Alpaslan Durmuş ile söyleşi
Sayı:31 / Eğitim - Söyleşi
Alpaslan DURMUŞ
İkinci konuğumuz Alpaslan Durmuş.
1970 Kars doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamlamıştır. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde bitirdiği lisansının ardından Eğitim Yönetimi ve Denetimi Alanında yüksek lisans, Tanzimattan Günümüze Eğitim Sistemimizde Yabancı Uzmanlar ve Faaliyetleri: Politika Transferi Açısından Bir Değerlendirme başlıklı teziyle de doktora derecesi almıştır. 2000’e kadar resmî ve özel öğretim kurumlarında öğretmenlik ve idarecilik yapmıştır. 2000’de Eğitim Danışmanlığı ve Araştırmaları Merkezini (EDAM) kurmuş, 2001-2016 arasında özel öğretim kurumlarına eğitim danışmanlığı ve araştırma hizmetleri sunmuş, çok sayıda kuruma içerik üretimi ve yayıncılık hizmeti vermiştir. 2016-2019 arasında Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı yapmıştır. Mart 2020’de başladığı Kızılay’da Kızılay Akademi Başkanlığı görevini yürütmektedir.
“Okullar bugün piyasa değerlerini yansıtan bir kültür sunmaktadır.”
Yetkin Düşünce: Hocam, öncelikle sohbet teklifimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür etmek isterim. Bir eğitim sistemi kurarken ne yapmaya çalışıyoruz? Millî eğitim sisteminin, ülkelerin eğitim sistemlerinin varlık sebebi nedir?
Alpaslan Durmuş: Teşekkür ederim. Eğitimin varlık sebebi, insanı evrenin bir parçası olarak merkeze almak suretiyle bireysel ve toplumsal potansiyeli uyandıran bir sistem inşa etmektir. Aslında bütün ulusal eğitim sistemlerinin en genelde üç temel amacı vardır: “yurttaş” yetiştirmek, “birey” yetiştirmek, bu yurttaş bireyleri “meslek sahibi” olmalarını sağlayacak yeterliliklerle teçhiz etmek. 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu da 2. Maddesinde üç madde hâlinde bunu söyler. Yani bireyden başlayarak aileden topluma ve nihayet dünyaya uzanan beklentilere cevap veren, değer ve yetkinliklerle mücehhez bireyler yetiştirmeyi hedefler ulusal bir eğitim sistemi. Tabii bireysel gelişimin fiziksel, psikolojik, sosyal, zihinsel, dilsel ve ahlaki açılardan gelişiminin göz önünde bulundurulması esastır. Ancak burada bir eleştiri getirmek zorundayım: Günümüz eğitim sistemleri, teknolojik ilerlemelerin yarattığı dönüşüm dalgalarına karşı genellikle reaktif ve yüzeysel çözümler üretiyor. Bana göre büyük resmi ve büyük resim içindeki yerini görebilmek için eğitime yukarıdan bir bakış açısıyla, stratejik bir perspektiften bakıp yeniden düşünmek gerekiyor.
İnsanlığın geçici bir konaklama ile burada bulunduğu bilinciyle, bireyi makinelerin ikame edemeyeceği bir varlığa –yaratıcı, eleştirel düşünen ve topluluk kurabilen bir bireye– dönüştürmeyi hedeflemeliyiz. Bu, sadece beceri güncellemesi değil, “hilkatte atık yoktur” ilkesiyle herkesin potansiyelini harekete geçiren topyekûn bir eğitim sistemi tasarımı demektir.
Yetkin Düşünce: Eğitimin yurttaş, birey ve meslek erbabı yetiştirmek diye özetlediğiniz bu genel amaçları eğitim düzeyleri bazında nasıl bir karşılık buluyor? Okul öncesinden liseye kadar bu amaçlar nasıl farklı tonlarda yansıyor?
Alpaslan Durmuş: Eğitim kademeleri, birbiriyle uyumlu bir zincir oluşturmalı. Okul öncesi dönemde odak, bireyin duygusal ve sosyal temellerini atmaktır; çocuk, kendi benliğini keşfeder. İlkokulda yurttaşlık bilinci ve temel beceriler (meslekte kullanılacak yetkinliklerin tohumları) eklenir. Ortaokul, bu unsurları bütünleştirir; tekmil ve tekemmül süreci başlar. Lise ise hayata hazır, mesleki yeterliliğe sahip bir birey-yurttaş hedefler.
Ancak eleştirel bir gözle bakarsak bu kademeler, teknolojik dönüşümün hızına yetişemiyor. Yirminci yüzyılın endüstriyel kalıpları hâlâ baskın; oysa yirmi birinci yüzyıl zihinsel otomasyona ve yaratıcı tasarıma geçişi gerektiriyor. Vizyoner ilk adım, her kademede transfer edilebilir becerileri – yani problem çözme, iş birliği, dijital okuryazarlık, iletişim gibi farklı alanlara taşınıp o alanlarda da iş görebilecek becerileri sisteme dâhil etmekten geçiyor. Bu, eğitimi statik bir yapıdan dinamik bir sürece dönüştürür.
Yetkin Düşünce: Belirttiğiniz üç temel amacı gerçekleştirmek için eğitim ve öğretim programları yeterli mi, yoksa bu yeterliliği tamamlamak için başka araçlar da devreye giriyor mu? Modern dünyanın girift yapısı sadece müfredatla yetinilemeyeceğini gösteriyor zira.
