Belgesel Gerçek midir? Ya da Kimin Gerçeği; Anlatanın mı, Anlatılanın mı?

Sayı:9 / Ataerkillik Toplumsal Cinsiyet Ve Şiddet - Söyleşi

Elif İclal Yılmaz

Emre karapınar ile belgesel filmler ve yönetmenliği üzerine…

Aile Olmak, Rağmen, Yolanda, Hafsa, Bekleyiş belgesel filmlerinin ve Kiralık kısa filminin yönetmeni Emre karapınar, 1982 istanbul doğumludur. ilkokulu almanya’da, liseyi istanbul’da tamamlamıştır. lisans eğitimine avusturya’da Viyana Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde başlamış, Malatya inönü Üniversitesi iletişim Fakültesi’nden mezun olmuştur. Dünyanın farklı yerlerine yaptığı seyahatler sırasında tanık olduğu hayatları belgesel filmleri olarak izleyiciyle buluşturan karapınar ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Yönetmen denilince akla ilk dizi&film yönetmenleri geliyor. Daha popüler ve pazar payı daha büyük alanlar yerine neden belgesel yönetmenliği? Daha kısıtlı imkanlar sunmasına ve dar kitlesi olmasına rağmen belgeselde sizi çeken bir şeyler olmalı… 
 
Bu işi yapan birisi olarak belgesel diye bir ayrımın olduğuna inanmıyorum. toplum genel olarak sinema ve belgeseli ayrıştırıyor. Dolayısıyla yaptığım işi “belgesel” olarak isimlendirmek zorundayım. ama bence bu ikisi farklı türler değil, bana göre ikisi de film. Belgeselde kurgu yok mu? Var. ama nedir, film ile belgeselin kaynakları farklıdır. kurmacada (filmde) her şey senaristin iki parmağının ucundadır. Belgeselde ise malzeme gerçektir. Bu durum şöyle bir risk barındırıyor. “Belgesel nedir?” sorusunun cevabı “Belgelere dayanır, dolayısıyla gerçektir(!)” oluyor. Seyirci içgüdüsel olarak belgeseli anlatıcının gerçeği değil, anlatılanın gerçeği olarak kabul ediyor. “Peki ya öyle değilse?” diye soruyorum ben. ama seyirci bunu sormuyor, niye? Çünkü tanım bir kere problemli. tanım seni teslim alıyor, “belgesel=gerçek”… Soru şu? kimin gerçeği? ya bu kaynaktaki bilgiyi deforme ediyorlarsa? ya kullanıyorlarsa? izlediğimiz şeyin gerçek olduğunu kanıtlayacak, doğruluğunu teyit edecek somut bir veri var mı elimizde? yok! o zaman o içeriği izleyiciye ulaştıranların ahlaki yaklaşımları, hayat görüşleri devreye giriyor. Ben uyduramam ki, nasıl uyduracağım, gerçeğin hakkını vermem lazım. Bana karakter ne anlatıyorsa benim bütün kaynağım o. Çerçevem çok dar, çok sınırlı, çok zor. Ve tabi ki burada hak hukuk meselesi devreye giriyor. Ben olmayan bir şeyi anlatırsam bunun altında kalırım, bunun vebalini nasıl öderim? ama herkes de böyle yapıyor değil elbette. 
 
Sizin de dediğiniz gibi belgesel deyince akla belgeye dayalı, gerçekleri konu alan bir izlence geliyor. Peki o zaman belgesellerin ne kadarı gerçek? Bizler belgesele gerçekmiş gibi yaklaştığımız için aslında BBC, National Geographic vb. yapımlarını sorgusuz izliyor oluyoruz. Halbuki izlediklerimiz aslında gerçek değil mi?
 
Karakter bize bir sürü şey anlatıyor. karaktere bıktırana kadar soru soruyoruz, saçma sapan her şey olabilir. ama o saçma dediğimiz sorulardan öyle detaylar geliyor ki onları alıp hikayeleştirebiliyoruz. yani hikayeyi uydurmuyoruz, aldığımız bilgilere dayanarak hikayeyi (ve kurguyu) oluşturuyoruz. 
 
