hukukçu Ulpianus’un en başta saydığı ilkedir. Ama başta saymasının sebebi şudur: Bütün bu ilkelerin bilincine varan bir kişi, önce dürüst olmalıdır ki bu bilince varmasına rağmen bunları gizlemesin, halkı, insanları, kendi haklarına yabancılaştırmasın. Bu ilke, dürüstlük ilkesidir. Kur’an-ı Kerim’de de bu ilke apaçık vardır ve Hazret-i Peygamber’e hitaben buyrulmuştur ki: Peygamber masum olduğu hâlde, hiçbir günah işlemeyeceği hâlde ona böyle buyrulmasının sebebi bizim örnek almamızdır: “Sana emredildiği gibi dosdoğru ol.” Dürüstlük ilkesinin de alt ilkeleri vardır; ahde vefa ilkesi, sözünde durma ilkesi, kimseye kusuruyla, ihmaliyle zarar vermemeye yani kasten veya ihmaliyle zarar vermemeye riayet etmesi gibi. Ahde vefa, sözleşmelerin yorumlanmasında güven ilkesi; bir kimsenin sözleşmeye, dil örflerine göre ortalama bir kişinin, vasat, dürüst bir kişinin vereceği mana neyse ona göre yorumlanmasıdır ki güçlü olan taraf, “Ben sözleşmeden şunu kastetmiştim.” deyip bastırmasın. İşte anayasanın değişmez, evrensel ilkeleri bunlar olmalıdır.
-
Hocam, ahde vefa ile ilgili bir soru sormak istiyorum izniniz olursa.
-
Buyurun.
-
Bildiğiniz gibi avukatlara para ödüyoruz ve bizim durumumuzun hakka uygun olup olmamasına bakmaksızın bizi savunuyorlar. Dolayısıyla manaları değiştiriyorlar, olayların anlamlarını değiştiriyorlar. Vazifeleri bu, daha doğrusu. Profesyonel olarak bu işle uğraşıyorlar. Bu durum, yani avukatların yapmış olduğu bu davranış ya da avukatlık kurumunun kendisi doğrudan bu ilkeyle ve anayasal düzenle çelişiyor mu?
Avukatlık kurumu çelişmiyor; ama maalesef gitgide bu hâle geliyor. Kim paralıysa, kim başvurmuşsa, önemli bir para verebilecekse onun davasını üstleniyor ve bunun için de savunduğu kişiyi haklı göstermeye, suçluyu suçsuz, suçsuzu suçlu göstermek veya borçluyu borçsuz göstermeye çalışıyor. Tam aksine karşı tarafta bir zarara yol açmaya, karşı taraf için zarar doğurmak veya onu borçlu çıkartmaya çalışıyor.
Ama maalesef bu ilkelere insanlar yabancılaştırıldığı için şeklî ilkelere kutsallık atfediliyor: Devlet kutsaldır. Ne olursa olsun kutsal devlet… Bunlarla insanlar kendi haklarına, kendi değerlerine yabancılaştırılır. Arada Şeyh Gâlib çıkar; o da edebiyat, felsefe diliyle gerçeği söyler ama tabii biraz da apaçık, dobra dobra söyleyecek yerde yani, “Evet, eşitiz. Eşitiz işte, eşitlik ilkesi bakımından. Allah’ın gözünde hepimiz eşitiz.” Hâlbuki öyle değil. İnsan gözünde herkesin eşit olması lazım. Allah’ın takdiri, takvaya göredir; yani kendisine, sevginin gücüne göredir. İlkeler çok güzel ama insanların çoğu yabancılaştırılmış. Terimler unutulmuş: Medine, ‘devlet’ manasına gelirken şimdi, Yesrib’in özel ismi olmuş. Hâlbuki Yesrib’e niye Medine dendi? Önce “Medinetü’n-Nebi” dendi; yani el-medinetü’l-fazıla örneği. Siz, bu çekirdek devleti genişlettikçe çekirdeğe uymak zorundasınız. Ama uyulmadı. Sapma açısı büyüdü. Medine bir isim, şehir ismi olarak kaldı. İbranicede muhafaza edildi; çünkü devletleri olmadı. Devlet kelimesini saptıramadılar; ama bu ilkelerden, eşitlik ilkesinden başta saptıkları için “seçilmiş kavim, arz-ı mev’ud…” Arz-ı mev’udu da pompalayarak gitgide şişirmek istedikleri için hatta Babil esaretinden sonra kinle bütün insanlığın, bir nevi Yahudilerin “çiftlik hayvanı” hâline geleceğini peygamber sözlerine karıştırarak Tevrat’ı tahrif etmeleri… İşte, bütün bunlar, insanlığı bugünkü hâle getirdi.
