Kaçınılmaz Teslimiyet Türleri Arasında Aklın Özgürleşmesi
Sayı:1 / Özgürlük ve Teslimiyet - Dosya
Muhammet Çelik
O halde iftihar ettiğin, özgürleştirmeye veya bir başkasına dayatmaya çalıştığın “ben”, bir kısmı yaratılıştan verilmiş ve senin asla müdahale edemediğin sürpriz unsurlar tarafından ve bir kısmı da yine senin seçimin olmayan kişiler ve çevre tarafında oluşturulmuş ve sen bunun dışına belki de çok az çıkabilmişsin.
1- Yerlilik ve ölçü
Belli bir anne babadan, belli bir yerde ve belli bir ırka mensup olarak dünyaya gelmek bizim müdahil olamadığımız, bizim mecbur bırakıldığımız durumlar. Insanın bu çemberin dışına çıkması oldukça zor. “Bunlar böyle gelmiş böyle gider, değiştiremezsin” diye kınayan birine rahatlıkla “sen de onlardan birinin çocuğu olsaydın sen de öyle olabilirdin” diyebilirsiniz. “Ben” dediğinde, bu benlik aslında kendine ait zannettiğin öğelerin kaçta kaçının gerçekten sana ait olduğunu sorgulamamandan kaynaklanan bir ön kabuller bütünüdür. Benlik ve yerlilik, ölü hücrelerden oluşur, içine az da olsa canlılık katabilenler nadirattandır. Benliğini inşa eden unsurlar arasında, anne baban, akrabaların, arkadaşların, bulunduğun sosyal çevre, konuştuğun dil, aldığın eğitim, maruz kaldığın propaganda, öfkelendiğin şeylere karşı takındığın tavır, doğuştan gelen hayvani arzuların, sana sevdirilen şeyler, çocuklukta yaşadıkların vb. sayılabilir. O halde iftihar ettiğin, özgürleştirmeye veya bir başkasına dayatmaya çalıştığın “ben”, bir kısmı yaratılıştan verilmiş ve senin asla müdahale edemediğin sürpriz unsurlar tarafından ve bir kısmı da yine senin seçimin olmayan kişiler ve çevre tarafında oluşturulmuş ve sen bunun dışına belki de çok az çıkabilmişsin. Şöyle sorabilirsin: “Peki, çıkmam gerekiyor mu? Üstelik ben bu benliğimle ve burada mutlu iken..” Bu soruyu sorman, yerliliğin sana sevdirildiğini gösterir. Oysa insana hayvanca tutkularını ve insanlık dışı arzularını da sevdirebilirsiniz, insana adaleti sevdirebildiğiniz gibi zulmü de sevdirebilirsiniz. Kendi ben’inden çıkmak istemeyen biri, başka birinin ben’ini değiştirme gayretine giriştiğinde, o bir başkasının da kendi ben’ini sevebileceğini neden aklına getirmez? O halde ben kendi ben’imi seviyorsam, bu durum hakkaniyetli olabilir de olmayabilir de. Aynı durum kendi ben’ini veya kendi yerliliğini sevmeyen, ondan nefret eden biri için de geçerlidir. Senin tecrübelerinden kaynaklanan bir sevgi veya bir nefret, o yerliliğin, o kültürün ve kimliğin doğru ve yanlışlarını adilane bir şekilde değerlendirmene engel olabilir.
Insan kendi seçimiyle elde ettiği şeylerden daha çok, isteği dışında kendisine verilen şeylerle imtihan edilmektedir. Çoğu kişi için eş seçimi kendi iradesiyle yaptığı bir fiile dayanır, o yüzden eşlerle imtihandan daha ziyade anne babayla imtihandır maruz kaldığımız, ancak bunun idrak edilmesi o kadar da kolay olmayabilir. Insan sadece yolunda gitmeyen şeylerin imtihan olduğunu zannettiğinden bu böyledir, oysa belki de “yolunda giden”şeylerdir asıl imtihanımız olan. Batıl bir inanca sahip anne babasını (veya atalarını) çok seven ve sevdiği için de onların inancını olduğu gibi kabullenen kişilerin,1 yolunda giden bir hayatları vardır ve onların imtihanı anne babasıyla sorun yaşayanların imtihanından daha çetindir. Işlerin tekrar yoluna sokulabilmesi için atalar yoluna geri dönmenin çare olacağına inanılması da, ya atalar yolunun yürekten sahiplenilmesi ya da sonradan kazanılan unsurların yenilgiye sebebiyet verdiğine inanılması yüzündendir. Peki, insan neye inanır? Bence bu soruya verilebilecek birçok cevap vardır, ancak bunlar arasından şu cevabı tercih etmek genellikle en az riskli olanıdır: Insan kendisine sevdirilen şeylere inanır ve bu sevginin oranındaki artışa göre de inandığı şeylere kendini feda eder. Insan sadece bununla da yetinmez, kendisine sevdirilen şeylerle ilgili olan diğer unsurları da bu inanç dünyasına katar ve çember giderek genişler. Kendisine sevdirilmeyen şeyler ise, hakikat olsa bile, onun inanç dünyasında yer almaz.