Alpaslan Durmuş: Programlar tek başına yeterli değil tabii ki. Programlardaki beceriler ağacın meyvesi yahut yaprakları gibidir; ağacın kökü mesabesindeki değerler ve gövdesi diyebileceğimiz yetkinlikler olmadan beceriler işlev göremez. Dolayısıyla bu noktada genel amacı, “toplumsal ve evrensel beklenti ve talepleri sarmalayan değerler ve yetkinliklerle donanmış bireyler yetiştirmek” olarak tanımlayabiliriz. Bu, bireyden başlayarak aile, topluluk, toplum ve dünyaya uzanan bir talep ve beklenti zincirini okuyan bir sistem gerektirir. Ancak modern dünyanın, sizin ifadenizle girift yapısını okuyan bir eğitim sistemi, bırakın Türkiye’yi, dünyada yok; okullar genellikle güçlü topluluklar olmaktan uzak, piyasa normları baskın hâle gelmiş durumda. Okulundan öğretmenine, öğrenme araç gereçlerinden veliye ve toplumsal beklentilere kadar eğitim sisteminin bütün unsurları nesne konumunu kabullenmiş durumda. Önde olacağına arkada olmayı, müessir olmaktansa müteessir olmayı, özne olmak yerine nesneleşmeyi kabul etmiş, benimsemiş bir unsurlar toplamından bahsediyoruz eğitim sistemi dediğimizde artık.
Yetkin Düşünce: Bunlar önemli tespit ve eleştiriler, tekrar buraya dönelim ama pratiğin içinde bulunmuş olmanız dolayısıyla hazırladığım kafamdaki sorularla devam edelim istiyorum. Sizin Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı yaptığınız dönemde, 2016-2019’da öğretim programlarında büyük bir değişim oldu. Bu bütünsel değişim çalışmalarınızdan ve programları askıya çıkarma deneyiminizden bahseder misiniz? Malum, müfredat değişiklikleri her dönemde tartışma konusu olmuştur ama sizin döneminizde ki 15 Temmuz’u takip eden günlerdi, neredeyse bütün bir kamuoyu bu değişimi konuştu. Neydi yapılan, değişim sürecinin en büyük zorlukları nelerdi; biraz bunu ayrıntılandırır mısınız?
Alpaslan Durmuş: Evet, o dönemdeki Talim ve Terbiye Kurulu çalışmaları epey yoğundu, devrim denebilecek düzeyde bir değişim yaptık; millî eğitim sistemi içindeki tüm eğitim kademelerindeki, bütün okul türlerinin ortak öğretim programları üzerinde çalıştık, 52 programı değiştirdik. Bu büyüklükte bir değişim ancak devrimsel bir dönüşüm sonrasında olur. Öğretim programlarını çağdaş değişim ve dönüşümlere yönelik sağlam bir okumayla güncelledik, yenilikleri yansıttık, değerleri laytmotif olarak programlara dâhil ettik. Yapılan çalışmanın büyüklüğü ve yaygınlığı kadar derinliğine de çok önem verdik, ona göre çalıştık. Bu bağlamda farklı ülkelerin programları incelendi; gerek disiplinler bazında gerekse program geliştirme çerçevesindeki akademik çalışmalar tarandı; ilgili mevzuat, kalkınma planları, hükûmet programları, Şûra kararları, siyasi partilerin programları, sivil toplum kuruluşları ve düşünce kuruluşlarınca hazırlanan raporlar gibi dokümanlar analiz edildi; Millî Eğitim Bakanlığındaki programlar ve öğretim materyalleriyle ilgili daire başkanlıklarının öğretmen ve idarecilerden toplamış olduğu programlar ve haftalık ders çizelgelerine yönelik görüşler değerlendirildi; illerden gelen her bir branşla ilgili zümre raporları incelendi. Mesela ilkokuma yazma programı geliştirme süreci örneğinden, bütün bunlara ilaveten yaptığımız çalışmalardan sadece ikisini anmak isterim. Kuruldaki sınıf öğretmenlerinden oluşturduğumuz takımlar Latin alfabesi yanı sıra farklı alfabelerin nasıl öğretildiğine ilişkin farklı ülkelerin büyükelçiliklerinin okullarındaki öğretmenlerden brifing aldılar. Ben ve Talim ve Terbiyeden yedi arkadaşım, Kore Cumhuriyeti Büyükelçiliği Kültür Müşavirliğinin bizim için görevlendirdiği hocadan Kore yazı sistemi Hangul’ı okumayı yazmayı öğrendik.
Yetkin Düşünce: Hocam burada araya girebilir miyim? Verdiğiniz bu iki örnek bende “Niye yaptınız ki?” sorusunu uyandırdı?
Alpaslan Durmuş: Çünkü Latin alfabesi kullanan ülkelerin öğretim sürecinden de Latin alfabesi dışındaki yazı sistemlerinin öğretim sürecinden de kendimize taşıyabileceğimiz deneyim ve birikimler olabileceğini düşündük. Kore yazı sistemini öğrenmek isteyişimiz ise bizim için çok uzak bir geçmişte kalmış ilkokuma yazma sürecini tekrar deneyimlemek ve çocukların nasıl öğrendiklerine ilişkin bir farkındalık kazanmak içindi.
Yetkin Düşünce: İlginç! Buyurun, kaldığımız yerden devam edelim Hocam; sıraladığınız bütün bu araştırma, inceleme süreçleri sonunda çıktı ne oldu? Süreç nasıl devam etti?