Hocam, Fransız İhtilali’nin bu bahsettiğiniz ilkelerle nasıl bir ilişkisi var acaba?
Bunların birçoğu slogan olarak kullanıldı ve kaynağını unuttular, unutturdular. Çünkü Fransız İhtilali de zaten şeyden doğmuştu:
Amerikan Özgürlük Hareketi?
O da neden doğmuştu? Hepsi 1715’lerde, bu… Tahrif edilmiş Tevrat’ta bir Hiram Usta figürü vardır. Bir Musevi, Yahudi mahallî kral. Mimarlık kabiliyeti isnat ediliyor. Mabedi inşa eden odur. Ama mabetteki taş işçileri arasında onu kıskanan birisi belirdi. Onu öldürdü. İşte, dul kadın onun eşidir. Yeni bir efsane uyduruldu. Ve bu efsanede, bir nevi tarikat içinde yuvalandı. Nasıl İslam âleminde nasıl fütüvvet teşkilatı varsa Avrupa’da da loncalar, meslek birlikleri vardı. Nasıl bunların bizde bir piri varsa onların da bir koruyucu azizi filan vardı.
Hocam bizdeki ahilik teşkilatını mı kastediyorsunuz?
Ahilik teşkilatını, fütüvvet teşkilatını… Şimdi Avrupa’da da İngiltere’deki Mason locası, Mason meslek örgütü yani taş ustaları örgütü demek. Ama Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’te kalan, Selahattin-i Eyyubi’nin Kudüs’ü almasından sonra Avrupa’ya dönen “Kudüs Mabet Şövalyeleri” diye bir askeri tarikat gibi… Gene bizde de Osmanlı’nın ilk devirlerinde görülürdü veya daha önce. Yani bir nevi şövalyeler arasında bir tarikat… Onlar, Mabet/Tapınak Şövalyeleri diye adlandırdılar kendilerini. Ama o bölgede yerleşik İşrâkî felsefenin etkisi altında kaldılar.
İslam felsefesindeki İşrâkîlik mi hocam?
Evet, İşrakilik’in o bölgede etkisi vardı ve onların etkisinde kalarak bazı terimler benimsemişlerdi tarikatta. Avrupa’ya dönünce bu, İslami etki diye görüldü ve dışlandı ve zulüm görmeye başladılar. Fransa’da da barınamadılar. Katliama uğradılar. Sonunda İngiltere’ye geçtiler. Oraya geçerek Mabet Şövalyeleri, Mason localarının içine yerleştiler. Mason demek, ‘taş işçisi, duvar işçisi’. Hatta Arapçada “bennâ” denir; ‘bina yapan’. İhvânu’l-bennâ yani ‘bennâ kardeşler, Mason kardeşler.’
Ama bu tam olarak sonraki Masonluk gibi değildi. Bir nevi Hristiyan teşkilatıydı. İngiltere, Katolik mezhebinden ayrıldıktan sonra bilhassa bunlar daha rahat orada yer buldular. 1615’lerde, Andersen diye meşhur, esrarengiz bir kişi ortaya çıktı bu grup içinden. İskoç olduğu filan söylenir. Ama şahsiyeti, hayatı gizli kalmıştır. Yeni bir nizam getirdi bu tarikat gibi, esnaf teşkilatı gibi kuruma. Ve evrensel bir mana kazandırdı. Amacı da Kudüs’ün Yahudiler tarafından geri alınması. Büyük ihtimalle Yahudi olabilir. Ama kendisini Yahudi diye göstermemiştir başta. Ama o, Templ/Tapınak Şövalyeleri’nden kalan mabedi yeniden inşa etme fikrini devam ettirdi ve güçlendirdi ve dünyaya açık bir tarikat hâline getirmek için de böyle eşitlik ilkesinden, kardeşlikten bahsettiler. Hani sinek avlamak için sinekleri celbeden, tatlı gelen bir sıvı vardır ya öyle; gitgide gelişti. Çünkü Katolik Kilisesi yokluğunda İngiltere’de kötü gelişmeler olmuştu, bu hareketi güçlendirecek. Mesela bir kiliseyi, katedrali borsa yaptılar. Ve bundan da bir yüz sene kadar sonra bu Andersen nizamnamesi çıktı. 1715’lerde yenilendi bu tarikat. İsmi aynı kaldı; fakat özü, tamamen değişti. Ve gizlilik ilkesi benimsendi fark edilmesin diye; bilhassa Katolik Kilisesi tarafından. Ama İslam ülkelerinde de yayılmayı amaçladıkları için Lale Devri’nde Türkiye’ye de kanca atıldı. Mesela Kumbaracı Ahmet Paşa, sözde Müslüman oldu; İbrahim Müteferrika, sözde Müslüman oldu. Birlikte Türkiye locasını kurdular.