Yerli olmak, kendi seçimimiz dışında bize verilen anne baba, mekân, coğrafya, zaman, tarih, gelenek, dil, ırk ve benzeri unsurların bizi yetiştirenler tarafından bize sevdirilmesi sonucunda oluşan bir kimliktir. Aynı kimlik bir başka yerde bulunan yerliler için de geçerlidir.2 Sevdirilmiş, benimsetilmiş yerlilik duygusunun adalet ve hakkaniyet gibi ilkeleri içermesi, o yerde bu ilkelerin konumunun ne olduğuyla ilgilidir ve değişkenlik gösterebilir.
Yerliliği meydana getiren unsurlar her ne kadar insan iradesinin dışında bulunan ve insana dayatılan şeylerden ibaretse de, bunların aynı zamanda insanın yaşaması için gerekli olan doğal şeyler olduğunu da kabul ederiz. Ancak insanı diğer varlıklardan ayıran özellikler tam da bu sınırdan itibaren başlamaktadır. Çünkü burası doğal olanla ulvi olanın buluştuğu sınır noktası… Ayrıca çok az kişi Sezai Karakoç’un dediği gibi “önemli olan hayat değil, hayatın anlamıdır” diyerek, saf hakikati aramaya koyulabilir. Yine de sormak lazım, insan bu sınırdan itibaren artık “ben” olabilmekte midir acaba? Dahası insanın saf şekliyle bir “ben” olması gerekli midir? Önemli ve güzel olan bu mudur? Yani yerliliğin ayartıcılığına kapılmak ile kendi yerliliğinden nefret etmek arasında da kalabilir insan. Yerliliği korumak isteyenlerin baskı ve zorlamayla kendi mensuplarını kontrol altında tutma istekleri ve yerliliğin“sevdirilememesi” sebebiyle,bazı kişilerde nefrete dönüşen bir tepki doğuyor ve bu yerli kişiler yabancıların erdem ve ilkelerine sempatiyle bakmaya başlıyorlar. Bazen bu nefret aşağılık kompleksinden de kaynaklanabilir. Irade dışı oluşumların övgüye konu edilmesine neden olan aşırı yerlilik nasıl insanın ruh sağlığı dışında kalıyorsa, aşağılık kompleksine kapılarak yerinden nefret etmek ve başkaları önünde yersiz bir mahcubiyet duymak, hatta yerini yadırgayıp başka yerlilere hayranlık duymak da aynı şekilde bir ruh hastalığı problemi sayılabilir.
Hakikat arayıcısının yerlilikle olan ilişkisi ise başka bir mesele. Hakikate yaklaşmak için yerliliğin belli kısımlarıyla mücadele etmek gerektiğini görebilir bazen insan. Hatta hakikat bu yerde bile olmayabilir, yerini terk etmek zorunda kalabilir insan. Bu onun çevresiyle olan iyi ilişkilerini bozabilir. Belki de yerlilik kendisine sevdirilmediği için hakikat arayışına çıkmıştır, yine de bu durum hakikatin hakikat olması açısından bir şeyi değiştirmez. Düşünün ki, hakikate ve adalete zıt, hatta insanlığa aykırı bir yerlilik kendisine sevdirilmiş olan bir insanın, bu şeytani yerliliği hakikatin ta kendisi zannetmesi onun hakikatle arasındaki mesafeyi ne kadar da açacak ve hakikati arama ihtimalini ne kadar da düşürecektir. O halde yerlilik sevgisi bazen hakikate yakınlığı nedeniyle bir fırsat mesabesinde iken bazen de hakikatle çelişmesi nedeniyle bir felaket olabilmektedir. Birinci durumda yerlilik sevgisi hakikati destekleyen bir kader, ikinci durumda yerlilik sevgisi hakikatin önünde bir engeldir.
Kendi yerliliğinin sana sevdirildiği gibi başkasının yerliliği de ona sevdirilmiş olabilir. Bu durumda başkasını yerinden etmek veya yersiz yurtsuz koymak senin yerliliğinin bir parçası ise ve sen hakikat arayıcısı bir insan isen -ki insan olmanın bir anlamı da budur- o zaman yerinde rahat duramazsın. Çünkü yerliliğin tahakküm unsuru olduğu bir ortamda, ancak hakikati ve adaleti önemseyen kişi empati yapabilir ve bu da kendi yerliliğine karşı duyduğu sempatinin azalmasına neden olur.