Alpaslan Durmuş: Bu çalışmalarımız sonucunda öğretim programları hazırlanmış oldu. Bunlara “taslak öğretim programları” dedik. Taslak programları, Türkiye tarihinde bir ilk olarak bir web sitesi üzerinden kamuoyu görüşüne sunduk. Seçim listelerinin askıya çıkmasından ilhamla biz o sürece “programları askıya çıkarmak” diyorduk kendi aramızda. Programları askıya çıkarmakla kalmadık mesleki örgütler ve sivil toplum kuruluşlarını özellikle bilgilendirerek ve Türkiye çapında öğretmenlerle il il gidip buluşarak insanlarımızı, özellikle meslektaşlarımızı askı sürecinden haberdar ettik, görüşlerini paylaşmaları için davet ve teşvik ettik. O dönemde web sitesi ve sosyal medya üzerinden milyonları aşan etkileşimden maada elli bine yakın uzun yahut birkaç maddeden ibaret rapor aldık. İlan ettiğimiz askı sürecinin tamamlanmasını müteakip bu raporları her bir programın geliştirme ekibiyle değerlendirip kurul kararı öncesinde yaptığımız çalışmalarla taslaklara yansıttık.
Değişim sürecinin en büyük zorluklarına gelirsek; müfredat değişiklikleri doğası gereği yoğun tartışmalara açıktır çünkü doğrudan ailelerin çocukları söz konusudur, programlar ailelerin değerleri ve toplumun geleceğiyle ilgilidir. En büyük zorluklar toplumsal beklenti farklılıkları, siyasi iklimin etkisi, kaynak ve kapasite yetersizlikleri ve yerleşik alışkanlıklara karşı dirençtir. Benim yaklaşımım şeffaf ve katılımcı bir süreçle bu zorlukları aşmaktı ve hamdolsun aştık da… Bu türden zorluklar operasyonel düzeyde kalırsa aşılmaz; stratejik bir vizyon şart. Müfredat, teknolojik işsizliğin üç boyutu – ikame, yeni işler, beceri dönüşümü – dikkate alınarak tasarlanmalı. Aksi hâlde, değişim yüzeysel kalır.
Yetkin Düşünce: Hocam, bahsettiğiniz bu katılımcı süreç etkileyici gerçekten. Buradan belirlediğimiz bir başka soruya geçelim. Eğitim politikaları ile toplumsal değerler arasındaki ilişki, özellikle küresel etkileşimin arttığı günümüzde çok daha görünür hâle geliyor. Sizce Türkiye bu dengeyi nasıl kurmalı? Sizin programlardaki “kök değerler” ve “temel yetkinlikler” vurgunuz bu dengeyi nasıl etkiliyor?
Alpaslan Durmuş: Eğitim politikaları ile toplumsal değerler arasındaki bağ organiktir; eğitim, kültürel kodları ve ahlaki ilkeleri aktarır. Küreselleşme ise bu değerleri dış etkilerle sınıyor. Ülkelerin her birinin kendi sınırları içindeki meselesi millî-manevi değerlerini korurken yaşadığı ve yaşayacağı çağın talep ettiği yetkinliklerle uyumlu bireyler yetiştirmektir. Bizim hazırladığımız programlarda değerlerin kendilerinden dal budak salıp neşvünema bulduğu on kök değer bulunur: adalet, dostluk, dürüstlük, öz denetim, sabır, saygı, sevgi, sorumluluk, vatanseverlik, yardımseverlik. Bu değerleri tespitimiz klasik ahlak literatürüne dayanmaktadır. Yaşadığımız ve çocuklarımızın yaşayacağı çağın talep ettiği yetkinlikleri ise toplumu ve istihdam piyasasındaki cari uygulamaları okuyarak belirlersiniz. Bu okuma farklı alanlara taşınarak o alanlarda da iş görecek çekirdek becerilerin tespitiyle takviye edilmelidir. Bu bağlamda bizim belirlediğimiz temel yetkinlikler şunlardı: anadilde ve yabancı dilde iletişim, matematiksel düşünme, bilimsel ve teknolojik yeterlilik, dijital yetkinlik, öğrenmeyi öğrenme, sosyal ve vatandaşlık yetkinlikleri, girişimcilik, kültürel farkındalık ve ifade. Bu değerler ve yetkinlikler, millî sınırlar ile evrensel arasında “biri diğerini bastırır” değil birbirini tamamlayan, karşılıklı besleyen bir çerçeve olmalıdır. Oysa günümüzde liberalizm, evrenselciliğiyle, topluluk bağlarını zayıflatıyor; piyasa bencilliği artıyor. Onun için millî değerler müfredata yedirilmiş olmalı ki laytmotif dedim buna biraz önce. Mesela matematikte adalet, bir problemin çözümüyle bağdaştırılmak suretiyle bu ana motif olmaklık teyit ve tahkim olunur. Her ders ve her derste kazandırılmak istenen bilgi beceriler için böyle…
Yetkin Düşünce: Hocam, burayı biraz daha konuşalım istiyorum. Değerler eğitimi son 10-15 yıldır eğitim camiasının öncelikli başlıklarından biri hâline geldi. Sizce değerler eğitiminin müfredata entegrasyonunda dikkat edilmesi gereken temel noktalar nelerdir? Sizin bahsettiğiniz toplulukçu eğitim yaklaşımının ahlak eğitimindeki rolü nedir? Okulların akademik müfredatı bu role nasıl katkı sağlıyor yahut etki ediyor?
