Prof. Dr. Kemal SAYAR: “Hayatlarımızı Hibrid Formlarda Yaşıyoruz.”

Sayı:23 / BİYOPOLİTİKA / Nesneleşen bedenler üzerinden siyas - Söyleşi

Kemal Sayar

Süleyman GÜMÜŞ

Modernitenin önceki toplumsallıktan oldukça farklı bir gerçeklik teklifinin olduğu ortadadır. Söz konusu farklıların bir kısmı sağduyu tarafından dahi tespit edilebilmesine rağmen önemli bir kısmı konuyu fayda-zarar veya ihtiyaç kavramlarının üzerinde bir idrak seviyesini gerektirmektedir. Yaşam üzerinde ve dolayısıyla ölüm üzerinde bir politika üretmek ve uygulamak demek olan biyopolitika, özellikle yakın ufku olan transhümanizm ve posthümanizm’le birlikte, hakikate saygılı olmak isteyen herkes için ciddi bir tehdit ortaya çıkarmaktadır. Biyopolitika konusunu ele aldığımız bu sayımızda iki önemli ismi konuk ediyoruz: Prof. Dr. Kemal Sayar ve Doç. Dr. Oğuz Haşlakoğlu.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamlayan Prof. Dr. Sayar, 1989-1995 yılları arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimine devam etti. 2000 yılında psikiyatri doçenti, 2008 yılında psikiyatri profesörü oldu. Çeşitli ulusal ve uluslararası dergilerde danışmanlık ve hakemlik yaptı. Psikiyatri konulu çok sayıda kongre ve sempozyumda düzenleyici ve konuşmacı olarak yer aldı. 2002 yılında, Kanada McGill Üniversitesinde Transkültürel Psikiyatri Bölümü’nde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. Bakırköy ve Erenköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanelerinde klinik şefliği görevlerini yürüttü. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri anabilim dalı başkanıdır. Mesleki çalışmalarının yanı sıra, Açık Radyo ve Star Tv’de Ruhun Labirentleri, TRT’de İnsanlık Hali adlı programı hazırladı ve sundu. Prof. Sayar, Hayat Teselli Bulmaktır, Ruh Hali, Koruyucu Psikoloji: Çocuk Eğitiminde Duygusal Rehberlik gibi çok sayıda kitabın yazarıdır.
 
 
Prof. Dr. Kemal SAYAR: “Hayatlarımızı Hibrid Formlarda Yaşıyoruz.”

-Hocam söyleşimize hoş geldiniz. Sizinle biyopolitika bağlamında insan ve psikoloji konulu bir söyleşi yapmaktan mutluluk duyuyoruz.
Sayın Hocam öncelikle konuyla ilgili genel bir çerçeve oluşturmak adına, geleneksel insanla modern insanın hangi açılardan birbirlerine benzedikleri, hangi açılardan birbirlerinden ayrıştıkları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Geleneksel doktrinlere göre insan, Cennet ile Dünya arasında bir aracıdır: Hıristiyanlık insanın Tanrı'nın suretinde yaratıldığını iddia ederken, İslam onu Allah’ın halifesi olarak görür. Bu kırılgan varlığın Allah’ın halifesi olarak imgelenmesi, onun özündeki gizli asaleti teslim eder. O zübde-i âlemdir.  Gerçekten de insanı insan yapan ve ona potansiyel olarak olduğu şey olmak için çaba sarf etmesini hatırlatan şey, "sanki"nin doğasında var olan olasılıktır. Gai Eaton’un ifadeleriyle, ‘İnsanın hükümdarlık rolünü yerine getirebilmesinin bir yolu da cansız olanı güzelleştirmek, cennetin dünyevi alanı aydınlatmasına izin vermektir. Ne yazık ki modernite bunun tam tersini yapıyor, çıplak işlevselliği mutlaklaştırıyor ve bunu yaparak doğayı gasp ediyor.’
İnsanı diğer canlılardan ayıran nitelikler, modern öncesi insanda da modern dönem ve sonrası insanda da mahiyeti gereği sabit kalması gereken vasıflar. Ancak bu başlık altında sayabileceğimiz nitelikler oldukça sınırlı sayıda ve kapsamları da dönemlere göre dönüşen şeyler esasen: Mesela gelişmiş bir bilinç, gelişmiş bir empati ve gelişmiş bir dil gibi nitelikler. Bunların etkileşiminde farklı kategorileri de damıtıyor insanlık; sanat, aşk, toplum, bilim, özgür irade, inanç, erdem gibi kompleks ve incelikli tarzları. Üst nitelikleri “gelişmiş” diye özellikle belirtmek gerekiyor zira bazı canlı türlerinde de - bilhassa kolektif yaşam sürdüren- bu yetilere denk geliyoruz doğada. Daha da ötesinde yapay zeka insana dair bu niteliklerle donanmış şekilde tasarımlanıyor ki bu tamamen başka bir müşkülümüz.
