Ölümün Ekolojisi: Mezarlıklar Üzerine Düşünceler
Sayı:32 / Ölüm - Dosya
Gülsüm Kavuncu
Bir dönem, okula giderken kestirme olduğu için her sabah bir mezarlığın içinden geçerdim. Dolambaçsız, mezarların yanından uzayıp giden bu toprak yol, aslında insanların adımları ile oluşmuş bir patikaydı. Herkes bunu olağan bir şey olarak kabul eder, mezarlığın içinden geçmek kimseye tuhaf gelmezdi. Zaten birkaç dakikalık yürüyüşle mezarlığın sonunda otobüs durağına varılırdı. Sabahın koşturması içinde okula yetişenler, işe gidenler, kedilere mama verenler, alışverişten dönenler kullanırdı bu yolu. Gündelik hareketin içinde yer etmiş bir rota, ölümle yaşam arasında açılan mekansal bir geçit. Sabahın kendine özgü serin kokusuna mezarlıktaki ağaçların ve toprağın kokusu karışır, ölülerin arasında yürümek sanılanın aksine bana canlılık verirdi.
Ölümün Ekolojisi: Mezarlıklar Üzerine Düşünceler
Gülsüm Kavuncu
ICP-Bard College, New York,
Gelişmiş Fotoğraf Çalışmaları (Yüksek Lisans - MFA)
Bir dönem, okula giderken kestirme olduğu için her sabah bir mezarlığın içinden geçerdim. Dolambaçsız, mezarların yanından uzayıp giden bu toprak yol, aslında insanların adımları ile oluşmuş bir patikaydı. Herkes bunu olağan bir şey olarak kabul eder, mezarlığın içinden geçmek kimseye tuhaf gelmezdi. Zaten birkaç dakikalık yürüyüşle mezarlığın sonunda otobüs durağına varılırdı. Sabahın koşturması içinde okula yetişenler, işe gidenler, kedilere mama verenler, alışverişten dönenler kullanırdı bu yolu. Gündelik hareketin içinde yer etmiş bir rota, ölümle yaşam arasında açılan mekansal bir geçit. Sabahın kendine özgü serin kokusuna mezarlıktaki ağaçların ve toprağın kokusu karışır, ölülerin arasında yürümek sanılanın aksine bana canlılık verirdi. Mezar taşının üstünde anlamını bilmediğim bir kelime, yeni ölen biri için ekilmiş taze bir çiçeğin tam köklenmemiş hali, yosun tutmuş bir kuş havuzunun içinde salyangoz, bir tümseğe mezar olduğu anlaşılsın diye konan bir işaret, boş bir mama kabı, toprağın içinde yarı gömülü bir kumaş, karınca yuvaları, nemli toprağın hemen yanındaki kuru toprak... Her seferinde bu küçük karşılaşmalar hafızamda birikir, farkında bile olmadan ölüme dair algımı yeniden biçimlendirirdi. Yolun sonunda otobüse binip herkes gibi karmaşaya dahil olurdum.
Yıllar sonra İstanbul’dan New York’a taşındım. İki şehir arasında gidip geldikçe mezarlıkların kentteki konumlanışına dair farklar dikkatimi çekmeye başladı. İstanbul’da mezarlıklar mahallelerin arasında, yol kenarlarında, kalabalığın ve koşturmanın tam ortasında, bazen bir apartmanın bitişiğinde, bazen de bir pencerenin tam karşısında yer alabilir. Hayatın içinde ölüm gerçekliği ile bu kadar rahat karşılaşmak modernitenin ölümü dışlayan düşüncesine bir başkaldırı gibidir. Aydınlanma ile birlikte, özellikle 19.yüzyıldan sonra kentleşme biçimi de köklü bir değişim geçirdi. Avrupa şehirlerinde hijyen, düzen, ilerleme fikirleriyle şekillenen modern şehir planları ölüm kavramını sistematik bir şekilde kamusal alanın dışına itmeye başladı. Zygmunt Bauman modernitenin bu tavrını aklın kendi sınırlarıyla yüzleşememesi olarak görür. Modern düşünce için ölüm utanılacak bir durumdur; aklın aşağılanması, kontrol ve ilerleme inancının çöküşüdür.
[1] Bu yüzden bu çaresizlik halini unutarak yaşayabilmek için hakikat olan ölüm ötekileştirilerek şehrin dışına doğru itilir. New York’ta da bunun izlerini görmek mümkün; mezarlıklar gündelik akıştan uzak, steril bir düzen içinde şehrin sessiz yerlerindedir.
Ölüme nasıl baktığımız yaşamı nasıl kurduğumuzu belirler. Ölümü yaşamdan tamamen ayırıp görünmez kılmaya çalıştığımızda sanki yaşamla aramızdaki bağ da çözülmeye başlar. Döngü bozulur, bir karşıtlık oluşur. Oysa doğada hiçbir şey sabit değil, her şey her an hareket halinde ve sürekli bir dönüşüm içinde. Tıpkı Etel Adnan’ın dediği gibi ölmek yeryüzünün hareketine katılmaktır.