Yer yuvarlağının bir köy haline gelmesi sonucunda yerlilik de gittikçe görece bir kavram olmaya başladı. Dolayısıyla günümüzde yerlilikle neyin kastedildiği daha da karmaşık bir hale geldi. Kullandığımız her türlü eşyadan yaşadığımız günlük hayata kadar, anlaşmamıza yarayan kavramlardan tabi olduğumuz sosyal ve siyasi mekanizmalara kadar her şeyimiz yabancı ve üstelik bizim inançlarımıza aykırı bir batıllık içindeyken, biri kalkıp canı istediği yerden başlayarak kendini yerel ve yerli ilan edebiliyor. Bu da yerlinin, gücü yettiğine karşı yerli, gücü yetmediğine karşı evrensel takılması demektir. Nefsini tatmin etmek ve başkalarının sırtına basarak yükselmek için yerliliğini küreselleşmeye alet etmesi, kişinin yerini kaybetmemek şartıyla ötekine köle olmayı kabul etmesi gibi bir şey. O halde, öteden beri insanlığın tartıştığı gibi, adalet için mi yoksa bireyin mutluluğu için mi çalışmalıyız, yerliliği mi öne çıkaracağız yoksa hakikat arayışını mı? Yani her zaman yerlilik bir ölçü olabilir mi?
Yerliliğin hakikatle özdeşleştirilmesi ve adalet tanımını kendisinin oluşturması, birden fazla “hakikat”in ortaya çıkmasına ve esasında zulüm olan uygulamaların adalet adını almasına neden olabiliyor. Bu durumda herkesin kendini doğuştan haklı görebileceği bir dünyayla karşılaşırız. Dünyada en doğru olan millet benim milletim, en güzel ülke benim vatanım, en doğru din benim dinim, bu din içinde en sağlam mezhep benim mezhebim, bu mezhebi temsil eden gruplar içinde en hakiki olan grup benim içinde bulunduğum grup, öğretileri en iyi yaşayan bölge benim bölgem, bu bölgenin en samimi insanları benim ilimde oturuyor, bizim köy ve bizim aile en güzel köy/aile, bizim ev en temizi ve ben de bu evde en akıllı kişiyim. Yerlilik psikolojisinin çemberleri bu şekilde her insanın başının tepesinde döner durur. Bunu baştan kabullenmek birden çok “hakikatin” ortaya çıkmasına sebep olurken, diğer taraftan bunun baştan reddedilmesi ise baltayı taşa vurmak anlamına gelebilir, çünkü hakikatin o yerde olması da muhtemel... Birden çok “hakikat” anlayışının ortaya çıktığı durumda, insan ortadan kaybolur. Zira insanın var olabilmesi için hakikatin bir tek olması ve adaletin de ona bağlı olarak anlaşılması gerekir. Hakikat tek, kültürler birden çok olabilir. Anahtarı karanlık yerde düşürdüysen onu aydınlık olan bir başka yerde araman, Nasrettin Hoca’nın işaret etmek istediği absürt duruma düşmene neden olur.
O halde bir ölçü gerek. Her insan, kendisi ve kendi iradesi dışındaki birçok unsurun karışımından oluşan bir “ben” olduğuna göre, bu ölçü “ben”lerden çıkamaz. “Biz” dediğimiz şeyin de “ben”lerden oluştuğunu düşünürsek, ölçüyü daha da bir “öz”de aramak zorunda olduğumuz ortaya çıkar.
2- İnsanın Bağlarından Kurtulma Mücadelesi ve Bilim
Aklın özgürleşmesinde yerliliğin esas alınmasındaki sakınca bir yana, insan aklının ortak ürünü olan bilimin de akla bu özgürlüğü veremeyeceği tarihin bize sunduğu bir gerçekliktir. Çünkü insanlık tarihi aklın başarılarıyla dolu olduğu kadar aklın yanılgılarıyla da doludur. Aklın bu denli yanılgıya meyilli olması ve bunun tarihsel serüvenimizde açıkça görülmesi nasıl bir gerçeklik ise, aynı şekilde akla ve dolayısıyla onun üretimine güvenerek insanın giderek daha özgür bir dünyaya ulaşacağını dile getiren söylemlerin3 boşa çıkmış olması da bizzat yakın dönem tarihinin ispatladığı bir gerçekliktir. Bilim kendini bir sonraki nesle aktararak ve sürekli insanın ortak dağarcığında birikerek ilerleyip güçlenirken, “aklın selamete kavuşmuş hali” nesilden nesle aktarılan bir şey olamıyor maalesef, bırakın nesilden nesle aktarılmasını, aklıselim dediğimiz şey insanın her sabah yeniden tazelemesi gereken bir bilinç ışığı gibi duruyor önümüzde. Insan günlük unutkan bir varlıkken onun unutmadan çağlar geçireceğini düşünmek büyük bir hatadır.