Bunlar dışında farklar sayılamayacak kadar çok. Zaten insan, varoluşçu filozofların da belirttiği üzere yapılmakta olan bir canlıdır, özünü yolda biçimlendirir. Zamanın şartları, toplum, ekonomi ve kültürün ruhu kaçınılmaz biçimde dönüştürüyor insan yaşamının rengini. Fizyolojimiz çok değişmese de ortalama ömrümüz çok daha uzun geleneksel insana göre. Bu, çok esaslı bir nitelik farkı gibi görünmese de pek çok şeyi değiştiren bir faktör. Yaygın şiddetin azalmasından, mülkiyet ve sermaye ilişkilerine, iktidar biçimlerinden aile rollerine kadar hemen her şeyi değiştirdi insanın yaşam süresi beklentisi. Modern dönemin başlangıç çizgisini nereye çekmek gerektiği konusunda çok fazla tartışma olsa da benim tercihim Batı’da 15. yy’a kadar çizginin izini takip etmekten yana. Aydınlanma, Rönesans, Coğrafi Keşifler, Protestan bilinç, bilim devrimi gibi kırılma noktaları bu çağda başlıyor Batı’da. Ancak kitlesel bir dönüşüm için elbette 18. yy’ı beklemek lazım; Endüstri devrimi, buhar motorunun icadı, sanayi kapitalizmi, bürokrasi, diplomasi, ulus devlet fikri hep bu dönemin eserleri. Doğuya çok daha geç sirayet ediyor modernlik, belki dört yüz yıl içinde Batı’da gelişen modern bilinç, Doğu’da elli yıllık bir süreye sıkışmış bir demir leblebi gibi iniyor karnımıza. Bu yüzden, Avrupa’da çok daha erken zamanlarda dönüşen şeyler bizde 19. yy’da hissedilmeye başlandı. Zamanı algılama biçimimiz mesela, zamanın dakikalarla ölçülen ve emek, kuvvet, hızla ve elbette parayla ifade edilebilen bir şey olduğu bilinci. Keza, insanın toplum denilen bir geniş kitlenin aktörü olduğu (hem eyleyen fail hem de sahneleyen manasında çift anlanmıyla) birey bilinci de. Birey, toplumla beraber doğmuş bir kavramdır; geleneksel toplumlarda fertler cemiyetin/ toplumun değil cemaatin/ topluluğun bir üyesiydiler ve aidiyet bağları da bu toplulukla kurulurdu. Geniş aile ve sülale, köy, mahalle, lonca, mezhep aidiyetleri vb kişinin yaşamını tanımlar, korur ve kontrol ederdi. İmparatorlukların geniş coğrafyalarında çok farklı türden topluluklar çobanıl bir iktidarın uzaktaki varlığını belli belirsiz duyumsardı. Ulus devletler döneminde ise büyük bir gözetim ve disiplin toplumu inşa edilmesi, bu yapıların imha edilmesini kaçınılmaz kıldı. Söylediğim gibi, modern ve geleneksel zamanın insanı arasındaki farklar sayılamayacak kadar çok ve neoliberal piyasa kapitalizminin cari olduğu postmodern dönemde daha da değişmeye devam ediyor insan; zamanına babasına benzediğinden daha fazla benzer insan, böyledir.
-Hocam, İslam ve batı düşüncesinin “beden”e yaklaşımında paradigmal açıdan bir farklılık var mıdır? Batı bedeni nasıl görmektedir?
Sosyal ve kültürel süreçler bedene anlamlar nakşeder ve beden her zaman bu anlamların da ötesine taşarak, kendi hakikatlerini sosyal alanlar üzerine yansıtır. Biz dünyayı bedenlerimiz aracılığı ile tanır ve bazen bedenlerimiz aracılığı ile bir benlik duygusu inşa ederiz. Batı uygarlığının, görme ve görsel mecazların anlamaya egemen olduğu, göz-merkezli bir uygarlık olduğu tanımlanmıştır. Beden, bu göz-merkezli gelenek içine doğduğundan beri görülen, gözlemlenen, dışarıdan manipüle edilen nesne (nesneleşmiş) bedendir. Sampson, Batılı geleneğin bedenle ilişkisinin tehlike ve kontrol fikirleri üzerine odaklandığını düşünür. Bu ilgiler birbiri ile ilişkili üç konu üzerine temellenir:
(1) Beden, hayvanlar âlemi ile süregelen bağımızı temsil eder ve böylece özde insan olan şeyi tenzil-i rütbeye uğratır.
(2) Beden, kontrolümüzün her zaman sınırında duran bir şey olarak görülür ve böylece bizi gitmek istemediğimiz yerlere sürükleme tehdidini içinde barındırır.
(3) Hıristiyanlığın ileri evrelerinde ruhun bedenden ayrılmasıyla ruh, fani bedenin başarmaktan aciz olduğu bir şekilde insanlığa hizmet eden bir şey olarak bedene üstünlük sağlamış ve böylece bedenden daha yüksek bir seviyeye yükselmiştir.
Bu sebeple, Batılı gelenek bedeni daha ziyade olumsuz değerlendirmiştir. Özellikle de beden, bilgi ve hikmetin kaynağı olmaktan ziyade, potansiyel tehlikenin kaynağı olarak görülmüştür. Batı içinde hâkim bir kültür olarak Hıristiyanlığın öneminin artmasıyla, Hıristiyanlığın günah teorisinin bir sonucu olarak beden, insanın günahkâr bir yaratık olarak tavsif edilmesinde daha merkezî bir yer edinmiş ve bedene yönelik zühd anlayışında da bir yoğunlaşma ortaya çıkmıştır. Bilhassa Hıristiyan manastır, yani inziva geleneği, teni günahkâr adamın metaforu ve Tanrı’nın akıl dışı inkârı olarak görmek suretiyle bedene daha karanlık bir anlam vermiştir. Bu tutkulu beden perhiz, tefekkür ve sıkıntıyla terbiye edilmeyi gerektiriyordu.
Bedeni zihnin hasbi bilgi ve anlama çabasına engel olarak gören Batı’nın aksine, Doğu bedene ve bedensel pratiklere zihnin kendi başına başaramayacağı aydınlanmada anahtar bir rol verir. Namaz, zikir ve sema bir dizi ritmik hareketi ihtiva eder. Bütün bu bedensel hareketler bir kimsenin kâinattaki yerini, aşkın olan ile rabıtasını ve bazen de onunla yekvücut olma, onda kaybolma yolundaki varoluşsal birlik arzusunu sembolize eder.
İslam, sadece kitap-kaynaklı bir dogma olmanın ötesinde, Kur’an ve Peygamber geleneğinin üzerine inşa edilen, bu kaynakları merkez ittihaz etmekle birlikte, bunlardan beslenerek gelişip serpilen bir kültür ve medeniyettir. Dinî ve dinî olmayan arasında ayrım yapmadığı gibi, kamu hayatını da özel hayattan ayrı tutmaz. Bu itibarla, insan bedenine de tüm diğer şeylere baktığı gibi, dinî bir zaviyeden bakar. Hiçbir şey din-dışı veya dinin kayıtsız kaldığı bir mefhum olarak görülmez. İnsan hali de dâhil, bütün tabiat fenomenlerini doğal olarak kabul eder. İnsanoğlunun fiziki eksiklik ve zayıflığını nadiren sıkıntı kaynağı ya da problem olarak görür.