Bir taraftan da tabii maske olarak Mevlevilik gibi, Bektaşilik gibi tarikatlarla da gizlenmeye çalıştılar. O Tapınak Şövalyeleri tarikatının boyasını da muhafaza etmek istedikleri gibi Türkiye’de de bu yola başvurdular. Hilafetin temelleri Katolik Kilisesi gibi güçlü değildi toplumda. Onun için başlıca düşman olarak iki teşkilatı kabul etmişlerdi. Birisi Osmanlı. Niye? Çünkü Kudüs o sıra onların elindeydi. Osmanlı’yı, kaleyi içeriden yıkmadan Kudüs’ü ele geçirmeyi düşünemiyorlardı. Zordu. Osmanlı hilafetinin yıkılması lazımdı. Bir de Katolik Kilisesi’ni başlıca düşman ilan ettiler, eskiden kalan kinleriyle. Önce Amerika’da, uzakta bir güç kazanalım dediler; ondan sonra Avrupa’ya dönelim. İşte, Amerika’nın İngiltere’den Bağımsızlık Savaşı’nı çıkarttılar. Bağımsızlık sağlandıktan sonra da gene bu teşkilattan olan kişiler insanlığın büyük isimleri olarak Benjamin Franklin, George Washington daha sonra Abraham Lincoln bu teşkilata mensup olarak görev yaptılar. Fransa’dan Bağımsızlık Savaşı sırasında Amerika’ya giden bu teşkilat mensupları sonra Fransa’ya geri dönerek Amerikan başarısıyla güçlenmiş, cesaret kazanmış olarak papalığı kaldıramadılar ama papanın sağ kolu olan Fransa Krallığını, intikam hisleriyle kötü bir şekilde yok ettiler. Daha sonra Sultan Hamid için de yapacaklardı. Sultan, Kudüs’ü onlara vermediği için bilhassa düşman olmuşlardı. Gelip istendi; ama şöyle dolambaçlı: “Kudüs’e yerleşelim, Düyun-ı Umumiyye borçlarını sileceğimiz gibi size ayrıca da para vereceğiz.” Ama Sultan Hamid’den ne cevap aldı: “Ben atalarımın kanları pahasına aldığı topraklardan bir karışını veremem para karşılığı.” Ama uzak görüşüyle şu acı cümleyi de söyledi: “Paranızı saklayın; ilerde, benden sonra bedava alacaksınız.” İstemeye gelen Theodor Herzl’in hatıratında yazıyor: “Sultan’ın büyük sözleri beni sarstı; “Ama ne olursa olsun ümidimizi kaybetmememiz lazım.” dedi. Kalp krizinden öldü. V. Murad’ın da alındığı, Sultan Aziz’in intihar süsü verilerek öldürülmesinde de rol oynayan bu tarikatı, beynelmilel örgüte müsaade etmezdi.
Osmanlıya, kendi ülkemize gelmeden önce sorsam: Magna Carta’nın bu anayasallaşma sürecine bir katkısı olmuş mudur acaba?
İngiltere’de katkısı olmuş sayılır. İngiltere’de bu, kralın yetkilerini bir sınırlama belgesiydi. Bizde, Sened-i İttifak’ta bir benzeri sağlanmak istendi; ama Türkiye’de çok güçlü bir feodalite yoktu. Osmanlı sisteminde feodalite ancak Doğu’da, İdrîs-i Bitlîsî’yle yapılan bir nevi sözleşme, anlaşmaydı. Kürt beyleri yerinde bırakıldı. Yani bir nevi imparatorluğa tabi dükalık var idi. Yani Kürt beyliklerine karışılmadı; toprakları miri arazi hâline getirilmedi. Yeter ki onlar sınır bölgesinde Rafızi İran’a karşı set olsunlar. Buna karşı da sizin iç işlerinize karışmayacağız; miri vergi almayacağız filan. Ağalarınız size hükmedecek.
Eyvallah.
Ama işte, Türkiye’de bu, Tanzimat’tan sonra yavaş yavaş zayıflatılmaya başlandı.
Hocam, bizdeki duruma gelmeden önce birkaç sorum daha olacak.
Buyurun.
İngiltere’nin bildiğim kadarıyla bir anayasası yok.
