II. BÖLÜM Ömer Laçiner ile İslamcılık Üzerine
Sayı:8 / İslamcılık, İslam ve Müslümanlar İddia ve Gerçekle - Söyleşi
Fatih Yaman
İkinci konuğumuz ise kaleme aldığı Modern türkiye’de Siyasi Düşünce, Sosyalizmin Bunalımı ve Sosyalizmde Devrim eserleriyle tanıdığımız, türkiye’deki sol düşüncenin önemli temsilcilerinden, Birikim dergisi genel yayın yönetmeni Ömer laçiner.
İslamcılığın, “mahalle”nin içinde ve dışında nasıl bir aksülamel uyandırdığını bütünlüklü olarak görme fırsatı yakalayabileceğimizi düşünerek, büyük oranda aynı soruları yönelttiğimiz iki saygıdeğer isme katkılarından dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Sizlerin de keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
“İslamcıların Müslümanlık tasavvurunda, Müslümanca yaşamak ikincilleşti”
Yetkin Düşünce dergisinin 8. Sayısı İslamcılık, İslam ve Müslümanlar başlığını taşıyor. Bu başlık altında İslamcıların iddiaları ile gerçekleştirimler arasındaki mesafeyi ölçmek istiyoruz. Sizinle söyleşimizin konusu da İslamcılık, İslam ve müslümanların iddialarına dair. İlk sorumuz şöyle: İslamcılığı Osmanlı’dan beri varolan düşünce geleneği içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz? Siyasal ve sosyolojik karşılığı nedir?
Eğer bu konumlandırmayı ekonomik/sosyal eşitsizlik sorununu temel alan modern paradigma içinde yapacak olursak, islamcılığın yeri sağdadır. Fakat ilginç nokta şudur ki, onun tarihsel “karşıt”ı olan “Batıcı/atatürkçü akımlar da aynı paradigmada “sol”a yerleştirilemezler. Benzer bir durum, bütün Müslüman çoğunluklu toplumlar için de geçerlidir ayrıca. Bunun ana nedeni türkiye’de ve bütün islam dünyasında siyasal düşünce ufkunu, paradigmayı belirleyen soru/sorun Batı’nın, modernleşmenin meydan okuyuşuna nasıl cevap verilmesi gerektiğidir. Çözümün -kabaca ifade edecek olursak- Batıya benzemeye veya uyarlanmaya çalışarak bulunacağını savunanlar ve onlara tepki olarak şekillenen islamcı akımlar için amaç/hedef aşağı yukarı aynıydı: Devletin Batıdakilerle denkliğini sağlayacak, rekabet edecek bir “güçlülük” düzeyine erişmesi. Bunun nasıl bir sosyo/ekonomik yapı, düzen ve hangi hak/özgürlükler temelinde gerçekleşeceği konusu tali bir meseleydi. Bu nedenle her ikisi de eşitsizlik sorunlarını, hak ve özgürlükler meselesini ön plana çıkarmaya çalışan akımlara iyi gözle bakmıyorlardı. ama islamcılığın bu sorunlara çok daha tutucu, kuşkulu yaklaştığı, hatta burada bir tehdit potansiyeli gördüğünü de eklemeliyiz. Bu yüzden bütün islam dünyasında olduğu gibi türkiye’de de islamcı hareket ve akımlar, liberal ve özellikle de sol akım ve oluşumların karşısında yer almakta hiç de tereddüt göstermemişlerdir
Şüphesiz islamcılığın bu çok geniş ana mecrasının dışına çıkan, vahyi sosyal, ekonomik ve siyasal eşitliği sağlamak yönünde yorumlamaya çalışan islamcılar da vardı. Bunlar, ta Emevilerden beri dinin mesajını böyle yorumlayıp bazıları hayli büyük çapta isyanlara yol açan bir geleneği canlandırmaya uğraştılar.ancak bu tür isyanların en dikkate değer olanlarından birinin, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının yaşandığı bu ülkede o eşitlikçi islamcılığın çok yakın zamanlara kadar izini süren kimse de olmadı. Sosyalistler sahipleniyor onu haliyle.
Bir noktaya daha işaret etmeliyim: islamcılığın ana mecrası, modernleşmenin hepimizi yüz yüze bıraktığı yeni tür sorunlara ve bunları ele alan son iki yüzyılın sosyal bilim literatürüne uzun bir süre kendini kapatarak, büyük ölçüde içe dönük bir düşünme ikliminde yaşadı. ancak 1970lerden sonra M.abduh, a.Şeriati gibi öncü düşünürler, o literatüre de açılarak yeni bir soluk getirdiler ve çok daha geniş bir perspektifte tartışmaya çalıştılar islamcılığın sorunlarını. Bunları sağcı kategorisine sokmak zor.
Daha yakın olarak sağ.
Hakim çizgiye bugünün kıstasları ile baktığınızda evet.
Peki daha çok Arap dünyasına doğru girdiğimizde, sağ ve solun mahiyeti biraz değişiyor sanki.