Oysa zamanımızda “Beden dinî anlamdan yoksundur veya kutsala herhangi bir yöneliş kapasitesinden mahrum bırakılmıştır. Mezardan sonra herhangi bir yeni hayat ümidinden de kopmuş, şahsî tensel zevklerin sınırına geri çekilmiştir. Bu yüzden tek tesellimiz onu mümkün olduğu kadar canlı, gençlik dolu, tüketici, cinsel olarak aktif ve hareketli kılmaktır.”
İslam maneviyatında insan ve dolayısıyla insan bedeni, “Rahmân’ın suretinde yaratılmıştır”; ki bu, önsel olarak insanın mutlak ve bu yüzden de sınırsız ve mükemmel bir potansiyel barındırdığını anlatır.
Başa dönecek olursak, sorunuza ‘Öncelikle hangi Batı?’ diye cevap vermek gerekir. Yunanın antikitesi de, Katolik skolastik düşünce de, protestanlık da, aydınlanmacı hümanizm de Batı. En baskın söylem elbette ilk günah mitiyle şekillenmiş olan insan bedeninin kirliliği ve arındırılması, baskılanması gereken bir günah yuvası olduğu anlayışı. Bedenin ve ruhun birbirine kasteden iki ayrı anlam dünyasına dahil olduğu bu kavrayışta, Tanrının krallığı da öteki dünya için bir vaattir. Aydınlanma ve hümanizmin ilk günaha karşı insanın sevilmeye layık üstün bir varlık ve umudun tohumu olduğu savıyla ortaya çıkıyor malum. Bu dünyaya cenneti getirme vaadiyle. Ama bu sav giderek, insanın her şeye -hatta hemcinsine- tahakküm ilişkisi kurduğu, dünyayı sömürdüğü, Tanrısını el birliği ile sahneden çektiği bir hale büründü. “İnsan” olarak tanımlanan şey, bugün nerdeyse sadece “ekonomik insan” yani ya homo faber ya homo consumens olarak algılanıyor. Üreten ve tüketen bir varlık olduğu sürece insan bazı temel insan haklarından faydalanabiliyor.
İslam da coğrafya ve dönemlerine göre, kültürün ve genel psikolojinin etkisiyle şekillenen, homojen olmaktan uzak bir ruh-beden düşüncesini çeşitlendirmiş. Ama bizim için dünya bir sınanma mekanı ve zamanı olduğu gibi, insanın cennetten sürgünü de bir terbiye ve olgunlaşma sürecinin başlangıcının temsili. Bu nedenle beden bir şer mahfili değil, Allah’ın insana üfleyip durduğu ruhun enstrümanı, hatta neredeyse kelamı. Kelam da anlamı yaratıyor, anlamın kelamı yarattığı gbi. Bedenin hakları da Allah tarafından korunuyor bu sebeple en geniş kabul gören İslam itikadına göre. Çeşitli zarar verici şeylerden uyarılarla sakındırılsa da; bedenin hazları ve özlemleri ondan esirgenmiyor temel olarak.  İslam’da beden üzerine konulan sınırlar dahi toplum düzenninin olgusal bir gereği değilse şayet, bizzat bedenin hakkının maksimizasyonu ve ruhun aksettiği aynanın cilalanması vazifesi görüyor. Uzmanı değilim ama bildiğim kadarıyla İslam’daki “ibaha” sistemi, yani açıkça yasaklanmadığı müddetçe eylemlerin genel bir meşruiyyetle sarılı ve mübah olduğu prensibi, her davranışı için kiliseden ferman dilenen Hıristiyan pratiğiyle bir asimetri içindedir. Ben, modern Kıta Avrupasının kazuistik düzenleme takıntılı mevzuat ve nizanname sisteminin ardında da Katolik kilisenin bu vasfının etkili olduğunu ve oradan tevarüs edildiğini düşünüyorum. Bürokratlar ve senato modern dönemin ruhbanlarına dönüştüler.
- Çok teşekkürler Hocam. Hocam, günümüzde özellikle psikolojik ve psikiyatrik ilaçlar üzerinden bir beden kontrolü ve daha ileri boyutta bedenin yönetiminin gerçekleştirildiği savına katılır mısınız?
Yer yer evet. Kozmetik psikofarmakoloji deniyor buna, insanın varoluşsal sorunları yerinde dururken bir ilaçla uçarı bir neşeye gark olma hali. İlaçlarla ruha makyaj yapma durumu. Antidepresan ilaçların sosyal sorunların medikalizasyonu yoluyla büyük siyasi/toplumsal meseleleri örttüğü dile getirilir. Yoksulluk ve eşitsizliği gidermek yerine kederli kitleleri mood enhancer (duygudurum hızlandırıcı) ilaçlarla ayakta ve canlı tutarsınız. Bu sosyal eleştiriye yer yer katılabilirim ama bunu, büyük ilaç şirketleri ile hükümetler ve sermaye lordlarının örtülü ve sinsi bir komplosu olarak görüp görmediğimi soruyorsanız, hayır bu şekilde düşünmüyorum. Spesifik olarak depresyon ve bunun yanısıra kaygı bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluklar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite, hatta nevrozların ötesinde pek çok psikoz türünde kullanılan psikiyatrik ilaçlar, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan bir ivmeyle çok geniş kitleler tarafından kullanılıyor, bu bir vakıa. Hatta depresyonun, antidepresanların  kullanımına paralel olarak adeta bir pandemi gibi salgın haline dönüştüğü de bir gerçek. Mesela ilaç şirketleri agresif bir çalışma yapmadan önce Japonya’da depresyon çok daha az teşhis ediliyordu. Bazı teşhisler pazarlama yöntemleriyle yaygınlık kazanabiliyor. Bu durumun başlıca üç nedeni var görebildiğim kadarıyla. İlki, ilaç şirketlerinin ürettikleri ilacı satacakları hastalık kategorilerini de çeşitlendirmeleri; mesela çeşitli yelpazedeki davranışsal gerileme benzeri olumsuz deneyimleri -sözgelimi mutsuzluğu, kederi, yası- hastalık gibi iyileştirilebilir depresyon tanımına sokacak şekilde ilaçları da çeşitlendirmeleri. Psikiyatrist David Healy, durumu şu sözlerle özetliyor: “Son 30 yıldaki psikiyatrik nozoloji revizyonlarına bakıldığında, ruhsal bozuklukların kurulu bir gerçekliğinin olduğunu ve bir ilaç firmasının rolünün önceden belirlenmiş bir kilide uygun bir anahtar bulmak olduğunu düşünmek kesinlikle bir hatadır… Günümüzde, ilaç firmalarının yalnızca anahtarı