Bu arada, belgeselimizde anlattığımız karakterin hikayesi bir temsil aslında. Biz şimdi afrika’da bir tane çocuğun hikayesini anlatıyoruz ama o sadece bir çocuğun hikayesi değil ki, o bir sembol. Mesela “aile olmak” belgeselinin ilk bölümde pirinç teraslarındaki Bensey’in hikayesinde ne diyorduk “Belki bu dünyayı kalbi kırık çocuklar kurtaracak.” Fark ettiyseniz Bensey demiyor, kalbi kırık çocuklar diyor. Dolayısıyla Bensey bir sembol, onun gibi milyonlarca çocuk var. Sembol olduğu için biz onun üzerinden bir şey anlatmaya çalışıyoruz ama bunu anlatırken o çocuğun hikayesine, hayatına ters bir şey anlatmamız, olmamış bir şeyi olmuş gibi söylememiz ahlaki değil. işin zor kısmı bu. Hikayeyi kurgulasam da, o karakteri oynatsam da neye göre oynatıyorum ben? o çocuk hakkında babasının bana verdiği bilgiye göre. ama diğerleri (BBc, national ve benzerleri) böyle yapmıyor olabilirler. karakterden aldığımız bilgiyle biz bir hikaye inşa ediliyoruz ama olmayan bir şey inşa etmiyoruz. Filipinlerdeki çocuğun karne hikayesini ben uydurmadım, o çocuk zaten bana “en büyük hayalim karnemi anneme göstermek” dedi ve ben bu bilgiyi kaynak olarak kullandım. ama BBc bunu alıp karne üzerinden sözü ve gözü coğrafyaya, manzaraya kilitliyorsa işte durup düşünmek gerekiyor. 
 
Yaptığınız işi nasıl tanımlarsınız? Yönetmen nitelemesini kullanmayı tercih ediyor musunuz, “yönetmen” yerine kullandığınız başka bir ifade var mı? Günümüzde yönetmen kendini nereye konumlandırıyor? Siz bu konumu nasıl farklılaştırıyorsunuz? Bu yaklaşım farkını biraz açabilir miyiz? 
 
“insanın” aciz bir varlık olduğuna inanan biri kendine gönül rahatlığıyla “ben yönetmenim” diyemez zaten. ama maalesef “yönetmen” adlandırması yaygın olduğu için toplum içerisinde “yönetmenim” demek zorunda kalıyorum. Mesela şimdi size “muhric” olduğumu söylesem pek anlaşılır olmayacak. Halbuki muhric yönetmenin arapçasıdır ve anlam olarak gönül rahatlığıyla kullanabileceğim bir kavram. Çünkü muhric “harece” (çıkartmak) fiil kökünden geliyor yani insanın içinden bir şeyleri ilham yolu ile açması, ortaya çıkarması anlamda kullanılıyor, muhric=ortaya çıkaran. ama türkçedeki yönetmen, ingilizcedeki director, Fransızcadaki regisseur hep bir kudret, hakimiyet, teklik algısı oluşturuyor. Bir güç ve iktidar çağrışımı yapıyor. kavramlar ne kadar önemli değil mi? kendinizi kavramlara göre konumlandırdığınızda bakış açınız da değişiyor.
 
Son dönemdeki TRT belgeselleri sektöre bir hareketlilik getirdi ve yerli izleyici kitlesinde de belgesellere dair bir merak uyandırdı. Daha önce iyi prodüksiyonlu yerli belgesellerin olmayışını neye bağlıyorsunuz; imkan mı, vizyon mu ya da başka bir etken mi? Türkiye’de şuanki imkanları nasıl buluyorsunuz? Normalde belgesel deyince insanların aklına hayvanlar belgeseli geliyordu ama TRT belgeselleri sonrası bir ilgi uyandı. 
 
Daha düne kadar belgeseli kanallara ceza verdiklerinde zorunlu yayın olarak kullanıyorlardı. tabi şimdi değişti bu düşünceler. tRt, belgesele iyi yatırım yaptı son dönemde. Gerçi tRt belgesel kanalı bile daha 10 küsur yıllık. BBc 60-70 yıllık bir kanal. 70 yıllık belgesel tecrübesi var adamların. tabi biz önem vermemişiz de diyebiliriz ama diğer taraftan şöyle bir şey de var, nitelikli bir belgesel ortaya çıkabilmesi için iki şey gerekiyor: bir tecrübe, iki para. Sadece para yeterli değil, sadece tecrübe de olmaz, ikisi beraber olmak zorunda. türkiye’de ağırlıklı olarak minimal festival belgeselciliği yapılıyordu. niye? Çünkü düşük bütçeli, yani minimal. 
 
“Aile Olmak” adlı belgeseliniz hangi ihtiyaçtan doğdu? Neden “Aile Olmak”? 
 