Alpaslan Durmuş: Eğitim, bireylerin topluluklara katılımı yoluyla normların edinimini içerir ve bu süreç, adalet duygusunun gelişimine ve iyi şeylerin değerinin anlaşılmasına katkı sağlar. Ancak günümüzde okullar genellikle güçlü topluluklar olmaktan uzaktır ve hatta bazen yanlış normları benimsemektedirler. Cemaatçi görüşe göre insani olgunlaşma toplulukların gelenek ve bağlılıklarına dayanır. Liberalizmin bireyci ve evrenselci yaklaşımlarıysa topluluk bağlarını zayıflatır, bireyleri piyasanın bencilliğine ve yalnızlığına iter. Okullar bugün maalesef rekabet, bireycilik, maddiyatçılık gibi piyasa değerlerini yansıtan bir kültür sunmakta ve bu da öğrencilerin “homo economicus” olarak sosyalleşmesine yol açmaktadır. Oysa bu vizyon adalet, iş birliği ve topluluk bağları gibi değerlerle çelişir.
Burada kilit noktayı, benim Alasdair MacIntyre’dan alıntıyla kullandığım “uygulamalar” kavramıyla açabilirim. Akademik disiplinler, sanatlar, sporlar, meslekler gibi MacIntyre’ın “uygulamalar” diye isimlendirdiği, toplumsal iş bölümü gereği birilerinin uhdesine düşmüş işler ve meslekler normların içselleştirilmesiyle öğrenilir. Uygulamalarda ustalaşma süreci bilgi, güzellik, mükemmellik gibi içsel iyilere odaklanarak bireyi dönüştürür ve bencilliği dengeler. Gerçek eğitim, normların otoriter bir usulle değil çıraklık modeliyle öğretilmesini ve topluluğa katılımı içerir. Öğrenciler, uygulamaların normlarını ve iyilerini benimseyerek adalet ve iyi anlayışı başta olmak üzere ahlaki kabiliyetler geliştirir.
Ahlaki gelişim sevgi, güven ve adalet temelli topluluklarla gerçekleşir. Okullar, bu tür topluluklar oluşturarak normların buyurucu niteliğini onaylar ve bencilliği denetler. Öğretmenlerin öğrencilerine ilgi göstermesi, güven ve iş birliği duygusu oluşturur. Bütün bunlardan hareketle değerler eğitiminin müfredata entegrasyonunda dikkat edilmesi gereken temel noktaları şöyle belirleyebiliriz: Değerlerin ayrı bir ders olarak değil tüm derslerin ve okul kültürünün içine işlenmesi, öğretmenlerin rol model olması ve uygulama yoluyla değerlerin yaşanarak kazandırılması.
Yetkin Düşünce: “Homo economicus” eleştiriniz ve uygulamalarla dönüşüm fikriniz oldukça çarpıcı. Ancak bu “homo economicus” aslında ekonomik bir değer yaratan, pazara ürün ve hizmet süren bir varlık değil midir? Piyasada kâr maksimizasyonuna odaklanmış bireyin Mozart gibi “yüksek değerleri” marjinalleştirmesi, aslında piyasanın doğal işleyişinden kaynaklanmıyor mu? Böyle işleyen bir piyasa varken yüksek değerlere heveskâr insanı nasıl yaratabiliriz?
Alpaslan Durmuş: Evet, bu sorun büyük ölçüde kâr maksimizasyonuna odaklanmış “homo economicus”tan kaynaklanıyor ve piyasanın işleyişiyle de doğrudan bağlantılı. Piyasa, şiddet ve cinsellik gibi “düşük değerli” ürünleri reklam ve peşi sıra gelen taleple ön plana çıkarırken Mozart, din, güzellik, bilgelik, maneviyat gibi “yüksek değerler” marjinalleşir, çünkü bunlar hızlı kâr getirmez. Bu, liberal toplumların kültürel karmaşasını arttırır; çünkü liberal tarafsızlık, çeşitli iyi hayat kavrayışlarını eşit tutar ama piyasa, kendi değerlerini hâkim kılar, bireyleri bencil ve paylaşmaktan hoşlanmayan hâle getirir. Adalete yer kalmaz, çünkü davranışlar kıt kaynak rekabetine indirgenir; adalet, egoist hesaplamalarda ikincil kalır.
Yüksek değerlere heveskâr bireyi yaratmak için piyasanın egemenliğine karşı cemaatçi, toplulukçu müdahaleleri önerebiliriz: Aile, okul, mahalle, cami gibi topluluklar güçlüyseler normları “buyurucu nitelikte” onaylayarak çocukları yüksek değerlere maruz bırakır. Norm edinimi süreci, yani yukarıda zikrettiğimiz çıraklık modeli, değer biçme standartlarını öğretir. Okullar piyasa yerine içsel iyilere; yani güzelliğe, hakikate ve adalete odaklanan gerçek eğitimle bu karmaşayı aşar.