Anayasa yok orada ama gelenekler kuvvetli. Anayasası yok, medeni kanun yok, ceza kanunu yok… Belki bizde de iyi hâkim yetişme geleneği Osmanlı zamanından beri devam edebilseydi, sağlanabilseydi… Kanun çokluğu da iyi hukuk demek değil, tam aksine kanun enflasyonu da kötü sonuçlar doğuruyor. Ama onlar şöyle yaptılar: Baştan beri, İngiltere’de, adaya geçip bir düzen kuran güç İngiltere’nin her köşesine böyle sabit mahkemeler kurmuyordu, kuramıyordu o sırada. Atlı hâkimler, dolaştığında kendi bölgelerinde ihtilaflar onlara söyleniyordu. Onlar da çözüyordu ama bir kanun yoktu. Belki medreselerde bir hukuk bilgisi kazanmış kişiler, hatta dini tahsili olmayan kişiler, bizdeki kapıkulu gibi kişiler de öyle görevlendirilebiliyordu. Ama bunların içtihadı bir kanuna dayanmıyordu, adalet fikrine dayanıyordu; adalet fikrine, adalet bunu gerektirir diye. Ama yavaş yavaş bu kararlar bir nevi kanun hükmünde oldu. Kanun yapmaya gerek yok diye düşünüldü. Çıkan ihtilaflarda yerleşmiş kararlar kanun gibi sayılmalı. Ama yerleşmiş, kökleşmiş içtihat yoksa o zaman da yapacak bir şey yok. Bu yetmedi; fakat kanunla da tamamlanmadı. En üst merci kral olduğu için başvuruyorlardı mahkemelere; hâkimler de geriye, daha önce verilmiş kararlara bakıyorlardı. O kararlarda benzer bir yerleşmiş görüş bulamayınca benzer bir olayda şunu diyorlardı: Civil Low “Bu medeni hukuk müsait değil, hukukta kural yok; şu hâlde biz bu ihtilafı çözemeyiz.” Ama adalete aykırı, mağdur edildiği görüşünde olanlar da en yüksek merci olan krala başvurunca reddedilmiyorlardı. Osmanlı’da da belki böyle bir gelişme olsaydı, bizde de İngiltere gibi olsaydı; Mecelle’ye, diğer kanunlaştırma hareketlerine belki de gerek kalmazdı; ama olmadı.
Osmanlı’da kısa bir süre, Fatih Sultan Mehmet devrinde bir uygulama vardır: Ateş istidâsı. Padişahın geçeceği yola, uzakta, müsaade edilecek mesafede ateş yakılır. Ama bu müesseseleşmedi. Fakat İngiltere’de, “ateş istidâsı”na gerek olmaksızın beşerî en yüksek merci olan krala şikâyet edilir. İngiliz kralı hukuktan anlamadığı için Kilise büyüklerinden önce birini tayin ederek saraya bağlı bir büro, ayrı bir birim kurdu. Ve bu birime havale ediliyordu saraya verilen dilekçeler. Burası ayrı bir mahkeme görevini görüyordu. Kanunda, yani kanun değil de eski yerleşmiş içtihatlarda bir karar bulunamadı diye davası reddedilen kişiler buraya başvurunca yargıçlar hakkaniyet ilkesine göre (Equity Law) karar vermeye başladılar. Böylelikle ikilik doğdu hukukta. Ama böyle birbirine zıtlık değil; “Civil Low”ın bulamadığı çareyi Equity hukuku / Hakkaniyet Hukuku buluyor. Fakat ikisinin de yazılı kanunları yok; yerleşmiş içtihat var. Bu ikisi (Equity Law- Civil Low) hala devam etmektedir ama bunlar birbirine zıtlık anlamında değildir; birbirini tamamlar denir. Onun için İngiltere’de hukuk öğrencileri için bir Civil Low kitapları vardır bir de Equitye dayanan şeyler. Ve 19. yüzyılda saraya bağlı müracaat makamı kaldırılarak imparatorluk yüksek mahkemesinin, temyiz mahkemesinin bir dairesi hâline getirilmiştir; Equity müracaatları oraya yapılır. Bizde böyle bir gelenek doğmadığı için bizde kanuna ihtiyaç duyulmuştur. Kanuna ihtiyaç duyulmasının sebebi de devletin zayıflaması dolayısıyla kapitülasyonların kötüye kullanılması, yabancı güçlerin, vatandaşlarının Türkiye’de şöyle demesi: “Biz hiçbir kadı önüne çıkmayız. Bizimle olan bir ihtilafı kadı önünde biz kendimizi savunmayız. Kadı önünde de yargılanamayız; ceza mahkemesi bakımından da hukuki ihtilaflarda da.” Aile hukukunda da zaten Osmanlı onları serbest bırakmıştı. Miras taksimi, evlenme, boşanma gibi işlerde hangi dine, hangi Hristiyanlık mezhebine mensupsa ona göre çözülürdü. Ama ticari işlerde, borçlar hukuku ihtilaflarında da yabancı vatandaşları karşı koyup devlet te bunlara gücünü gösterecek durumda değilse, o zaman ne yapıldı,Tanzimat Fermanı ilan edildi ve bir müddet sonra da kanun çıkartılmaya başlandı, Nizamiye Mahkemeleri kuruldu. Mesela Mecelle kanunlaştırıldı; ama şer’î mahkemeye verilmedi ihtilafların görülmesi… Nizamiye Mahkemeleri’ne verildi ki “Bakın biz de artık Avrupa’da olduğu gibi hukukçu yetiştiriyoruz; yoksa medreselerden yetişmiş kadı değil. Yani İslam diniyle doğrudan doğruya ilgili değil; biz de hukuk mektebi açıyoruz, açtık. Nizamiye Mahkemeleri kurduk. Şer’î mahkemeler sadece esasen sizin ilgilenmediğiniz Müslümanların aile hukuku, miras hukuku ihtilaflarına bakacak.”