Avrupa’da uzunca bir süre yaşadım, dünyanın farklı coğrafyalarına gitmeyi, farklı insanların nasıl yaşadığını görmeyi çok istiyordum. Ben Viyana’dayken şöyle dua etmiştim. “Ya Rabb bana öyle bir yer nasip et ki hem dünyayı dolaşayım hem de sevdiğim şeyi yapayım.” allah kabul etti. iHH insani yardım Vakfında 2012’de çalışmaya başladım, 2 hafta önce de ayrıldım. Fiziksel bir ayrılık, gönül ayrılığı değil. Bu sekiz senelik süre içerisinde allah bize seyahat etmeyi, farklı insanların hayatına şahit olmayı; bu şahitliği kameraya, filme çekmeyi nasip etti. Bu süreçte fark ettim ki, avrupa’da insanlar varlık içinde yokluk çekiyorlardı. aile mefhumu yok, merhamet yok, hiçbir şey yok. yalnızlık var, kasvet var, karamsarlık var. Bizde ne var? Diyor ki “elindeki tohumu kıyamet kopsa dahi ek”. Dolayısıyla ben annesinden mahrum da yaşasa yüzü tebessüm eden bir çocuk gösterdim. oynayan bir çocuk gösterdim. yokluğun içerisindeki varlığı, samimiyeti, merhameti göstermek istedim. Merhametin kaynağı işte bu, “aile olmak” ve fark etmişsinizdir belgeselin her bölümünde bir sofra sahnesi vardır. Ben merhameti o ailenin bir araya geldiği sofra üzerinden anlatıyorum, “sofra” benim için önemli bir sembol.. 
 
Buradan film ya da belgesel olarak izlediğimiz içeriklerdeki sembolizme geçiş yapalım mı? 
 
Tabi. Mesela hayvan belgesellerinde antilopla aslan figürlerinin bir temsili yok mu? tabi ki var. aslan antilobu yakalamak için bir atak yapıyor ve ilk denemesinde başarısız oluyor. izleyici antilop kurtuldu diye rahatlıyor. ama sonra Tanrı-ses giriyor, “Ama aslan 1 haftadır açtı”. Bu sefer izleyici aslanın haline üzülüyor, çünkü biz hep mazlumu tutarız. aslan ikinci hamlesini yapıyor yine elinden kaçıyor. Bu sefer Tanrı-ses yine giriyor, “Aslanın yavruları da bir haftadır açtı”. Sonra taraf değiştiriyoruz, çünkü aslan da yavruları da bir haftadır aç. Son denemede antilop aslana yem olunca hep birlikte oh çekiyoruz. ama aslında aslan “beyaz adamı” temsil ederken, antilop sömürülebilir “siyah adamı” temsil ediyor. izlediğimiz hiçbir şeyin düşünsel bir arka plandan bağımsız olması mümkün değil. Bu adamlar hiçbir şeyi boşu boşuna yapmıyor. ya da mesela “Mavi Bir Rengin tarihi” diye bir kitap var, adamlar renklerin tarihi üzerine kitap yazmış. Dolayısıyla sen şimdi kullandığın renklerin bir anlam ifade etmediğini düşünebilir misin, böyle bir şey mümkün mü? Mesela sırf popüler ve gözüne hoş geliyor diye neon ışıklarını kullanıyorsun ancak o renkler biseksüelliği temsil ediyor. Farkında olmasan da kullandığın öğelerin bir temsili var, bunları bilerek kullanmak zorundasın. 
 
Mesela daha yeni Joker filmini izledim, bunalıma girdim. Değer sahibi bir insanın böyle bir film yapması mümkün değil. Bir sahne vardı o sahne rastgele çekilmiş bir sahne değil. Joker yolda yürürken direk kameraya bakıyor. Sana bakıyor yani bana bakıyor herif. Bu yönetmenin alçaklığıdır işte. Direk senle Joker’i göz göze getiriyor. Çünkü o Joker kötülüğün lideri olacak ilerde ve filmdeki karakter sana (izleyiciye) bakıyor, direk göz göze geliyorsun bu tesadüf değil. Sonraki sahnede taksinin içerisinde maskeyle giden bir Joker hayranıyla Joker’i göz göze getiriyor. yönetmen seni de taksideki maskeli adam gibi Joker hayranı, yani potansiyel müridi yapıyor ve bilerek karakteri kameraya baktırtıyor, rastgele değil. “Tamam, yapıyor öldürüyor da haklı be kardeşim” dedirtiyor sana izlerken. “O aslan antilobu öldürmeli çünkü aç” belgeselde bunu dedirten filmde de “kötülük yapmalıyım çünkü bana kötü davrandılar” dedirtiyor. Dolayısıyla bana zarar verene ben de her türlü zarar verme hakkına sahibimdir fikrini empoze ediyor.
 