Insan aklının tamamen özgürleşeceğini ve böylece insanın selamete kavuşacağını düşünmek, gelecek bir zamandan itibaren başlayıp bir daha değişmeksizin öylece devam edecek bir şey gibi tasarlanıyorsa, bu, sorunlu bir düşüncedir. Aklıselimin küresel hakimiyeti imkânsız bir şey olmasa da, onun sabitlenmesini ummak insanın robotlaşacağını düşünmekle eşdeğerdir. Çünkü tek bir insanın bütün ömrü boyunca aynı doğrultuda gitmesini nasıl garanti edemiyorsak, aynı şekilde insanlığın da tek bir doğrultuda gideceğini garanti edemeyiz. Bugün iyi ve hakkaniyetli olan bir insanın yarın zalim olmayacağını hiç kimse söyleyemez, aynı şekilde bugün kötülük yapan birinin yarın pişman olup kendini düzeltmeye çalışması ihtimali de her zaman vardır. Son nefesini vermeden önce bile bir insanın yetmiş yıllık zühdünü heba edecek bir günaha düşmesi mümkündür. Insan her an hakikatle aldanış arasında, yanılgıyla isabet arasında, aklıselimle arzuları arasında gidip gelen bir sarkaca kilitli olduğundan, her an yeniden kendi benliğinin farkına varmakla yükümlüdür.
Dünyayı bir daha bozulmayacak şekilde özgürleştirme ütopyası, dünyada tek bir insanın değil milyonlarca insanın var olduğu gerçeğiyle de ayrıca çelişir. Çünkü insanlık ailesi ile bir insanteki arasında her ne kadar paralellik varsa da (insan: küçük alem), tüm insanlığı tek bir insan gibi değerlendirdiğimiz her seferinde genellemeleri boşa çıkaracak durumlar çıkar daima.
Ali Şeriati’nin “insanın dört zindanı” dediği doğa, tarih, toplum ve benlik unsurlarından her biri hala kuşatmasını sürdürmektedir aslında. Bitmeyen ve bitmeyecek bir şeydir bu kuşatma. Bilimin doğaya hükmettiğini söylemek, aklın tabiatını ve bu tabiatın üretimlerini dikkate almamak olur. Insanın yapıp ettiklerine baktığımızda, onun doğal olmayan bir şeyler yaptığını söylemek ilk anda mümkünse de, aslında ona bahşedilen aklın diğer canlılarınkinden biraz daha geniş bir daireye sahip olduğunu ve bu sebeple aklının doğal sınırları içinde ve doğanın imkanlarına göre bir şeyler yapıp bir yerlere sürüklenmekten başka bir durumun söz konusu olmadığını görürüz. Bu haliyle insanın tarihi, doğası gittikçe daha da genişleyen bir aklın gittikçe açılan yelpazeler çizerek günlerini tekrarlamasından ve bu doğasını kontrol edemediği sürece aynı hatalara gittikçe daha vahim bir şekilde düşmesinden ibaret gibi görünüyor. O halde acaba insan aklının özgürleşmesi, ona bahşedilen sınırların genişliği sebebiyle doğal değilmiş gibi görünen doğasına “doğa dışı” bazı unsurlarla müdahale edilmeyi mi gerekli kılmaktadır? Yoksa insan aklı yine kendi çıkarımlarıyla bu müdahaleyi yine kendisi mi yapmak durumunda? “Müdahale”, “sınırlandırma”, “kontrol altına alma” gibi kelimelerle ifade edebileceğimiz bu işlem, eğer yine insan aklından çıkacaksa, o zaman onun insan tabiatının bir ürünü olacağından şüphe edemeyiz. Yani bu durumda insan kendi aklının
‘‘Çağdaş insanın mahkûm olduğu bu yanılgı hapishanesi, onun insan doğasına göre çok aşırı bir boyuta ulaşmış olan “iletişim, etkileşim ve bilişim” uyaranları karşısında çaresiz kalmasına ve belki de hemen arkasında bulunan açık kapıdan çıkıp özgürleşme imkânı varken bunu başaramamasına sebep olur.’’
doğasını yine o doğanın kendine verdiği imkanlar nispetinde sınırlandırmak isteyecektir. Diğer taraftan doğa dışı unsur dediğimiz şey, örneğin vahiy, insan doğasına aykırı mıdır ki onu dış bir unsur olarak niteleyebilelim? Yoksa o tam da insanın doğasına yaraşır bir “doğaüstü” müdahale olarak tabiata dahil midir?