Hocam! Kanun-ı Esasi anayasallaşma sürecimize nasıl yön vermiştir?
Bu da maalesef halktan gelen bir talep olsaydı, daha iyi olurdu; ama bizde, bu anayasalaşma da bir nevi Batı taklidiyle olmuştur. Tanzimat devrinin başlarında güçlü Avrupa devletleri, Osmanlı’yı küçümserdi. Mesela devletler hukukuna ilişkin bir konuda gidip yabancı sefaretle konuşurken –Sadullah Paşa’ydı diye hatırlıyorum- “Devletler hukukuna göre böyledir. Sizin yaptığınız devletler hukukuna uygun değildir.” deyince aldığı cevap şu: “Devletler hukuku Hristiyan ülkelere mahsustur. Size göre değildir. Yani siz bize devletler hukukuyla karşı çıkamazsınız. O, medeni ülkelere ilişkindir.” Bu paşa da acı acı yakınıyor bir dostu paşaya veya sadrazama: “Bunlar bizi karga derneği gibi bir dernek zannediyorlar. Yani öyle geçici bir topluluk… Devletten saymıyorlar.” diye. Belki Sadullah Paşa bu acıyla da Kanun-ı Esasi ilanını çok istiyordu. İyi niyetliydi. Avrupalıların elinden bu bahaneyi almak istiyordu.
İşte, Sadullah Paşa, Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınların, devlet adamlarının bir araya gelmesiyle anayasa yapılmak istendi: Kanun-ı Esasi. Kanun-ı Esasi yapıldı; Sadullah Paşa Kurban kestirip top attırmaya başladı, tam yabancıların bir toplantıdan çıktıkları sırada. Ama denir ki o sırada İngiliz temsilcisi galiba: “Ne oluyor?” diye sorunca, “Top atmalarının sebebi ne, kurban kesmenin?” O da “Kanun-ı Esasi ilan edildi. Yani artık biz de anayasaya sahip olduk. Bunun için atılıyor.” deyince bu sefer de o kişinin şöyle söylediği nakledilir: “İki koyun kanına dayanan anayasa, devamlı olmaz.” Bu söz de yanlış. Yani kan dökülerek anayasa yapmak da şart değil. İyi bir anayasa yapmak için mutlaka önce zalimlerin bir kan dökmesi lazım değil. Fransız İhtilali’nde öyle oldu. Zulümde, Fransız hanedanının yapmadığı zulüm yaptılar. Birbirlerini öldürdüler, katlettiler. Ve anayasa ama ne diyordu? Kardeşlik, insanlık, hürriyet; Liberté, fraternité, égalité; özgürlük, kardeşlik, eşitlik. Bu siloganlara hiç riayet edilmemişti anayasa yapılncaya kadar; durulduktan sonragöz korkutma, intikam hareketleri… Sonra insan kanından anayasa doğdu. Ama o anayasayı elde etmek için mücadele edenlerin kanından değil, anayasayı yapanların zulmünden akan kanlardan.
Hocam! Ülkemizde genelde şöyle söylenir: Bedel ödemediğimiz için bu anayasal düzenin kıymetini takdir edemiyoruz. Bu durumda siz çok hak vermiyorsunuz böyle bir yargıya.
Yok. Çünkü Osmanlı da Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’nda Alman halkının ödediği gibi bir bedel ödedi; çok sıkıntı çekti, çok şehit verdi, birçok cephede… Ama bunlardan sonra, gene de kanlardan ibret alınarak anayasa tam doğmadı. Yani bu kanların karşılığı olacak bir anayasa yapılamadı.
Sonraki süreçte anayasa var ama İstiklal Mahkemeleri var, Takrir-i Sükûn Kanunu var. Nihayet 1950’de, Almanlar yenilince bu defa gene dıştan etkilenmelerle de görevlendirmelerle de artık Almanlar yenildi; Amerikan demokrasisi örnek alındı. Bir nevi Washington’a biat edildi. Hilafeti kaldırdık; şimdi halifemiz Washington’da olsun diye.
Peki, Menderes’in bu süreçteki katkısı nedir hocam?