bulmaya çalışmadığı, aynı zamanda anahtarın uyması gereken kilidin şekli konusunda da büyük ölçüde söz sahibi olduğu bir durumdayız.” İkincisi, metropol insanının kalabalıklar arasındaki yalnızlık hissi, neoliberal piyasa koşullarının insanları birbiri için rakibe ve performans kontrolünü yapan gardiyanlara çevirmesi: Kişilerin başarı takıntısı ve birey olmanın gereği olarak başarısızlığın tüm vebalini (küresel ve toplumsal pek çok engele rağmen) taşımaları. Ve üçüncü olarak da insanların iyi hissetmek istemeleri, kederi, yorgunluğu, kaygıyı ve suçluluğu hissetmeye başladıkları anda, buna çare olacak bir ilaç zaten geliştirilmiş olduğundan, “kendi olma yorgunluğu/ La Fatigue d'être soi” dan kurtulmak ve farklı tanılarla bu ilacı almak için psikiyatri kliniklerine koşturmaları. Yazar Philippe  Pignarre'in de belirttiği gibi, “hastaların rızası ve sessiz işbirliği olmasaydı, yeni psikiyatri bu kadar çabuk zafere ulaşamazdı”. Bu, elbirliğiyle mükemmel işleyen bir düzenek. Daha konforlu yaşama, başkaları tarafından haset duyulma arzumuz bizi köleleştiriyor ve başarısızlık riski bizi hasta ediyor. Yeni antidepresanlar küresel bir mutluluk monokültürüne hizmet ederek, hep istim üzerinde, yüzeysel bir mutluluğun pençesinde bir insan tipi yaratabiliyor. Her an tüketmeye hazır, verilen rolleri sadakatle üstlenen, hep gülmek isteyen dertsiz tasasız bir tip. Ve ilaç şirketleri devasını üretmeseydi geçmiş çağların melankolisi sayılıp farklı çözümler denenecek yaşam deneyimleri de hastalık kapsamına giriyor bu şekilde. Çünkü yaşamları değiştirmenin ya da yıllarca terapi görmenin hem maddi manevi maliyeti çok yüksek hem de çok uzun ve meşakkatli bir girişim ve büyük cesaret istiyor. 
- Gerçekten oldukça ilginç bir sorunsalla karşı karşıyayız. Peki bugün psikoloji ve psikiyatri biliminin yükselişinin biyopolitika stratejileriyle bir ilintisini kurmak mümkün müdür?
Deliliğin bir hastalık olduğu fikri, gerçekten de Batı’nın tarihi açısından yeni bir fikirdir. Hastalığın toplumsal bir tehdit unsuru olarak değerlendirilip kontrol edilmesi gelişmesine koşut olarak delilik yahut ruhsal bozukluklar da iyileştirilebilir ve iyileştirilmesi zorunlu uygunsuzluklar sütununa kaydedilmiştir. Oysa mesela Batı’da uzun çağlar boyunca (insanın ilk günahla kirlenmiş doğasına koşut olarak) delilik, bir tür kilisenin kontrolünden kaçış, iblisler tarafından ele geçirilme olarak neredeyse bir suç ve kesinlikle bir ceza olarak ele alınıyordu. Bizde ise, yine -iyicil- fıtrata yakınlaşma fikrinin bir izdüşümü olarak, avama aşikar kılınmamış hakikatlere doğrudan bir erişim hakkı tanınması, neredeyse bir tür seçkinlikle damgalanma, efsunlanma olarak ele alındığı için bu insanlara hürmet gösterilmiş, davranışlarının yumuşaması için gündelik işlerle, musiki ve güzel seslerle meşgul edilmiş mecnunlar.
Bugünün toplumu artık Foucault’nun Bentham’dan ilhamla gündeme taşıdığı ‘panoptikon’un etkisindeki disiplin toplumu değil, Deleuze’ün Burroughs’dan ilhamla terminolojiye yüklediği denetim toplumu.  Post-modern dönemin gözetim mekanizması sinoptikon. Herkesin birbirini gözetlediği, dolayısıyla herbirinin diğer herkes tarafından gözetlendiği çapraz ve dolaşık bir denetim mekanizması bu. Bunun için modern dönemde olduğu gibi hapishaneler, akıl hastaneleri, okul, fabrika ve kışlalar inşa edilmesine bile gerek yok. Süreçlerin geçişliliğiyle sağlaması yapılan ve dijital devrimle de olgunluk sürecine giren bir sistem halihazırdaki. Bu mekândan münezzeh ve herkesin mahremine aşina gözetim sistemine bu nedenle omnipticon diyen de var. Sizin sorunuz açısından bu denetimin bileşenlerinden biri de sağlık. Bunun içine tıbbi big data, aplikasyonlarla bir bulutta kayıt altına alınan beden parametreleri, hareket ölçümleri, farmakolojik tüketim, moleküler ve genetik mühendisliği vb pek çok şey dahil edilebilir. Daha spesifik olarak psikoloji ve psikiyatriden bahsettiğimizde ise Foucault’nun, tıp sisteminin her zaman ceza sisteminin yardımcısı olduğuna ilişkin sarsıcı iddiasını sessizce geçiştirmemek gerekiyor. Cezalandırma, iktidar yapılarının en etkin silahıdır. Ama iktidar psikiyatrik aygıtlarla sadece cezalandırmaz, sağaltma iddiasıyla belli bir insan kategorisi üzerinde bir doğru bilgi, doğru yaşam, doğru arzu vs sultası da kurar. Buna mukabil psikanalizin her ne kadar normalleştirmenin bir enstrümanı olsa da, kötü şöhretli (arındırıcı, ırkçı temelli) psikiyatriye karşı geliştirildiğini ve özgürleştirici, iktidar karşıtı bir gelişim olduğunu belirtiyor Foucault. Gözlemlerime göre bilhassa Fransız felsefesine bağlı düşünür ve yazarlar, bilimsel araştırmalara dayalı, davranışçı psikoloji veya nörobilim kökenli terapiler danışanları itaatkar, koşullanmış, güdükleştirilmiş bendelere dönüştürme amaçlarını bizzat deklare ettiği için, psikanalizi bireyin özgünlüğünü ve özgürlüğünü gözeten bir özne felsefesi olarak ele alıyorlar ve tercih ediyorlar. Ancak pek çok ruh sağlığı uzmanı psikanalizin amacının “iyileştirme” olmadığını, bunu entelektüel veya spirütüel bir uğraşı olduğunu da ifade ediyor. Mesela Lacan, iyileşmenin, olsa olsa psikanalizin ek faydalarından biri olabileceğini söylüyor. Bu konuda Catherine Meyer editörlüğünde yazılmış derleme bir eser olan Psikanalizin Kara Kitabı’nı ilgililere tavsiye ederim.