Diğer taraftan, peygamberler yolundan, gelenekten veya tarihten faydalanmak yerine “özgürlük” adına salt akıl ve mantık diye bir şeyden yola çıkmak, tecrübe edilmişin tekrar tecrübe edilmesi gibi bir garabete düşmemize ve zaman kaybetmemize yol açar.
3- Çağdaş İnsanın Güdülmesi
Sanal ortamın sağladığı imkanlar sayesinde insan kendi yerli ve yerleşik düşüncelerini, belki de önyargı ve haksız tutumlarını, bir şekilde daha da pekiştirmeye kadir hale gelebiliyor. Bir açıdan gizlenmeyi,4 diğer açıdan dünyaya açılmayı sağlayan bu imkân, her türlü insan şahsiyetinin kendini tatmin edebileceğini düşündüğü gruplar oluşturabiliyor. Bu gruplar içinde mutlu mesut varlığını sürdürebilen bireyler, kendilerince hakikatin ne olduğuyla ilgili kaygılarını giderebilecek kadar veri de bulabiliyorlar. Birbirine tamamen zıt iki hakikat iddiasının, aynı derecede güçlü verilerle kendilerini desteklemeleri mümkün bu alemde. Böylece yalan haberlerin çok inandırıcı bir şekilde yayılması sağlanır, üstelik daha sonra o yalanın ortaya çıkması bu propagandayı olumsuz etkilemez. Dolayısıyla insanlar tarihten de alışageldikleri bir şekilde hakkaniyetli değil güçlü olmayı bir kez daha ama bu defa daha küresel bir ağ dahilinde öğrenir ve rahatlarlar.
Rahatlamak aklın özgürlüğü zannedildiği kadar aklın tutsaklığıdır da aslında. Bir inancın sağladığı tatmin duygusuyla rahatlayabildiğiniz gibi, sizin ideolojinizi destekleyen bir propagandanın inandırıcılığıyla da rahatlayabilirsiniz. Yalan bir haberi yalanlayan başka bir haber de aynı derecede yalan olabilir. Her halükarda aradığınız şeyi bulmuşsunuzdur artık. Çünkü insan öyle güçlü hayal eder ki sonunda hayal ettiği şeyi mutlaka gerçekleştirir. Hayal kırıklığına uğramak zayıf hayaller için geçerlidir. Ve insan işte günümüzde aradığı her şeyi bulabiliyor ve kendisi gibi olanlarla buluşarak aklını heba edercesine nefsini tatmin edebiliyor bu küresellik içinde.
Bu küresellik, insana, inanmak istediği şeye inanmasını ve ardından bu şeyin doğruluğu için deliller aramasını mümkün kılıyor. Bu şekilde insan, yerelliğinin veya kendi önyargılarının hakkaniyetli olduğunu, bilimsel teori derecesindeki verilerle ispatlayabiliyor.5 Analitik zekâ insana adaletin gerekliliğinden zulmün kaçınılmazlığına kadar her türlü alanda tezini ispatlama fırsatı sunar. Buna bir de mizahın eğlendirici boyutunu eklerseniz, sizin kendi yerelliğinizin ve kendi inançlarınızın size nasıl sevdirildiğini ve artık onların sizin için nasıl vazgeçilmez olduğunu görebilirsiniz. Böylece hakikatin tam aksine inanır ve onun askeri olursunuz.
Çağdaş insanın mahkûm olduğu bu yanılgı hapishanesi, onun insan doğasına göre çok aşırı bir boyuta ulaşmış olan “iletişim, etkileşim ve bilişim” uyaranları karşısında çaresiz kalmasına ve belki de hemen arkasında bulunan açık kapıdan çıkıp özgürleşme imkânı varken bunu başaramamasına sebep olur. Çünkü bilişim fazlalığı insanın durup düşünmesini engeller ve onu daima kendine sunulan yaşam biçimlerine tabi olmaya zorlar. Mevcut yürüyüşten başka bir yürüyüş imkanının da var olabileceğini düşünmek için zamanı yoktur, çünkü sürekli bilişmekten buna imkân bulamaz. Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’da gösterdiği koyunlar sahnesi, makinenin daha da esnekleştirilerek dijitalleşmesi sonucunda insan için daha içinden çıkılmaz bir hale bürünmüştür.
Modern insanın güdülüşü özgürlük söylemleriyle de kendini gösterebilir kimi zaman. Avrupa ve Batı düşüncesinin tüm dünyadaki baskın varlığı, orada çıkan bir “özgürlük” söyleminin, hangi amaçla ve hangi tarihsel bağlamda çıktığına bakılmaksızın dünyanın diğer kısımlarında da benimsenmesine veya savunulmasına sebep olmuş ve olmaya da devam ediyor.6 O halde insan, özgürlük konusunda bile güdüme ve yönlendirmeye açıksa, daha sağlam bir ölçüye dayanmak zorundadır.