Menderes de tutarlı biri, hatta İslami değerlere bilinçli olarak bağlı birisi değildi; ama hak etmediği bir akıbete uğratıldı. Yani… Ne yaptılar? 1924 Anayasası’na uymadı diye anayasayı ihlalden astılar. Anayasayı ihlal dedikleri neydi? Bir meclis, milletvekillerinden mürekkep bir soruşturma komisyonu kurmuşlardı. Bu anayasaya aykırıdır, diye… Menderes devrildi. Çünkü Menderes’in büyük bir hatası oldu: 6-7 Eylül olayları. Batı dünyasını gene Türkiye’ye karşı büyük ölçüde tutumunu değiştirdi. Kiliselerin tahrip edilmesi, bazı ölüm vakaları, dükkânların yakıp yıkılması, yağma olayları… Bu, Menderes’in birdenbire ikbalinin sönmesine, yavaş yavaş akıbetine doğru gitmesine yol açtı. O sırada da zaten Kıbrıs ihtilafı çıkmıştı; Amerika tarafsız davranmadığı için tabii. Yani bir taksim tezi ortaya atılmıştı. Biz Sovyetlerle NATO’ya girmiş olarak, biat etmiş olarak birdenbire Sovyetlerle ilişki kurabiliriz, iması yapılınca idam fermanı çıktı. Perde arkasında Amerika vardı ve idam edildi. Yanındaki Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, melek değillerdi; ama kim melek ki? Düşürüldükten sonra onlara hiç işkence yapılmaksızın, haysiyetleri zedelenmeksizin, “Siz bir köşede oturun.” Denebilirdi. Nitekim Celal Bayar’a bir şey yapılmadı.
Hocam! Yassıada’nın Türkiye’nin geleceğine bir gölgesi düşmüş gibi sanki.
Yani bu bir devamdı. İlk defa düşen bir gölge değil. İstiklal Mahkemeleri’nde, üyelerde hâkim olmak şartı aranmazdı. Milletvekillerinden kurulmuştu. “İdam!” derse biterdi. Yani, “İdamına hükmettik.” derse biterdi. Ne temyiz vardı ne bir şey. Buna biraz da artık demokrasi devrindeyiz, ilerledik diyebilmek için Millî Güvenlik Konseyi’nin seçtiği hâkim ve savcıyla Yassıada Mahkemesi kuruldu. “Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” diyelim, Ziya Paşa’nın terkib-benddinden alarak.
Ama Almanya ne yaptı? Biz, 1. Dünya Savaşı’ndan ders almadık; Almanya’da da ders almadı. Ve bu defa ırkçılıkta aradı kurtuluşu. Dünya hâkimiyeti hırsına kapılan Hitler’e itaat cürmünü işledi. Ama sonunda ders aldılar. İki inanmış kişinin öncülüğüyle çok kısa zamanda kalkınmayı sağlayacak hem bir anayasa yaptılar hem de belki dünyada en iyi anayasaydı bu. Hâlen de öyledir. Ama bir müddet geçtikten sonra refah devleti, refah toplumu olma başlayınca, Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu gibi: “İnsan öyle bir refaha kavuşunca, bütün ihtiyaçları[nın] fazlasıyla karşılandığını görünce maddi ihtiyaçlarının, insanın çoğu şaşar, azar, yoldan çıkar.” İşte, şimdi Avrupa örneğini de gönül rahatlığıyla veremiyoruz. Fakat Alman anayasası sadece anayasaya bakılırsa, topluma değil, benim kanaatimce dünyanın en iyi anayasasıdır, bu temel ilkeleri koyuş ve uyuş bakımından, sosyal devleti sağlama bakımından. Ama yazık ki o sırada da bütün Avrupa’da, 2. Dünya Savaşı’ndan ders almış olarak bir tabii hukuk rönesansından bahsediliyordu. Tabii hukuk ne demek? Bu başta söylediğim temel ilkeler ve alt ilkelerin hukuku. Bunlar aynı zamanda ahlakın temel ilkeleridir. Ahlak ve hukukun mutlak, temel ilkeleridir. Anayasa bu temeller üzerinde yükselmezse hiç işe yaramaz. Almanlar işe yarayacak bir anayasa yaptılar. Başlangıç bölümü de bizdeki gibi değildir. Çok güzel ve kısadır. “Allah ve insan önündeki sorumluluğumuzun bilincinde olarak…” diye başlar. İsviçre anayasası da “Kadir-i mutlak Allah adıyla…” diye başlar. Ama anayasaları iyi olsa bile eşitlik ilkesini şeytan ters telkin eder. Şöyle der: Eşitlik ilkesi neyi de gerektirir? Mesela iki eşcinselin bir arada yaşamasını, evlilik sonuçlarını bağlamanızı gerektirir. E bunların çocukları olmasına imkân yok. O zaman eşitlik ilkesi neyi gerektirir. Bunların mesela yapay döllenme, sperm bankasından sperm alma dolayısıyla veya bir çocuğu evlat edinerek dünyaya getirdikleri çocuğun da mahvolmasına yol açmalarını gerektirir. O bataklıkta büyüyen çocuk ne olacak? O da ruh hastası olacak.