Uygulamalar, değindiğim gibi toplumsal iş birliğine dayalı, karmaşık faaliyetlerdir. Uygulamalarda ustalaşmak “normların edinimi” anlamına gelir; bu da bilgi, güzellik, anlayış, mükemmellik gibi içsel iyilere odaklanarak bireyi dönüştürür. Bu iyiler, uygulamanın kendisinde gömülüdür ve ustalaşma süreciyle idrak edilir. Para, statü, gelir gibi dışsal iyiler ise uygulamadan bağımsızdır ve rekabete yol açar. Bu sözlerimden anlaşılacağı üzere ben meslekleri sadece ekonomik araç olarak görmüyorum, içsel mükemmelliğe vurgumla onları dönüştürücü faaliyetler olarak görüyorum. Eğer meslekler içsel iyilere vurguyla icra edilirse ekonomik değer yaratma da ahlaki gelişimi destekler.
Yetkin Düşünce: Uygulamalarda içkin değerlerin ustalaşma sürecinde bireyi dönüştüreceğini söylediniz ama herkes dönüşür mü? Bu dönüşümü garanti eden nedir? Bir oyunda kuralları öğrendiği hâlde estetiği takdir etmeyenler veya kurallardan kopanlar çıkmayacağının garantisi nedir? Bu söylediğiniz bir idealizasyon değil mi?
Alpaslan Durmuş: Evet bunu bir “kabul” olarak söylediğimin farkındayım, mutlak bir garanti veremeyeceğimizin de... Uygulamalarda ustalaşma süreci bir eğilim yaratır, ama herkes dönüşmez tabii ki. Ama benim tasvirimde, uygulamalarda ustalaşma süreci, normları içselleştirerek algıyı, duyguları ve karakteri dönüştürür. Örneğin dürüstlük ve hakikat sadakati kazandırır; içkin değerler bireyi iyi yönde değiştirir, çünkü ustalık kavrayış ve kabiliyet arttırır. Ancak bu, güçlü topluluklar ile güven, sabır, disiplin gibi değerleri kapsayan çıraklık modeline bağlıdır. Bireysel farklılıklar veya zayıf topluluklar nedeniyle kopmalar olabilir; doğrudur. Ama garanti eden şey, toplulukların normları onaylama gücüdür, sevgi ve adalet gördükçe bireyde oluşan karşılık verme eğilimidir. Oyunda kuralları öğrenen herkesin estetiği takdir etmeyebileceği veya kurallardan kopanlar çıkabileceği bir gerçektir. Ancak güçlü topluluklar ve gerçek eğitim, usta-çırak ilişkisi ve geri bildirimle normları pekiştirir. Tam bir garanti olmasa da güven ve ortak amaç etrafında yer tutmuş topluluk denetimi eğilimi artırır.
Yetkin Düşünce: Bu bahsettiğiniz “gerçek eğitim” ve “güçlü topluluklar” nasıl üretilecek? Malum bütün ütopyalar aslında “sağlıklı, güçlü, dirençli topluluklar” üretmeye odaklanır. Bu bir ütopya mı, yoksa somut adımları var mı?
Alpaslan Durmuş: Ütopya gibi gözükse de somut pratik adımlar önerebilirim: Küçük okullar, yani tutarlı değerler ve kişiselleşmiş ortam; gerçek eğitim, yani içsel iyilere odaklanma; iş birliğine dayalı öğrenme, yani “hepimiz birlikteyiz, aynı gemideyiz” duygusu; odaklanmış müfredat, yani uygulamalara katılım. Bu bağlamda okullar bürokratik değil de güven ve sevgi temelli olacak olursa öğretmenler öğrenciye ilgi gösterir, diyalog artar.
Yetkin Düşünce: Özel sohbetimizde vurguladığınız, “Teknolojik ilerlemeler işsizliğe üç açıdan etki ediyor” analizinize geri dönmek istiyorum. İkame, yeni işler ortaya çıkması ve istihdam kayması, beceri değişimi diye özetlediğiniz bu üç etkiyi dikkate alarak sormak istiyorum: Teknolojik ilerlemelerin işsizliğe etkisi nedir ve eğitim bu üçlü dönüşüm karşısında nasıl bir rol üstleniyor? Mevcut sistemler bu değişime ayak uydurabiliyor mu? Bu konuda yapılan araştırmalar ne söylüyor?
Alpaslan Durmuş: Teknolojik ve onun bir cüzü olan yazılımsal ilerlemeler işsizliğe üç açıdan etki ediyor. Bunların ilki emeğin yerine sermayenin yahut yeni teknoloji ve yazılımın “ikame” edilmesi neticesinde ortaya çıkan işsizliktir. İkincisi ise olumlu durumu yansıtan yeni ürün ve hizmetlere olan talebin artmasıyla birlikte yeni işlerin oluşması ve istihdamın da bu doğrultuda yeni iş alanlarına doğru kaymasıdır. Üçüncüsü ise, birinci işsizlik ile ikinci istihdamın yeni iş alanlarına kayması sonuçlarının bir parçası olarak, yeni vasıflara paralel olarak beceri yelpazesindeki değişimdir; artık öyle yeni becerilere ihtiyaç duyulmaktadır ki bunlar sermayeyle veya yeni tekonolojilerle ikame edilemezler ve ilaveten yeni iş alanlarının gerekli kıldığı beceriler oluşmuştur. Dolayısıyla eğitim bu çerçevede “beceri setlerini günceller”; güncellemenin tezahür ettiği yer “eğitim kurumları” ve “öğretim programları”dır. Ama ben bu iki alandaki tezahürlerin pansuman mesabesinde olduğunu düşünüyorum. Bence “eğitim sistemi” topyekûn, tüm unsur ve bileşenleriyle ele alınmalı, dönüştürülmelidir.