4- İnsanın Sınırsız Özgürlük Deneyimi ve Onu Sınırlara Davet Etme Çabası
Avrupa’da başlayıp tüm dünyaya yayılan “özgürleşme” ya da “aydınlanma” çağrıları, Hristiyanlığa bir aşırı tepki olarak insanın bilimden ve kendi aklından medet umması şeklinde somutlaşmış ve teknolojiyi de hızlandırmıştı. Sonra kendi içinden çıkan aydınlanma eleştirileri insanın sınırsız özgürlük ve bilimsel ilerlemeyle mutlu olamayacağını haykırarak, insana haddini bildirmeyi deniyordu bu defa.7 Rusyalı dindar bir sinema yönetmeni olan Tarkovski’nin Nostalghia’da başrol oyuncusuna söylettiği “özgürlük faydasızdır” ifadesinde tecelli ettiği gibi bazen bu eleştiriler sanatın da yardımıyla bu tür sanatçı ve düşünürlerde dine dönme özlemini görünür hale getirmiştir. Bazıları ise dine, onu sadece rahatlatıcı bir nesne veya bir kültürel unsur ya da sanat malzemesi olarak kullanmak üzere dönmüş, bir kısmı ise ne bilim ne din diyerek ilkelliğe geri dönüşün hülyasına dalmıştır.
Insanın kendi doğasındaki tepkiselliğe yaslanan bu eleştiriler, aşırıya kaçmaktan kendini kurtaramamıştır çoğu zaman. Tekrar ilkel bir
‘‘Sınırsız özgürlük, bardağın nereye kadar dolması gerektiğini anlamsızlaştırmak ya da eğer taşması gerekiyorsa nerede, ne zaman ve nasıl taşması gerektiğinin belirlenmeyişi anlamına gelir. Sınırsız özgürlükle fizik kurallarının emrine verilen beden ve ondaki akıl, belki de bir teslimiyetten kaçarken başka bir teslimiyetin kucağına düşmekten kendini alamaz.’’
çağa dönüş yapma imkânımız olduğunu varsaysak bile, yine ilk insandan itibaren izlenen yolu takip ederekaynı noktaya geleceğimiz çok aşikar. Oysa ilkellik sınırsız özgürlük değil midir? Ve sınırsız özgürlüğün en ileri teknolojiyle desteklenmesi ilkelliğin daha güçlü bir şekilde tekrarlanması olmaz mı? Bu anlamda çağdaş düşüncenin, modernliğe ve bilime yönelttiği eleştiriler, “tamam çok hata yaptık ama bu sefer akıllandık bir daha hata yapmayız” diyen insanın durumuna benziyor, bu insanın bir daha hata yapmayacağına bizi inandırması için söylediği şey “akıllanmaktan” ibarettir.
Diğer taraftan akla karşı akıldışılığın savunulması da aynı derecede bir sınırsızlık önerisiyle çıkıyor karşımıza. Bunların birçoğu da ya karamsarlığa veya sanatın rüyasına dayanarak gerçeği perdeleme yoluna gidiyor.
5- Sınırsız Özgürlük ve İnsanın Sınırlara Olan İhtiyacı
Insana bahşedilen özgürlük alanının (akıl ve irade yüzölçümünün) diğer canlılarınkine nazaran biraz daha geniş olması, onun hem kendi türüyle hem de doğayla olan ilişkilerini, diğer canlıların bu tür ilişkilerinden farklı kılıyor. Bu farklılık onun hem kendine hem de doğadaki diğer canlılara zulmetmesi boyutuna kadar varabiliyor. Bu durum insan için sınırlar konulmasını gerekli kılar. Bu gereklilik onun değerlerle mukayyet olduğuna inananlarca savunulduğunda, ancak o zaman bizatihi bir anlam ifade eder; aksi takdirde savunulan sınırlandırmalar, şartlara göre esnetilebilen ve gücü yetenin değiştirebileceği bir görecelilikten
‘‘Bununla birlikte bulduğu bu mekân, zaman ve şartlara müdahale etme ve yeni birtakım anlamlar oluşturma imkânı da vardır. Ancak insan bu faaliyetinde, yine o mekân, zaman ve şartlarının sınırları çerçevesinde hareket etme ve kendisinden önceki neslin belirlemiş olduğu çerçeveyi başlangıç noktası almak gibi bir sınırlılık içindedir.’’
öteye geçemez. Eğer değerleri insan hayatından çıkarırsak, geriye kalan nesne doğadaki herhangi bir unsur olacağı için, sınırlandırmanın gereği kalmayacaktır. Çünkü hayvanlar da hem kendi türlerine hem de doğadaki diğer türlere acı çektirmektedirler. Hayvandaki acı çektirmek ile insandaki zulmetmek arasındaki fark ise ancak değerlere inananlar için bir anlam ifade eder.