İzlemeyenlere spoiler verdiniz. 
 
Spoiler verdim de izlerken şimdi büyük ihtimalle daha farklı izleyeceksiniz ama şunu söyleyeyim izlerken fark ettim ki resmen adam (Joker) yalnız, aile yok, hiçbir şey yok, merhamet de yok! Mesela en son işimin kurgusundaydık, yine gözlerim doldu ağladım izlerken ve dedim ki, “birileri fesadı yayacak biz işimizi yapacağız merhameti yaygınlaştırmaya çalışacağız”. 
 
“Aile Olmak” belgeseline nasıl tepkiler alıyorsunuz, geri dönüşler nasıl oluyor?
 
Biri yazmış o kadar hoşuma gitti ki, youtube videolarına yazıyorlar, yorumları takip ediyorum oradan. kız demiş ki “bu bölümü izledikten sonra fark ettim ki dört aydır anne babama sarılmamışım, hemen gittim onlara sarıldım.” Çok hoşuma gitti ya. kimisi diyor uzaktaki annemi babamı özledim. kimisi eşimi özledim diyor. Bak böyle bir şeye sebep oldum, bu bize ödül olarak yeter. Ben bunu hedeflemiştim ve allah da nasip etti. kitlenin verdiği tepkiden hedefimize ulaştığımızı anlıyoruz. “Çocuğunun kıymetini bil, eşinin kıymetini bil. Ailenin kıymetini bil.” yani bu duyguyu verebilmişiz. 
 
Yabancı yapımların kendi ideolojilerini yansıttıklarından bahsettik, peki siz propagandaya ve ajitasyona kaçmadan mesajınızı nasıl veriyorsunuz? Dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Tarafsızlık mümkün mü? Yapılan işin objektif olması mümkün mü? 
 
Mümkün değil işte. Herkesin tabi ki bir düşüncesi var. Dudley andrew diye bir film teorisyeni “Teolojiyi bilmeyen filmden anlamaz, film yapamaz” demiş. ne demek istediğini anladıktan sonra bunu bir yerde söyledim. Çocuğun biri şey dedi, “hocam tabi hazretli filmler çekeceksek, teoloji bilmek lazım.” Dedim ki oğlum sen Vikings izliyor musun? izliyorum. Game of Thrones izliyor musun? izliyorum. Transformers izliyor musun? izliyorum. oğlum en dini filmleri izliyorsun sen. Biz dini şey zannediyoruz, birisi namaz kılıyorsa, kilise varsa, haç varsa, sarık varsa, selamün aleyküm diyorsa bu dini film olmuş oluyor. Mesele o değil. Filmdeki kodlar, karaktere yaklaşım biçimi. Bak ben yaptığım işlerde tebessümün varlığını önemsiyorum, neden? yaptığımız iş bütün olumsuzluklara rağmen rahmani olmalı. insanı kasvete değil harekete geçirmeli. Çünkü benim inancım bana bunu öğütlüyorsa yaptığım iş de öyle olmak zorunda. inandığım şeyden bağımsız değil ki yaptığım iş. Dolayısıyla ben propaganda yapamam niye? Çünkü benim inancımda zorlama yok. Zorla şuna inan diyemem ki ben insana. Dolayısıyla benim yapacağım tek şey tanık olduğum yaşamları aktarmak, anlatma biçimi olarak yaşamak. 
 
Ama seçtiğiniz kişiler/karakterler de bir taraf belirtmiyor mu? 
 
Filipinlerde çektiğimiz Hristiyan katolik bir aileydi. tabi ki bir tarafımız var, tarafımız mazlumun yanı, zalimin karşısı. oldukça net. ama kendimi zalime göre de konumlandırmam ben. yani onlar propaganda yapıyor diye biz de yapacak değiliz. onlar yapabilir kardeşim ben yapmam propaganda. Çünkü benim peygamberim propaganda yapmamış ki, yaşamış. inancım tabi ki yaptığım işi belirliyor. 
 