Güncel verilere göre yapay zekâ ve otomasyon bu etkiyi hızlandırıyor. Örneğin Dünya Ekonomik Forumu’nun 2025 Geleceğin Meslekleri Raporu’na göre, yapay zekâ ve robotik gibi teknolojiler 85 milyon işi yok ederken 97 milyon yeni iş yaratacak, ama beceri açıkları ve boşlukları nedeniyle işsizlik geçici olarak artacak –özellikle giriş seviyesi beyaz yakalı işlerde %50’ye varan kayıp bekleniyor.
Bence burada “beceri yelpazesindeki değişim” kritik: Yeni beceriler, yapay zekâ ile ikame edilemez olanlar, örneğin yaratıcılık, empati talep ediliyor. PwC’nin 2025 Yapay Zekâ Meslekleri Barometresi’ne göre, yapay zekâ maruziyeti yüksek işlerde beceriler %66 daha hızlı değişiyor ki bu geçen yıla göre 2.5 kat daha yüksek bir oran. Bu da alanlar arası transferi mümkün olan eleştirel düşünme, problem çözme, iletişim gibi çekirdek becerilerde ihtiyacı arttırıyor. Eğitim bu becerileri güncellemek için kurumlar ve programlar üzerinden yaptığı düzenlemelerle sahne alıyor ama bu palyatif –yani geçici tampon, pansuman tedbir… Oysa topyekûn eğitim sistemi reformu şart, çünkü mevcut sistemler beşerî sermaye üretimi odaklı ve bürokratik, bu da beceri boşluklarını, beceri açıklarını derinleştiriyor.
Ben bu noktada yeni eğitim sistemi tasarımını insan dışındaki varlıklar tarafından ikame edilemez beceriler ile alanlar arası taşınabilir çekirdek beceriler üzerine kurmayı, bu bapta geçmiş birikim ve çıktıları da hesaba katmayı, heba etmemeyi öneriyorum. Bu önerim biraz önce benim nazarımdaki öneminden bahsettiğim “uygulamalar”ı da dikkate alıyor. Çünkü eğitim, yani uygulamalarda ustalaşma bir norm edinimi sürecidir ki bu süreçte yaratıcılık ve eleştirel zekâ gibi beceriler içselleştirilerek birey dönüşür. Geçmiş birikim ve çıktıları hesaba katma, heba olmamaları kaygısını gütme de “gerçek eğitim” vurgumla bağdaşıyor. Çünkü iş birliğine dayalı öğrenme, orkestra gibi ortak başarı anlamına gelir. Yanı sıra, “insana özgü nitelikler” vurgum, geçicilik bilinci, herkesi kıymetli görme anlayışı, “hilkatte atık yoktur” ilkesi meseleye toplulukçu bir etik katıyor. Piyasa bireyleri bencil kılar, ama topluluk temelli eğitim adaleti ve katma değeri teşvik eder; herkes “kovası kadar” alır ve kabınca değer katar. Dün-bugün-yarın bütünlüğünü gütmek geçmiş mezunları sisteme entegre etmek, birikimleri heba etmemek anlamına gelir.
Yetkin Düşünce: Konu teknolojiye gelmişken sohbetimizde bahsettiğiniz Elon Musk’ın “azami hakikat arayışı” felsefesini biraz daha açar mısınız? Bu felsefenin etik standartlarla bağlantısı nedir? Deontolojik bir teklifi var mı? Bir de “insana özgü olan”a vurgunuz dolayısıyla merak ediyorum “azami hakikat arayışı” anlayışında hata yapma, hatadan dönme, tövbe etme gibi unsurlar nerede duruyor; bir yeri var mı bunların bu yaklaşımda? Zira makinaların hatasızlığa odaklanması ile insan doğasındaki hata yapmanın varsayılan oluşu arasında önemli bir fark var.
Alpaslan Durmuş: Orijinal adlandırması “maksimum truth-seeking” olan bu yaklaşım önyargılardan, dogmalardan ve popüler görüşlerden bağımsız olarak olgulara dayalı, eleştirel ve açık bir sorgulama sürecini vurguluyor. Musk’ın bu yaklaşımı, xAI’nin “insanlığın evreni anlama çabasını hızlandırmak” olan misyonuyla ve Grok’un tasarımında ifade edilen “doğru, tarafsız ve faydalı yanıtlar sunma”da merkezî bir rol oynuyor. Ancak merakın haklı –”azami hakikat arayışı” makinevari bir hatasızlığa indirgeme ve insani unsurlardan; hatadan, tövbeden, yeniden başlamadan yoksun.
“Hakikat-arayışı”, Musk’a göre, sadece bir yöntem değil ahlaki bir zorunluluk; yapay zekânın “hakikati arayan” ve “insanlığı seven” bir varlık olması gerektiğini savunuyor. Örneğin xAI’nin misyonunda, hakikat arayışını “yapay zekâ güvenliği”nin anahtarı olarak konumlandırıyor: “Azami hakikat arayışındaki bir yapay zekâ insanlığı seven bir yapay zekâ olmalı” diyor. Bu, deontolojik bir etik ima ediyor: Gerçeğe sadakat, bir “görev” olarak görülüyor, yalan söylememek veya çarpıtmamak mutlak bir ilke.