-Hocam, güncel psikoloji açısından psikanaliz nasıl bir anlam ve değere sahiptir? Süperegonun işlevi, insanın panoptikona yerleşmesiyle yüksek derecede uyuşuyor sanırım. Çünkü süperegonun içselleştirilmesi, insanın toplumsallaşması, insanın diğerlerinin bakışına açılması anlamına geliyor.
1960'lı yıllar psikanalizin “altın çağı” olmuştu ancak bugün Fransa dışındaki Batı ülkelerinde bilhassa A.B.D.’de psikofarmakoloji ve DSM sebebiyle psikoterapi görmekte olan hastaların belki yüzde on veya on beşlik bir bölümü psikanaliz görüyor. Psikanalitik teoriler “psikotropik ilaçların tartışmasız etkinliğini hiçbir şekilde açıklayamadıkları için” bugün artık rağbet görmüyor. 1980 yılında, DSM-III olarak da bilinen Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel Rehberi yenilenip basıldığında, ego, süperego ve bastırma ile ilgilenen psikodinamik teoriye ilişkin tüm yapı da gözden çıkarıldı. Bunun yanısıra son yirmi otuz yılda modern görüntüleme tekniklerinin de desteğiyle insan beyninin haritalandırılması faaliyeti giderek hız kazandı. Bugün süperego- ego tartışmaları daha ziyade sosyal psikoloji veya sosyoloji ve felsefenin dolayımında, entelektüel bir uğraşı olarak ele alınıyor. Ama Varoluşçu psikologların da belirttiği üzere, günümüzün ruhsal ıstırabı büyük oranda anlam arayışı kaynaklı. Bu da danışanlarımızın büyük bir kesimi ile (psikozlu hsatalarımızı belki istisna tutarsak) felsefe, sosyoloji ve hatta din ve inanç ekseninde bir yolculuğa çıkmak, onlara eşlik etmek durumunda bırakıyor biz ruh sağlığı uzmanlarını. Karşılıklı aktarım ortamında dilde açan bir çiçek gibi, yaşama dair anlamı keşfetmeye çabalıyoruz. Süperegonun, babanın -yani toplumun- bir naibi olduğu kuramı pekçok düşünür tarafından (en meşhuru Lacan) ifade edildi zaten. Toplumsalda örgütlenen sembolik düzlem, dilde de kendini tekrarlıyor ve yeniden üretiyor, bu nedenle psikanalizde, gündelik dilin imkanlarının ötesinde şiirsele ve imgeye yakın bir dile ve suskunluğa daha ziyade dikkat kesiliyoruz bizler de.
- Çok teşekkürler Hocam. Hocam size biraz provokatif bir soru sormak istiyorum. Foucault “Deli, büyücünün oğlu değildir ama psikiyatr engizisyoncunun soyundan gelir.” der bir yerde. Bu cümleyi nasıl yorumluyorsunuz?
Foucault, 18. yüzyıldan itibaren, modernizmin bir stratejisi haline gelen düzenleme ve dışlama mekanizmaları dolayımında, deliliğin bir deneyim türü olmaktan çıkarılarak, imal edilen bir şey olduğunu, cüzzam gibi bir dışlanma kriteri (cüzzamın mirasçısı) haline getirildiğini söylüyordu, malum. Foucault’nun alıntıladığınız sözü, Thomas Szasz’ın bir iddiası üzerine söylenmişti. Szasz, modern psikiyatrinin, dünyayı, içinde yer aldığı grubun algıladığından farklı algılamaya başlayan herhangi birini karşımıza hasta ya da anormal olarak çıkarmaya, tıbbi emperyalizme muktedir olduğunu söylüyordu genel ifadeyle. Modern psikiyatri öncesinde deliler, “büyücü” değil (bu tercümeyi doğru bulmuyorum), büyülenmiş veya efsunlu, ecinnili olarak ifade edebileceğimiz, iblis ve cinler tarafından ele geçirilmiş insanlar olarak görülüyordu. Bunun sonucunda engizisyon da, mesela kendi toplumlarından farklı düşünen cadıların da deli ve iblisin hizmetkarı olarak yakılmalarına hükmediyordu genellikle. Engizisyonun o dönemde sahip olduğu bu iktidarı bugün modern psikiyatri devralmıştır demek istiyor Foucault kanaatime göre. Kilise öğretisinin tahakkümü, bilimin tahakkümüne evrilmiş ve sadece eldeki kitab-ı mukaddes değişmiş, İncil’den DSM’ye dönüşmüştür bu bağlamda… Tabii bizler cadı yakmıyoruz, ilaç reçete ediyoruz sadece, bu kadar dramatize etmek estetik açıdan çarpıcı olsa da sonuçlarının vahameti kıyas kabul etmez. Defalarca intiharın koynundan alınmış, ağır depresyon nöbetleri yaşayan bir insana tedavi edici ilaçlar vermemek, şekeri yükselmiş bir insana insülin vermemek kadar ağır bir ihmaldir. Evet psikiyatri totaliter rejimler tarafından farklı olanın baskılanması maksadıyla bir kontrol ajanı olarak zaman zaman kullanılmıştır ancak o çağlar geride kaldı. Efendisinden kaçan siyahi kölelerin draepetomani hastalığından mustarip olduğu yönündeki statükocu bakışlarla bugün sadece alay ediliyor. Bugün daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir ruh sağlığı hizmeti konuşulup tartışılıyor. İnsanla ilgili bakışımız zenginleştikçe sağlık disiplinleri de daha nitelikli bir yapıya bürünüyor.