Hocam hangi Hakk görünümlü hukuki kararlar gerçek anlamda bir anayasal bir hak değil? Burada eşcinsellikten örnek verdiniz.
Bunlar tabii hukuk demek, aynı zamanda, müspet ilim kanunlarına da riayet etmek demektir. Yani bunlar da göz önünde tutulmalıdır.
Başka örnek var mı hocam?
Tereddiye yol açan bu kabil şeyler asla kabul edilmemelidir.
Uzun zamandır diyebileceğimiz bir zamandır Türkiye’de de yeni anayasa konuşuluyor. Size göre yeni bir anayasa yapılırsa eğer, onun taşıması gereken, bu ilkelere bağlı olarak taşıması gereken somut özellikleri neler olmalı? Nasıl hazırlanmalı?
Bu saydığım üç temel ilke de alt ilkeleriyle birlikte, hatta alt ilkelerinin açık, tafsilatıyla açıklanması da gerekmez; ama ilkeler belirtilmedir. Alt ilkeleri de kısaca bunun altında belirtilmelidir. Bunlar işte, anayasanın değişmez bölümü olmalıdır, değiştirilemez bölümü sayılmalıdır. Ondan sonra yönetimle ilgili, idari yapıyla merkezî yönetimin yapılanmasıyla, güçlerin ilişkisiyle…
Önce güçlerin ilişkisiyle başlayalım: Yasama yetkisi kimseye devredilemez. Ama o, anayasada yazıyor. “Anayasa ne demek? Burada şimdi anayasa da benim, babayasa da benim.” deme alışkanlığı, kötü alışkanlığı ve inancı vardır. Mesela hep askerî yönetim dönemlerinde duyduk bu sözleri. Mesela: “Bu, bana yaptığınız anayasaya aykırıdır. Sen ne konuşuyorsun? Burada anayasa da benim, babayasa da benim.” İşte, bu zihniyet ortadan kalkmadıkça maalesef 1961 anayasasının bu kısmını, insan hakları bölümünü bilhassa 1949’da kabul edilmiş Alman anayasasından örnek alarak yaptık; adapte ettik gibi. Ama ne oldu? İşe yaramadı. Çünkü halktan gelmiyordu; böyle iyi bir anayasa tercüme etmekle de olmuyor. Halkın benimsemesi ve savunabilmesi lazım bir güç olarak. Ondan sonra yasama ilkesi mesela düzenlenirken “Yasama devredilemez.” yazıyor; ama sonra olağanüstü hâllerde kanun hükmünde kararname çıkartılır ve anayasa bile, bu temel hak ve hürriyetler konusuna uymayı emreden anayasa bile dinlenmez. Kanun hükmünde kararnameyle bunlara aykırı hükümler konabilir. Ee ne oldu? 1924 anayasasına karşı İstiklal Mahkemeleri kurabilmek gibi şey. Çünkü biz, yazıyoruz anayasaya; ama biraz da öyle dostlar alışverişte görsün; yabancı ülkelerin anayasasında da var. Biz de… Hukuk ülkesi denmekle hukuk devleti olunmuyor. O hâlde yasama meclisinin seçilmesi de temel ilkelere uygun olmalı. Liyakat, ahlak ve beceri, güç aranmalı. Mesela çok yaşlı biri bazı kamu görevlerinde görevlendirilemez; ama çok genç biri de görevlendirilemez. Bir zamanlar 22 yaş arardık 1924 Anayasında filan seçmek için; şimdi 18 yaşa düştü.
Hocam! Şey sorsam: Bu ideal, uygun bir anayasanın hukuk ve ahlakı birlikte sağlayabilmesi sürecinde ilahiyatçılara ne tür bir görev düşüyor olabilir?