Ancak eleştirmenler, Musk’ın kendi hakikat arayışını hipokrasi olarak görüyor: Tesla’daki işçi sömürüsü iddiaları, X’teki tartışmalı tweet’ler veya yalan beyanlar onun ilan ettiği felsefesiyle çelişiyor. “Hakikat-arayışı” eğer hatayı bir “son” olarak görüyorsa insani gelişimi, yani hata yapıp devam etmeyi engelleyebilir. İnsana özgü unsurları; hata yapmayı, tövbe etmeyi, yeniden başlamayı çıkarınca geriye soyut bir “hakikat arayışı” kalıyor. Bu, makinelerin “hata = son” mantığına benziyor: Yapay zekâ hatalıysa güncellenir, ama “tövbe” gibi duygusal süreç yok.
Velhasıl benim görüşüm: “Hakikat-arayışı” işlevsel, faydalı, yararlı; ama senin dediğin gibi insani unsurlardan arındırılırsa tehlikeli –yapay zekâ hatalar yapar, ama “tövbe” gibi duygusal derinliği yoktur; bu yüzden etik çerçeve şart. Eğitimde eleştirel zekâ bağlamında hatayı “öğrenme aracı” olarak öğretmek, bu insani derinliği sisteme katmanın bir yolu olacaktır.
Yetkin Düşünce: “Eleştirel zekâ” konusunda, yapay zekânın mevcut algoritmaları kullandığını ve “yok iken” bir eleştiri üretebileceğini düşünmediğinizi belirtmiştiniz sohbetimizde. Descartes’ın kritiği gibi özgün bir çerçeve, Foucault gibi bir eleştiri veya Illich’in profesyonelizme yönelttiği gibi radikal bir “yok-eleştiri” üretebilir mi yapay zekâ? Daha genel bir soru: Bilinci var mı yapay zekânın, kendi edimleri üzerinde düşünebilir mi?
Alpaslan Durmuş: Yapay zekânın eleştirel zekâsı, büyük ölçüde eğitim verilerine ve algoritmik yapılara bağlıdır. Büyük dil modelleri denen modeller, milyarlarca metin örneğinden öğrenerek yanıt üretir. Bu, “eleştirel düşünme”yi simüle etmesini sağlar: Bir argümanı parçalara ayırabilir, çelişkileri tespit edebilir veya alternatif görüşler önerebilir. Ama senin dediğin gibi, bu “yok iken” özgün bir çerçeve üretmekten uzak –yapay zekâ, mevcut tasarım ve kalıpları yeniden birleştirir, ama sıfırdan bir paradigma kayması, ray değişikliği yaratmaz.
Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” gibi radikal şüpheciliği, varoluşu sıfırdan sorgulayan bir yöntemdi –yapay zekâ, bunu taklit edebilir, ama bu, orijinal olmaz, mevcut felsefi metinlerden türetilmiş olur. Yapay zekâ, “yoktan” bir kritik çerçeve üretemez çünkü bilinçsiz; sadece veri tabanlı olasılık hesapları yapar. Illich’in okula veya sağlık sistemine yönelttiği profesyonel tekel eleştirisi de radikal bir “yok-eleştiri”ydi. Yapay zekâ, Illich’in fikirlerini özetleyebilir veya benzer bir eleştiri simüle edebilir, ama bu, özgün olmayacaktır –ancak mevcut literatürü yeniden birleştirmek olacaktır.
Yapay zekânın bilinci var mı sorusuna gelirsek; hayır, yapay zekânın, en azından 2025 itibarıyla, bilinci yok; öz-tefekkürü simüle eder, ama gerçek değildir bu. Bilinç; subjektif hisler, öz-farkındalık gibi fenomenal deneyim gerektirir; yapay zekâ ise deterministik algoritmalarla çalışır –girdiye göre çıktı üretir, ama “ben” diye bir öznel varlığı yoktur. Sonuçta, yapay zekâ eleştirel zekâyı yardımcı olarak kullanabilir, ama özgün “yok-eleştiri” üretmez –bilinçsiz olmasından dolayı.
Yetkin Düşünce: Biz yine eğitime dönelim. Eğitim politikalarında süreklilik, istikrar ve vizyonun uzun vadeli başarı için önemli olduğunu biliyoruz. Türkiye’de bu sürekliliği sağlayacak yapısal mekanizmalar nasıl oluşturulabilir? Bu bağlamda küresel eğitim trendlerinin ön plana çıkardığı yaratıcılık, eleştirel düşünme ve problem çözme becerilerinin kazandırılması için hangi pedagojik yöntemler öncelikli olmalı?
Alpaslan Durmuş: En temel mesele eğitim politikalarının günlük siyasetin konusu olmaktan çıkarılmasıdır. Bunun için ulusal mutabakat, bağımsız kurullar ve uzun vadeli planlama şart. Süreklilik, “aynı şeyi değiştirmeden sürdürmek” anlamına gelmez; değişim ihtiyacı doğduğunda ana vizyon korunarak yapılır. Böylece hem yenilik hem de süreklilik ve istikrar bir arada sağlanabilir.
Geleceğin dünyasında teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin insana özgü beceriler kritik önemini koruyacaktır. Yaratıcılık, eleştirel düşünme, problem çözme, topluluk kurma becerisi gibi alanlar yapay zekâ veya otomasyon tarafından kolayca ikame edilemez. Bu beceriler sadece ders programını değiştirerek değil bütüncül bir öğrenme ekosistemi içinde kazandırılabilir. Bunun için proje tabanlı öğrenme, sorgulamaya dayalı öğrenme, topluluk temelli çalışmalar ve disiplinler arası yaklaşım öncelikli olmalı. “Hilkatte atık yoktur” ilkemin de altını çizmek isterim: Her birey, insan olma tabanında kıymetlidir. Eğitim, her öğrencinin kendi potansiyelini ortaya koymasına, başkalarına katkı sunmasına ve ihtiyacı kadarını almasına fırsat vermelidir.