 
- Sayın Hocam, biyopolitika, bildiğiniz gibi, yaşam üzerinde uygulanan politika anlamına geliyor. Ayrıca, bütün yaşamın dış bakışlara açıklığını ifade eden panoptikon kavramı da biyopolitika bağlamında oldukça dikkat çekicidir. Panoptikon düzeneğini tamamlayan unsur insanın sürekli gözetlendiğine dair bilincidir. Modern psikolojinin insanı ele alma biçimini bu bakımdan nasıl değerlendirirsiniz? Yani modern psikoloji, insana onu tedavi ederken sürekli gözetlendiği fikrini de aşılıyor olabilir mi?
Bize baş vuran danışanlarımız, ekseriyetle gündelik yaşam pratikleri yani toplumsal uzlaşıları ve bağları zedelenmiş olduğu için geliyor bize. Gözetlenmek değil belki ama süreçler ve ilişkiler bağlamında yürütülen sürekli denetim mekanizmalarının çıktısının hata verdiği insanlar bunlar. Artık çalışmakta zorlanan, aile ilişkileri kopan, toplumun uyumsuzu haline gelmiş kişiler. Yahut henüz öyle görünmeseler de bu uyuşmazlığı iyiden iyiye hissedenler; depresifler, travmatize olmuşlar, kaygılılar, tükenmişler. Bu insanlara ve hepimize empoze edilen bir yaşam tarzı var, performans kriterleri mesela kariyer, makam- mevki, evlilik, tüketim parametreleri var, ve onları kabullenemeyen ya da takat yetiremeyen insanlar çoğu. Suçluluk ve utanç hissediyorlar bu “kaybeden” damgası yüzünden, tutunamamak ar geliyor. Bu da elbette kendi üzerinde kontrol ve gözetim sahibi bir başkasına -elaleme- veya sinoptikona/panoptikona iman etmeyi gerektiriyor. Bunu eleştirmek için söylemiyorum, zira insan olarak hepimizin içinde olan bir mekanizma bu; insanlar süperegonun (sembolik düzenin/toplum düzeninin) bakışı altında utanç duyarlar ve benlik ideallerinin (olmak istedikleri ama olamadıkları kişilik) bakışı karşısında da suçluluk duyarlar. Bunu aşılayan şey, psikoloji değil, bizzat bizi şekillendiren kültür. Psikoloji olsa olsa bu mekanizmayı ifşa etmiş ve açıklamış sayılabilir.
Öte yanda zaten büyük bir gözetim toplumunda yaşıyoruz. İnternette bıraktığımız izlerle, sokak kameralarıyla, kredi kartlarımızda daima kontrol altındayız. Dijital çağla birlikte insan öznellliği de dönüşüyor, hayatlarımızı hibrit formlarda yaşıyoruz. Online personalarımız gerçek hayatlarımızın ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Ama gönüllü bir kulluk bu, boynumuzu ilmeğe bile isteye uzatıyoruz. Bu mahkumiyetin getirdiği yeni hastalıklar da var, dikkat sorunları, bağlanma sorunları, aidiyet sorunları. Yüz yıl öncesinin histerik hastalıklarının yerini bugün yeni patolojiler alıyor.
- Foucault’ya dönmek gerekirse, yine bir yerde “Kapitalist toplum için, biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemliydi. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir.” diyor. Modern psikolojinin bedene bakış açısını nasıl yorumlarsınız? Size göre güncel psikoloji ile biyoloji arasında dolaysız bir ilişki var mıdır yoksa bu bir abartı anlamına mı gelir?
 
Bugünün psikoloji çalışmaları insanın bedenlenmiş bir varlık olduğu kabulü üzerinden yürüyor. Kendimizi bir bedenle birlikte var kabul ediyor ve dünyayı bedenlerimiz üzerinden algılıyoruz. Psikolojik fenomenlerin çoğunun biyolojik bileşenlerini bugün bilebiliyoruz ama anlam, fedakârlık, inanç gibi insana özgü kimi değerler de biyolojik alanda tam karşılığa sahip değil. İnsan simge üreten bir varlık, anlam açan bir varlık. Materyalist bilimcilik her duyguyu nöron seviyesinde izah etmeye çalışsa da insan öznelliğini ve bilinci açıklamaya yetmiyor.
Psikosomatik hastalıklar Freud’un öncüllerinden beri bilinen bir teşhis. Ruhsal sıkıntılarımız, bastırılmış dürtüler, travmalar kendilerini bedensel semptomlarla açığa vurur. Bunu sık sık dilde lapsuslarla, tökezleme ve çam devirmeyle ya da rüyalarla da yapar tabii. Ama beden de fazlasıyla ruhun tesiri ve teshiri altındadır. Bu ilişkinin karşılıklı bir ilişki olduğunu belirtmiştim daha önce de; bedenin şartlandırılması da ruhun ve zihnin işleyişine etki eder. Modern öncesi dönemde iktidarın insandan beklediği şey, ruhun itaatiydi, modern sonrası dönemde ise, ruha müdahalenin kontrol edilmesinin zor olması nedeniyle bedenin itaati. Artık bedenlerin kontrol süreçlerinin sistematik hale getirilmesiyle belirli türde insanın imal edilebileceğinin farkında iktidar öbekleri. Aslında Erich Fromm’un toplumsal kişilik diye kategorize ettiği, bireyin süreklilik sergileyen düşünme, hissetme, davranma ve insanlarla ilişki kurma özelliklerini tanımlayan kişilerin çoğunda ortak kişilik tipleri tam da bu imal faaliyetinin eseri. Yalnız internet çağında insanların giderek zihinden ibaret olduğu, bedenlerini geride bırakarak sadece zihinleriyle bir hayal aleminde gezindiklerini de hesaba katmak zorundayız.