Hz. Peygamber’in medine-yi fazılasının başı Hz. Peygamber’di; ama buradan da saptık. Onun için de Allah'ın lütfunu, vaadini gerçekleştirmesini bekliyoruz. Ama bugün yeni bir anayasa yapalım desek ne olacak? Uyanmadıkça bir şey olmayacak. Suudi Arabistan’ın da sözde bir anayasası var; ama Suudi Arabistan anayasasında hiç insan haklarından falan bahsedilmez. Bahane olarak nasıl olsa onun kimsenin doğrusundan haberi yok diye bu konuları biz koyamayız, bunu şeriat koymuştur; biz sadece hanedanda kralın nasıl belirleneceği, o ölünce kimin nasıl veliahdın kim olacağı ve nasıl iktidara geleceği, kral hazretlerinin hangi bakanları kuracağını, bakanlar kurulunu filan… Yani böyle bir şey olmaz tabii. Hukuk devleti olmaz. Dediğim gibi nazari olarak bakarsam dünyada en iyi anayasa olarak şeyi görüyorum; Alman anayasasını ama tabii ki tatbik edilmiyor. İran anayasası Suudi Arabistan anayasası gibi değil, bütün bir İslami anayasa gibi ilan edildi. Birçok ülkede de İslam ülkesinde olduğu gibi Irak’ta filan Mısır’da vs. birçok İslam ülkesinin de tabii anayasası var. Suudi Arabistan gibi değil; ama mesela İran anayasası da insan haklarından bahsettiği, çok ayrıntılı olarak bahsettiği hâlde mesela cezalar kısmına gelince o da geleneklerden kurtulamıyor. İnsan onuruna aykırı ceza olamayacağı halde bu evrensel tabii hukukta, anayasaya onu yazmıyor; şeriata atıf yapılıyor ve ceza kanunundan ayrı bir de şer’î cezalar kanunu çıkartılarak her ne kadar uygulanması çok az olsa belki de hiç olmasa bile… Mesela taşlayarak öldürme, recm etme cezası. Bu ceza kanunuyla, özel ceza kanunuyla muhafaza ediliyor; şeriattan sayılıyor. Hâlbuki şeriat ilkeleri Kur'an-ı Kerim'de yer alır. Kur’an-ı Kerim’e aykırı hadis, hadis değildir; uydurmadır. Kur'an-ı Kerim'de recm var mı? Yok. Şu hâlde Hz. Peygamber ancak Kur’an’la çelişmeyen kurallar koyar. Başka türlü düşünmeye imkân yok. Hz. Peygamber de hiç recm cezası uygulamamıştır. İslam'a pek böyle inanır bir Müslüman gözüyle bakmayan İngiliz profesörü, İslam hukuku uzmanı diyelim J. Schacht, İslam hukuku hakkında, şeriat hakkında, recm cezası hakkında İslam Ansiklopedisi’nde şöyle diyor: “Bu ceza Kur'an’da yoktur. İslam'ın ilk döneminden 100-150 yıl sonra Yahudi örfünden yani Tevrat’tan İslam uygulamasına geçmiştir.” Ama ben bunu söylediğim zaman bazı kişiler beni de kâfir ilan ediyor. Şöyle diyor: “Nasıl olur da recme karşı çıkarsın?” Hâlbuki akl-ı seliml ve kalb-i selim ilkelerini, hiç unutmamız lazım; ama bu ilke Türkiye’de hiç isim olarak da bilinmiyor. O bakımdan da Ebu Hanife şimdi rahat etmiyor. İlke şudur: Mülazeme veya telazüm ilkesi. O ilke de şu demektir: Önce kalb-i selim görevlisi olan akıl, vahyi tasdik eder. Vahyi tasdik etmiyorsa demek ki kalp bozulmuştur, akıl da bozulmuştur. Kalp bozulunca akıl da bozulmuştur ve vahyi tasdik etmez; İlahi değildir, der. Hatta Allah'ı inkâr eder. Vahyin bu inanç kısmını da inkar eder; ama eğer vahyi tasdik eden akıl, akl-ı selimdir. Bu akl-ı selime de içtihat yetkisini vahiy verir, yani Kur'an-ı Kerim'de esasları belirtilen ilkelere göre, doğru hadislere göre yeni teknolojik gelişmeyle ortaya çıkan yeni sorunlarda hüküm verme, içtihat etme yetkisini de akl-ı selime vahiy verir. Yani vahiy, insanlar tarafından kabul edilmek için akl-ı selimin bulunmasını gerektirir. Akl-ı selim de içtihat yetkisini vahiyden alır. Buna mülazeme veya telazüm ilkesi denir.
Hocam çok teşekkürler. Benim için didaktik açıdan da çok verimli oldu. Müteşekkirim.
Ama şimdi dinleyenlerden belki yüzde doksanı beni topa tutacak. Ben bu sözleri söylemeye başladığım, açıkça söylemeye başladığımdan itibaren şöyle birkaç sene geçti diyelim. 1986'da recmi ve el kesmeyi filan izah edince büyük bir tepkiyle karşılaşmıştım. 86'dan bu zamana kadar kaç yıl geçti? Öyle zannediyorum ki belki bu düşüncemi tasdik eden, kâfir ilan etmeyen ama tasdik de etmeyen çok kişi vardır; ama onların da sayısı nihayet elli bini, altmış bini geçmez zannediyorum. Fakat söylediklerimi tasdik edecek olan da hiç değilse bir 100 kişi çıkmışsa eyvallah.