Acı çektirmeden de yaşanabileceği öğretilmiştir insana. Ve insan bu öğretiyi nesilden nesle aktarabilir, unuttuğunda ise tekrar hatırlama8 imkanına sahip olabilir. Bunu hayvanlar kendi arasında yapabilir mi bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şu ki, insan ancak kendini sınırlandırarak ve kendini sınırlandırmayı kabul etmiş insanlarla bir araya gelerek kendisi olabilir.
Suyu belli sınırlar içinde kalmaya zorladığımızda faydalı hale getirebiliriz. Bardağı taşırırsak etrafa zarar verir. Esasen bu bizim için böyledir, yoksa doğada zaten her şey bir ölçüye göre yaratılmıştır.9 Ancak insana kendi ölçüsünü kendisinin belirlemesi imkânı da verilmiştir aynı zamanda. Onun doğuştan sahip olduğu bu özgürlük, hayatını bir sanat eserine mi yoksa korkunç bir anlamsızlığa mı sürükleyeceği meselesi haline gelir. Sınırsız özgürlük, bardağın nereye kadar dolması gerektiğini anlamsızlaştırmak ya da eğer taşması gerekiyorsa nerede, ne zaman ve nasıl taşması gerektiğinin belirlenmeyişi anlamına gelir. Sınırsız özgürlükle fizik kurallarının emrine verilen beden ve ondaki akıl, belki de bir teslimiyetten kaçarken başka bir teslimiyetin kucağına düşmekten kendini alamaz. Çünkü fizik kurallarını sonuna kadar kullanarak bedensel hazzın doruklarında yaşamayı amaçlayan insan, ken
‘‘Din, teslim olmaktan ziyade kendi kendini nasıl yöneteceğini öğretir insana. Ayrıca dünyaya zorunlu olarak gönderildiği için zaten teslimiyet türleri arasından herhangi bir teslimiyeti seçmek zorunda olan insanın, en özgürleştirici teslimiyeti seçerek, nasıl gerçek anlamda huzura kavuşacağını salık verir.’’
dini doğaya açarak aslında bir anlamda kendini doğaya teslim etmiş demektir. Tabi, insanın ancak ve ancak doğanın bir parçası olduğunu iddia edenler için bu normaldir. Fakat normal olmayan şey, doğada insan dışındaki hiçbir canlının atom bombası vb. kullanamayacağıdır. Işte bu, insanın kendi hayatını bir sanat eseri kılma imkânı varken, tam aksine kendisine bahşedilen sanat harikası bir dünyayı sanat olmaktan çıkarmaya yönelik hırçınlığı olur. Sınırsız özgürlüğü savunup da teknolojiye karşı çıkanların tutumu ise bizzat kendi içinde çelişkili ve aynı zamanda doğanın gerçekliğiyle de uyumsuzdur.
Diğer taraftan bir şeyin sanat olması için de mutlaka sınırlandırılmış ahenklerin var edilmesi gerekiyor. Özgür ruhlu sanatçıyı, hadi yularını koparmış ata benzetelim; fakat yularından kurtulmuş hiçbir at, özgür koşusunu uçurumdan aşağı atlayıp sakatlanmaya vardırmaz, özgürlük koşusunun da belli sınırları, dahası belli bir asaleti vardır çünkü. Sanatçı belli fırçalar kullanarak ve fırça darbelerini, kafasında belirlediği, havada yakaladığı ve doğada var olan şeye uygun bir şekilde yönlendirerek, ayrıca yeri ve zamanı geldiğinde bu darbeleri başka yönlere kaydırarak bir güzelliğe ulaşmaya çalışır. Müzikte, mimaride ve şiirde aynı şekilde insan kendi elindeki malzemeyi ve hepsinden öte kendi davranışlarını, bizzat “kendi isteğiyle” sınırlandırarak o güzelliğe ulaşır. Eğer insanın buna ihtiyacı olmasaydı, zaten onun yaşadığı şey, doğası gereği büyük sanatın bir parçası olarak kalacaktı. Ancak mesele şu ki, insan büyük sanatın içinde kendi gayretiyle küçük sanatlar mı yapacak, yoksa o büyük sanatın dokusuna da zarar verebilecek şekilde kendine zulmetmeyi mi seçecek? Sonuçta insanı sınırlandıran şey, onu derinleştirir ve yüceltir.