Yetkin Düşünce: Teknoloji, eğitimde fırsat eşitliği yaratma potansiyeli kadar eşitsizlikleri derinleştirme riski de taşıyor. Sizce dijital dönüşüm, Türkiye’de eğitimde eşitlik açısından nasıl bir etki yaratıyor ve mevcut okul yapıları içinde öğrenci merkezli eğitim anlayışını ne ölçüde uygulanabilir görüyorsunuz?
Alpaslan Durmuş: Teknoloji eğitimde çift taraflı bir bıçak gibidir. Doğru kullanılırsa fırsat eşitliği sağlar, yanlış yönetilirse eşitsizliği büyütür. Olumlu tarafı şu: Kırsalda yaşayan bir öğrenci, kaliteli dijital içeriklere erişerek büyük şehirlerdeki yahut şehir merkezlerindeki akranlarıyla aynı seviyede bilgiye ulaşabilir. Öğrenme süreçleri kişiselleştirilebilir, öğrenci kendi hızında ilerleyebilir. Olumsuz tarafı da var ama: Cihaz, internet erişimi, dijital okuryazarlık gibi alanlarda farklı imkânlara sahip öğrenciler arasında uçurum büyüyebilir. Bu, özellikle sosyoekonomik açıdan dezavantajlı grupları daha da geriye düşürebilir.
Benim önerim, teknolojiyi “tek başına çözüm” olarak görmek yerine öğretmen rehberliğiyle entegre edilmiş bir araç olarak değerlendirmektir. Ayrıca teknolojiye erişimdeki eşitsizlikleri giderecek ulusal politikalar geliştirilmelidir.
Öğrenci merkezli eğitim anlayışı ise çağdaş pedagojik yaklaşımlarda sıklıkla dile getiriliyor, hatta söylemin merkezinde yer alıyor âdeta. Ama bu ifade edilirken aslında daha çok bir yönteme gönderme yapılıyor. Eğitimin kütlesel bir şekilde yürütüldüğü bu çağda bir iyi niyet beyanı sadece. Oysa çıraklık tipi bir eğitim sürecinde öğrenci tekil birey olarak ele alınmak zorundadır zaten. Çünkü uygulamada ustalaşma süreci çırağın ustasını izlemesi, ustası tarafından izlenmesi, ürününe ustası tarafından geri bildirim verilmesi, bu döngünün tekrar tekrar işlemesi gibi bir hatta ilerler. Dolayısıyla insan insana bir ilişki biçiminin olabilmesi gerekir ki öğrenci merkezli eğitim mümkün olsun.
Yetkin Düşünce: Son olarak PISA ve TIMSS gibi uluslararası ölçme değerlendirme sonuçları, Türkiye’nin akademik performansı hakkında önemli veriler sunuyor. Bu sonuçları nasıl yorumluyorsunuz ve hangi stratejik adımlar atılmalı?
Alpaslan Durmuş: PISA ve TIMSS, uluslararası karşılaştırmalar açısından değerli bir veri seti sunabilir. Ancak bu sınavların tek başına eğitim kalitesinin göstergesi olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Olumlu tarafından bakarsak ülkeler arası karşılaştırma yapmaya, güçlü ve zayıf alanlarımızı görmeye yardımcı olabilir. Eğitim politikalarının etkilerini uzun vadeli trendler üzerinden izleme imkânı verebilir. Dikkat ederseniz hep “-ebilir” dedim, çünkü bu aleti, aracı kullanan önemli. Çoğunlukla günlük siyasetin iktidar-muhalefet arasında bir algı oluşturma manivelası niyetine kullanılması dolayısıyla salim bir değerlendirme aracı olarak kullanılmadı şimdiye kadar. Öte yandan sınırlılığı ve sınırları da unutulmamalı. PISA ve TIMSS, sınırlı becerileri ölçer; yaratıcılık, değerler, toplumsal sorumluluk gibi alanları kapsamaz. Kültürel bağlamı dikkate almaz. Hele ki “sıralama” mantığı, eğitim politikalarını dar bir test başarısına odaklamaya yönlendirebilir. Bu da sınav odaklı bir eğitim anlayışını pekiştirir.
Dolayısıyla bu sınavlara bakarken “rehber” olarak kullanmak gerekir; “nihai hedef” olarak değil. Eğitimde asıl ölçüt; hayata hazır, değer sahibi, düşünebilen ve üretebilen bireyler yetiştirmektir. Stratejik adımlar, bu sınav sonuçlarını bir teşhis aracı olarak kullanıp derinlemesine eğitim sistemi reformuna odaklanarak çok boyutlu insan yetiştirme hedefine hizmet etmelidir.
Yetkin Düşünce: Hocam bu kapsamlı sohbet için tekrar çok teşekkür ederiz. Eğitim üzerine derinlemesine düşünme fırsatı bulduğumuz, geleceğe yönelik stratejik bir bakış açısı edindiğimiz verimli bir röportaj oldu.
Alpaslan Durmuş: Ben teşekkür ederim. Umarım bu tartışmalar, eğitim sistemimiz için daha geniş, daha kapsayıcı ve daha insan odaklı bir dönüşüme vesile olur.