 
-Hocam, Freud’un bilinçdışına dair açıklamalarına katılıyor musunuz? Bunu şu sebeple soruyorum: Deleuze, Foucault, Althusser gibi önde gelen düşünürler, bilinçdışı ile batının kendine özgü kültürel yapısı arasında bir koşutluk görmekteler. Size göre, bilinçdışının izi İslam bilim geleneğinde sürülebilir mi?
Bilinçdışının varlığına elbette ki katılıyorum. Kişiliğin, Freud’daki gibi id’den, ego ve süperegodan ibaret olduğunu düşünmüyorum buna mukabil. Kaldı ki Freud’un öncesinde de kabul edilen bir olgudur bilinçdışı. Psişik hayatın bir alanının insanın bilincinden gizli olduğu varsayımı asırlardır vardı. Hindistan ve Yunanistan’daki (ve Yunanlıların bu düşünceyi aldıkları Mısır ve Mezopotamya’daki) mistik ve panteistler, sonrasında İslam ve Batı Ortaçağ filozofları ve Alman Romantik filozofları bu yönde bir fikre sahipti. Henri Ellenberger, Bilinçdışıın Keşfi kitabında bu spekülatif felsefi yaklaşımı ilkin Leibniz’in kuramsallaştırdığını söylüyor, “Tümüyle psikolojik argümanlarla desteklenen ilk bilinçdışı zihin kuramını ortaya atan Leibniz olmuştu. Leibniz küçük algıları (petites perceptions), zihinsel hayatımızda büyük bir rol oynamalarına rağmen algı eşiğinin altında kalan algıları işaret etmişti. Herbart, küçük algılar ve eşik kavramını Leibniz’den almış ama dinamik bir bakış açısı getirmişti. Herbart, eşiği durmadan değişip duran bir algı ve temsil çoğulluğunun sürekli birbirlerine karşı mücadele ettiği bir yüzey olarak düşünmüştü. Buna göre, daha güçlü algılar daha zayıf algıları eşikten aşağı iter, bastırılmış temsiller yeniden ortaya çıkmak ister, bu nedenle de sıklıkla kendilerini başka temsillerle ilişkilendirir. Eşiğin altında, karanlıkta kalmış temsiller bilinçli sahnede oynanan dramaya eşlik eden bir tür koro oluşturur. Eşiğin altında bir de tamalgı kütlesi, düzenlenmiş bir bilinçdışı temsiller demeti vardır diye yazar. Herbart’ın bu bilinçdışı teorisinin Freud’un psikanalitik mülahazaları üzerinde dahi büyük bir etkisi olmuştur. Deneysel planda, Fechner, sürekli tekrarlarla sahnelenen topografik  bilinç dışı algıları ölçmeye çalışırken, Helmholtz, nesneleri duyusal algılarımızın izlenimleriyle değil olmaları gerektiğini düşündüğümüz gibi algıladığımızı gösteren “bilinçdışı çıkarsama” olgusunu keşfetti. İngiltere ve Fransa’da da aynı zaman diliminde bilinçdışı üzerine çalışmalarda benzer gelişmeler bulgulanmıştı. “(Jules) Hericourt alışkanlıklar ve içgüdüler, zihinde kendiliğinden ortaya çıkan unutulmuş hatıralar, uykuda çözülen problemler, psikolojik içeriği ve anlamı olan bilinçdışı hareketler, açıklanamayan sempati ve antipati hislerini bilinçdışı hayatın gündelik tezahürleri arasında sayıyordu.” Zinhin ve bilincin gayet aktif çalıştığı gündelik hayatta bile, davranışlarımız bilinçdışımızın telkinleri altındadır. Pek çok davranışımızın mazeretini bilinç rasyonalizasyon sürecinde sonradan üretir. Bugün pek çok düşünürün de kabul ettiği bilinçdışı alanı, kültürel hafızayı, kolektif bilinci de kapsayacak şekilde çok geniş bir alan. Mitler, dil, inanç, görenek de kişinin şahsi arzu ve ihtiraslarıyla yarışan şekilde bilince etki ediyor. Ama bunun da ötesinde gelenekli toplumların tamamında olduğu gibi İslam düşüncesinde de mevcut olan, bilinci çekip çeviren bir üst aklın varlığı inancına sahibim. O akıldan pay alan bilinçleriz hepimiz. Ruhun varlığını açıklama biçimim bu.
Filozof Charles Taylor, Sources of the Self (Benliğin Kaynakları) adlı eserinde, erken modern Batı'da modern benliğin ahlaki topografyasında meydana gelen değişimi tartışır. Taylor, özellikle Descartes'ın düşüncesiyle birlikte, içselliğin diliyle karakterize edilen ve ilahi olandan ayrılan bir ahlaki içsellik alanının ortaya çıkışını ortaya koyar. Ona göre Kartezyen sonrası düşünce, benliğin kaynaklarını ilahi olana giden bir yolla ilişkilendirmek yerine insanın içinde konumlandırmıştır. Benliğin kişisel bedenin derisinde bittiği, toplumdan ve kültürden ayrı tekil bir benlik fikri modern batılı bir fikirdir. Birçok akademisyen, Freud'un Musa ve Tektanrıcılık'taki tektanrıcılık okumalarına ve “Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar”, Bir Yanılsamanın Geleceği, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları ve yazılarının başka yerlerindeki ifadelerine dayanarak “psikanalizin din dışı, radikal ateist, metafizik karşıtı düşünceleri” olduğunu varsayar. Kuşkusuz, dinin “zihinsel yaşamda çocuksu olanın bir ifadesi” ve dini fikirlerin “hayali dileklerin yerine getirilmesi” olduğuna inanan erken dönem analistler de vardı. Dini uygulamalar saplantılı nevrozlarla, dini deneyim çocuksu regresyon ve birleşme arzusuyla ya da cinsel duyguların yanlış yorumlanmasıyla karşılaştırılmıştır.