6- Dinin İnsana Sınırlandırmayı Öğretmesi ve Teslimiyet
Dinin insana verdiği ipuçları, onun, başkalarına boyun eğerek değil, bizzat kendi kendine sınırlar çizmeyi öğrenerek, hayatını bir sanat haline nasıl getireceğinin yoludur.10Din, teslim olmaktan ziyade kendi kendini nasıl yöneteceğini öğretir insana. Ayrıca dünyaya zorunlu olarak gönderildiği için zaten teslimiyet türleri arasından herhangi bir teslimiyeti seçmek zorunda olan insanın, en özgürleştirici teslimiyeti seçerek, nasıl gerçek anlamda huzura kavuşacağını salık verir
Bu anlamda kelime-i şehadetten sonra, ibadetler de birer teslimiyet örneğidir. Oruç, yeme imkânımız varken gözümüzün önünde olan bazı şeyleri bir süre yemeksizin ve bir süre cinsel arzulara yönelmeksizin yaşayabilme imkanına inandırır ve bunun için eğitir insanı. Namazda belli hareketleri yapmak zorunlu iken belli hareketleri yapmak yasaktır, belli bir zaman diliminde, belli cümleler okunarak, belli bir yöne dönerek ve belli bir niyetle durulur namaza. Dinde cemaatle hareket edilerek başıboşluk engellenir. Zekât, sadakalar ve infaklarla, malın belli bir sınırdan öteye geçmesini ve belli kişilerde toplanmasını11engelleriz. Haccı belli bir mevsimde belli hareketler eşliğinde icra eder, kurbanı keserken bir fedakârlık yapar, sınırlandırırız kendimizi. Cihad farz kılınmış, fakat hemen ardından “aşırıya gitmemek” şartı eklenmiştir. Evlenmek, insan doğasında var olan cinsellik ve çoğalma eğilimini belli bir düzene koymuş, ona sınırlar çizmiştir. Belli şeyleri yemek helal kılınmış, haramlarla bu şeyler sınırlandırılmış, ayrıca israf yasaklanmıştır. Infak teşvik edilirken, cimrilikten ve aynı zamanda saçıp savurmaktan sakındırılmıştır.12 Daha birçok konuda “Allah’ın sınırları” söz konusudur dinde.13
Bütün bu ibadetler üzerinden insana verilen ipuçları, bir şeyi yapma imkânı varken değersel bir nedenle o şeyi yapmama davranışını insana öğretir. Zaten insanı insan yapan şey de, yapma imkanı varken yapmamak şeklindeki erdem değil midir? Diğer canlılardan farklı olarak insana daha fazla imkanlar bahşedilmişse de, onun bu imkanlar içinde “yapma imkanı varken yapmamak” imkanını sezmesi istenmiştir. Bu teslimiyet şekli onu, Allah’tan başkasına kulluk etme zilletinden kurtarır. Üstelik gönüllü olarak kendini sınırlandıran bu insan, tek başına kaldığında da imanı ve iradesi sayesinde bu tutumunu sürdürür. Arzuladığı yasak şey önünde duran bir mümin, hiç kimsenin haberi olmayacaksa ve hiç zahmet çekmeden kolayca ulaşabilecekse bile, yine de bu teslimiyeti sebebiyle sınırları aşarak arzularına ulaşmayı istemez. Bu biraz gönüllülük biraz da Allah korkusudur; fakat her halükarda, kendisi ve insanlık için en hayırlı olan şeyin bu sınırlar olduğunu ve bu sınırları kendisini en iyi tanıyan yaratıcının belirlediğini bildiği için, mümin mutmaindir. Bunlara uyarak hem kendinin hem de toplumsal yaşamın düzenleneceğini de bilir.
Sınırsız özgürlük, arzuları acil bir şekilde tatmin etmeye yöneltirken,14 bunun yeryüzündeki dengeyi bozarak zulme dönüşeceğini unutturur insana. Din ise ona kendi kendine hakim olmayı, böylece acil ve geçici olanı değil sonradan gelecek fakat ebedi olacak olanı talep etmeyi öğretir. Ahirette kavuşulacak nimetlerin anlamı, onlara bu dünyada el sürmemekle ilgilidir. Ahirete inanmak, bu dünyadaki arzuları sınırlamak ve onları ölümden sonraki bir hayata ertelemektir.
Ne var ki dinin bu özgürleştirici çağrısı, ondan hareketle insanın yeryüzünde oluşturmaya çalıştığı faaliyetler düzeyinde somutluk kazanınca, kendi özündeki teslimiyet ruhundan ayrılarak başka teslimiyetlere dönüşebiliyor. Böylece Allah’a kulluk görünümü altında, kula kulluğa yapılan çağrılarla karşılaşması çok muhtemeldir insanın. Tarihte din adına yapılan büyük savaşlar, zannedildiğinin aksine, çoğunlukla din kisvesi altında başka amaçlar için yapılmıştır ve bugün de öyle olmaya devam etmektedir. Bu da insanın asıl imtihanının iman ettikten sonra başladığı anlamına gelir.