[2] O yüzden bu hareketi sahiplenmek ve ölüm fikriyle beraber var olmak, yaşamı da parçası olduğu bu döngü içinde yeniden algılamamızı sağlar. Mezarlıklar bu kesintisiz hareketin görünür izlerini taşıyan mekanlardır. Gömülen bedenin çözülmesiyle toprağa karışan mineraller belki de bir süre sonra orada bir bitkinin gövdesinde, bir yaprağın damarlarındadır artık. Rüzgar ile ilişki kurmuştur belki bu maddeler, oradan oraya taşınmış, yer değiştirmiştir. Tam da bu noktada ölüme dair kadim felsefi tartışmalar başlar: Eğer sadece bedenden ibaretsek o zaman benlik dediğimiz şey, bedenin karmaşık kimyasal ve sinirsel yapılarından oluşur ve bu sistem dağılıp parçalara ayrıldığında, parçalar başka bir biçimde canlılık sürdürse bile daha önce bir bütün olan benlik artık yok olmuştur. Ama bedenin ötesinde bir varlık alanı varsa bu serüven bitmemiştir ve yeni bir deneyim başlamıştır. Ölüm sonrasına dair yüzlerce düşünce, varsayım ve inanç vardır fakat tüm bu tartışmanın ötesinde ölümün kaçınılmazlığı ve doğanın döngüsü herkesin paylaştığı ortak bir yazgı olarak kalır.
Aslında mezarlık gibi insan tarafından tanımlanmış, organize edilmiş ve sınırları çizilmiş bir mekan olmadan da her an her şeyde bu döngüyü gözlemleyebiliriz. Yine de mezarlık, bunun görünür hale geldiği, yaşamla ölüm arasındaki geçişin hem maddi hem de sembolik biçimde temsil edildiği bir alan açar. Aynı süreç yeryüzünün her zerresinde hissedilebilir; bir ot parçasında, dağılmakta olan bir bulutta, buzdolabında olduğu halde çürüyen erikte ya da sadece bir taşın yüzeyinde... Bu yüzden mezarlıkları yaşamdan uzaklaştırmak boşa bir çaba gibidir. Etel Adnan tüm bu düşünceleri bir dağ ile kurduğu ilişki üzerinden geliştirir mesela. Yaşadığı yerde her gün Tamalpais Dağı’nın üstüne düşen ışıkta ve gölgede takip eder yeryüzünün devinimini. Dağı hayatının merkezine koyar ve ondan pek çok şey öğrenir. Dağ ölümü bilir der, çünkü kendisi de ölümden oluşur.
[3] Gerçekten de dağlar doğumun ve ölümün bir toplamıdır. Lavların, taşlaşmış canlıların, eski katmanların bir sonucudur. Milyonlarca yılın birikimi vardır bir dağda.
Her şeyi kendinde toplayan dağı düşünmek varoluşun nasıl başka bağlantılar ile kurulduğunu da hatırlatıyor bana. Her varlık kendi sınırlarını aşarak başkasıyla temas eder, hiçbir şey bütünüyle sadece kendinden ibaret değil. Postmodern çağda giderek bireyselleşen ölüm algısını da sorgulatır bu. Ötekinin ölümüne karşı kurduğumuz mesafe, hatta zaman zaman bir tür kayıtsızlığa dönüşen bu radikal kopuş; ölümün aslında kolektif, ilişkisel ve paylaşılan doğasını silikleştirir. Oysaki kendi ölümümüzü bile ötekinin ölümü üzerinden düşünebiliriz ancak, hatta sadece ötekinin ölümüdür şahitlik edebildiğimiz. Bu yüzden bir cenazeye katılmak; yalnızca bir vedaya tanıklık etmek değil, aynı zamanda kendi ölümümüz üzerine de yeniden düşünmektir. Mezarlıkta yapılan bir yürüyüş de benzer şekilde öteki ile kurduğumuz soyut bağın mekansal haline dönüşür. Ölümü özel alana hapsedip görünmez kıldığımızda yabancılaşma yalnızca ölüme değil birbirimizle kurduğumuz bağa da yansır. Belki de ön planda tutulan yaşam ve varoluş tüm bu ilişkilerden bağımsız bir şekilde kurgulandığında aslında kendi içinde bir yankıdır. Bir bütünden koparıldığı takdirde yaşam da ölüm de düşünsel ağını kaybedip anlamını bulamayacaktır.
[1] Zygmunt Bauman,
Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 28
[2] Etel Adnan,
Journey to Mount Tamalpais, City Light Books, 2014, s. 41-42
[3] Etel Adnan,
Journey to Mount Tamalpais, City Light Books, 2014, s. 41-42