Ekran başında izlediğimiz belgeseller 30, 40 dakikaya tekabül etse de sizlerin aylarca çekimler yaptığınız, farklı ailelerin hayatına dahil olduğunuz ve ortaya konacak 30 dakika için ciddi emek ve zaman harcadığınız aşikar. Çektiğiniz görüntüler arasından kullandıklarınız çok sınırlı. Bu eleme işleminde neyi ilke ediniyorsunuz, neyi önceliyorsunuz? Bizim için hayranlıkla, ilgiyle, hayretle izlediğimiz belgeseller çok değerli ama bir yönetmen gözüyle sizin için belgeselde verilemeyenler, anlatamadıklarınız hakkında ne söyleyebilirsiniz? Ekrana yansıtamadıklarınız var mı? 
 
Dahil etmek isteyip de edemediğimiz o kadar çok şey var ki. Bu da işin kusurlu tarafı ve biz bunu seviyoruz. keşke şunu da yapabilseydim, şunu da anlatabilseydim dediğim birçok ukde var içimde, her bölümde ayrı ayrı. Her bölümde bir kusur görüyorum ve bir sonrakinde yapmayacağım diyorum ama bu sefer de başka bir kusur çıkıyor ve ben bundan gayet memnunum, bana hep kul olduğumu hatırlatıyor, acizliğimi hissettiriyor. Bence bir yönetmene nasip olacak en büyük nimet acizliğini hissetmesi ve “gerçek yönetmenin” kim olduğunu idrak etmesi. 
 
Çektiğimiz görüntülerden eleme yaparken kesinlikle mananın peşindeyiz. “Çok güzelmiş ya şu görüntü, güzel olduğu için kullanalım.” Böyle bir şey olamaz, bir görüntü güzel olduğu için kullanılmaz. Ancak bir manası varsa kullanılır, hatta manası varsa ama görüntü kötüyse bile kullanılır. Öyle yaptığım çok oldu. Çok güzel görüntü, ama kullanmadım. Öte yandan, maalesef insanlar görüntü fetişizmi yaşadığı için, görüntüye taptığımızdan dolayı manayı güzel bir şekilde anlatmak zorundayız. Ben insanlara estetik görüntüyü veriyorum ama kendi sözümü de söylüyorum. 
 
Belgeselciliğin mutlaka zorlu yanları olmalı. Ama sizi en çok zorlayan neler oldu/oluyor? 
 
Geri dönüşler… hayatlarına tanık olduğumuz insanlar artık bizim hayatımızdalar. onlar yokmuş gibi yaşayamıyoruz. En çok zorlandığım konu bu oluyor. yoksa şimdi genelde bu sorulara, “Ya işte çekim zordu, şartlar zordu, şu kadar uzun sürdü” gibi cevaplar verirler. tabi ki zor olacak kolay bir şey mi var? işin zorluğu üzerine cümle kurmak bana ayıp geliyor. Siz savaştan geliyorsunuz “savaş ortamında çekim yapmak çok zordu” diyorsunuz. Bir insan bunu nasıl söyleyebilir!? Beraber olduğun insanı orada bırakıyorsun, cümleyi bunun üzerinden kurman lazım. Düşünebiliyor musunuz o insanlar sizin hayatınıza giriyor ve bir kısmı hala oralarda yaşıyor. 
 
Yani sorumlusunuz artık onların hayatından? 
 
tabi sorumlusun, sorumluyum. Bazılarına gücüm yetmiyor. Dibine kadar acizliğimi hissediyorum. En çok zorlandığım konu bu oluyor. Zorlandığım bir diğer konu da dünyadaki yönetmen algısının altında eziliyor olmam. Ben kimim ki yani. ama karşı taraf sana öyle anlamlar yüklüyor ki onun altında eziliyorsun. o büyük anlamları hak etmiyorum ki. Bu eziyor bizi. Maalesef dünyadaki yönetmen algısının altında debelenip duruyorum.
breitling chronographe etanche 50m a68062 no 1111 price omega dark side of the moon copy uk replica watches steve mcqueen watch auction tag heuer carrera calibre 16 leather strap replica watches uk omega seamaster nato strap rado first copy watches in ahmedabad swiss replica watches hello rolex reviews rado tan boots fake watches
İLİMYURDU Yayıncılık ve Eğitim Hiz. Ltd. Şti.
Adres : Molla Gurani Mah. Akkoyunlu Sk.
            No: 36 Fındıkzade Fatih / İstanbul
Tel      : 0212 533 05 35
Mail    : info@yetkindusunce.com
Tüm Hakları İlim Yurdu Yayıncılık’a aittir. Kaynak belirtilmeden hiçbir içerik kopyalanamaz. | Tasarım & Yazılım: Dizayn Sanat