Kuşkusuz Freud'un kendisi de onu tek başına ateist olarak görenlerden Yahudiliği bir şekilde olumladığını savunanlara kadar çok çeşitli yorumlara maruz kalmıştır. Psikanaliz, Yahudi mistisizminin sekülerleştirilmiş bir versiyonu olarak bile görülmüştür. Bu analizlerin merkezinde, genel olarak dine ve özel olarak da Yahudiliğe karşı kararsızlık sergileyen Sigmund Freud'un kendisi yer alır. Psikanaliz ve İslam üzerine yapılan hiçbir tartışma, sömürgecilik ve İslam ile Batı arasındaki ilişki meselesinden kaçınamaz. Gayatri Spivak, kurumsal psikanalizin epistemik şiddetin son zamanlardaki bir görünümü olabileceğini öne sürerken, Jacques Derrida “Amerikan olmayan bir dünyanın geri kalanının psikanalitik sömürgeleştirilmesine” dikkat çeker. Özgürlüğü ve sonluluğu, sorumluluğu ve praksisi Tanrı'yla ilişki içinde, ruhu/benliği bu dünyada ilahi söylemin muhatabı olmak için eğitilmesi ve donatılması gereken aşkın bir eksende tanımlayan bir bakış, psikanalizi zenginleştirecektir. Dolayısıyla, Omid Shakry’nin The Arabic Freud’da söylediği gibi, “İslam ve psikanaliz arasındaki karşılaşmanın psikanalitik düşünce üzerinde baskı oluşturmasına izin vermek, yeni psikanalitik bilgi biçimleri için üretken ve verimli olabilir.” Buradaki fikir, elbette iki gelenek arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak değil, daha ziyade her birinin diğerine yeni ışıklar düşürmesine izin vermektir. İlginç bir biçimde ilk dönem Mısırlı psikanalistler, İbn Arabi’den ödünç aldıkları la-şuur kavramıyla bilinçdışı kavramını karşılamışlardır.
 
- Hocam uzun ve verimli bir söyleşi oldu. Son olarak, kendi psikoloji deneyimleriniz ile ilgili bir soru sormak istiyorum, tabii yine Foucault’dan bir alıntı yaparak. Foucault, “Beden, olayların kaydolma yeridir.” der. Size psikolojik destek için gelenlerin üzerinde bıraktığınız etki açısından, psikolojik tedavi bir yaşamı nasıl ve hangi dereceye kadar değiştirebilir?
Bilinen bir psikiyatri kitabının başlığıdır bu, ‘beden kayıt tutar’. Travmatik deneyimler bedende kayıt altına alınır. Söz her zaman tesirli değildir, bazen bedenin belirtileri sözün ulaşamadığı bir yerdedir. Bir söz gelir şifa olur kimileyin, bin söz gelir o duvarı delemez. Keskin acılar, derin kederler bazen zihnimizi boğar ve bizi afallatır. Kelimeler, yaşanan dehşeti ancak zaman içinde hikâye edebilir hale gelecektir; boğuk heceler parça parça bir araya gelecek ve ancak zaman içinde tutarlı bir anlatıya dönüşebileceklerdir. Bu arada bedene gömülü hisler konuşmaya devam eder.
O yüzden ruhsal tedavilerde hayal kırıklığı da tedavinin bir parçasıdır. Hayatlarına değdiğimiz insanlar vardır, bütün çabamıza rağmen yardımcı olamadığımız insanlar da vardır. Bu biraz da kişinin öğrenme isteğiyle alakalıdır. Psikolojik tedavi bir kişiyi dönüşme arzusunun ve hissettiği zorunluluğun kudreti, dönüşme iradesinin sürekliliği ölçüsünde değiştirebilir ancak. Jung’un bir ifadesini aktaracağım burada, “Elbet, elimden geleni yaparım hastalarım için. Ancak, ruhsal tedavide çok önemli bir nokta var ki, o da hekimin ne pahasına olursa olsun hastanın iyileşmesi için çaba harcamayı bir ilke diye benimseyemeyeceğidir. Hasta karşısında olağanüstü bir dikkatle davranıp, kendi istem ve kanılarımızı ona zorla benimsetmekten kaçınmamız gerekir… Benden iç dünyasını değiştirebilecek bir söz işitip, işittiği sözü hiç umursamaksızın çekip giden kimsenin arkasından seslenerek, kendisini geri çevirmeye çalışmam hiç aklımın ucundan geçmez doğrusu! Böyle bir şeyin Hristiyanlıkla bağdaşmadığını ileri sürebilirsiniz, vız gelir bana. Ben doğadan yanayım. Eski Çinlilerin “Bilgelikler Kitabı”’nda şöyle yazar: “Üstat bir ara dedi ki, insanların ardından koşmazmış, çünkü bir işe yaramazmış bu. Dinlemeleri gerekenler söyleneni anlar, anlamaları gerekmeyenler dinlemezmiş.” Bu ilkeye katılıyorum.
Hocam çok teşekkür ediyorum. Derinlikli ve anlamlı bir söyleşi oldu. Sağolunuz.
Rica ederim, faydalı olması temennisiyle…

breitling chronographe etanche 50m a68062 no 1111 price omega dark side of the moon copy uk replica watches steve mcqueen watch auction tag heuer carrera calibre 16 leather strap replica watches uk omega seamaster nato strap rado first copy watches in ahmedabad swiss replica watches hello rolex reviews rado tan boots fake watches
İLİMYURDU Yayıncılık ve Eğitim Hiz. Ltd. Şti.
Adres : Molla Gurani Mah. Akkoyunlu Sk.
            No: 36 Fındıkzade Fatih / İstanbul
Tel      : 0212 533 05 35
Mail    : info@yetkindusunce.com
Tüm Hakları İlim Yurdu Yayıncılık’a aittir. Kaynak belirtilmeden hiçbir içerik kopyalanamaz. | Tasarım & Yazılım: Dizayn Sanat