Arap dünyasına dair ayrıntılı ve iddialı tespitlerde bulunamam. ama nisbi farklılıklar hariç tüm Müslüman dünyadaki islamcılıkların birkaç ve en temel noktalarda başarısız kaldıklarını, tıkandıklarını söyleyebilirim. Bunların en başında da bilim-ve dolayısıyla sanayi/ teknoloji-ile verimli bir ilişki kuramamaları ve canlı bir düşünce zemini oluşturamamaları geliyor.
Kısaca bilim konusuna değinirsek: 18-19. yüzyılların modern çağı açan bilimsel atılım ve devrimleri mevcut bütün dinleri ve elbette önce Hristiyanlığı zorladı. Bu zorlanma, bilimin nesnel dünyayı açıklarken dinsel dogmaları geçersiz kılmasından çok; onun verilerinden hareketle canlanan seküler düşüncenin genel varoluşu ve insani –toplumsal hayatı anlama ve anlamlandırma bahsinde o zamana kadar dinin işgal edegeldiği birincil otorite konumunu ciddi şekilde tehdit edişinden dolayı idi. yanlış bir teşhis de değildi bu. nitekim bu tehditle ilk karşılaşan Hristiyanlık 19. yüzyılın ortalarına kadar giderek azalan bir güçle de olsa canla başla mücadele etti bununla.
Anlaşılacağı üzere bu mücadele son analizde toplumsal ve bireysel kimliklerin teşekkülünde neyin belirleyici olacağına ilişkin bir iktidar mücadelesi idi. 19. yüzyıl başlarında Hristiyanlık bu iddiasından uzaklaştı ve otoritesini ahlaki düzey üzerinden kullanmayla yetinen bir çizgiye oturdu.
Yahudilik ve uzakdoğu dinlerinde de benzer ve çok daha az sancılı bir seyir izlendi. Buna mukabil islam dünyasında bu mücadele sancıları ve tahribatı azalmak şöyle dursun, kimi zaman artarak ve şiddetlenerek sürüp gitmekte. islamcılık da zaten bu mücadelenin -siyasal- ideolojisidir. islamcılar, müslümanlığın diğer dinler gibi moral-ahlaki alanla kendini sınırlaması halinde, sadece kendi kapsamını inkar etmiş olmakla kalmayıp toplumlarının kimliksizleşmesine, eriyip yok oluşa sürükleneceğini de iddia ediyorlar. Üstelik, aradan iki yüzyıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, kimlikle özdeşleştirmenin normları, kuralları da belirlenmiş değil. Dolayısıyla bir bütün olarak bakıldığında, kılık kıyafetten sanata,yiyecekten hak ve özgürlükler alanına kadar pek çok konunun dinle ve kimlikle özdeşleştirilebildiğini görüyoruz. Bilimsel-teknolojik gelişmenin ve yeni icatların giderek büyüyen ve hızlanan dalgasının bireysel-toplumsal davranış ve ilişki kalıplarını durmadan değişime zorladığı bu çağda sürdürülebilir mi bu tutum?
İslamcılık, din dışı-seküler-bir alan tanımayan,hemen her konuda “fetva” veren bir tarihsel miras ve geleneği devralmıştır.Ve onu daraltmaya değil ihyaya koşulludur. o nedenle de gelişimi ve dinamizmi sadece seküler düşünüşle mümkün; bilimsel-teknolojik etkinliklerle gayet sorunlu bir ilişkisi olabilmektedir. islam toplumlarının bu etkinliklerdeki geri-edilgen durumlarının hala ve hatta derinleşerek sürüyor olmasının ana nedenidir bu. Deprem, kuraklık gibi doğa bilimlerince nesnel gerekçeleri ve mantığıyla pekala açıklanan olguları, “asıl neden bu değil” deyip ilahi gazap ve cezaya bağlayan din adamlarının hala ciddiye alınabildiği toplumlar bunlar. aynı lafları bir Hristiyan din adamı etse, bizzat cemaatinin alaylarına muhatap olur, belki de işinden olurdu.
İslamcılığın ana mecrası, modernleşmenin hepimizi yüz yüze bıraktığı yeni tür sorunlara ve bunları ele alan son iki yüzyılın sosyal bilim literatürüne uzun bir süre kendini kapatarak, büyük ölçüde içe dönük bir düşünme ikliminde yaşadı. Ancak 1970lerden sonra M.Abduh, A.Şeriati gibi öncü düşünürler, o literatüre de açılarak yeni bir soluk getirdiler ve çok daha geniş bir perspektifte tartışmaya çalıştılar İslamcılığın sorunlarını. Bunları sağcı kategorisine sokmak zor.
Bilimsel düşünmeye önem vermenin, varoluş sorunlarımıza bilimsel veriler üzerinden çözüm aramamızın iman ve dinle ilişkiyi zayıflatacağına dair yüzyıllar öncesinden Gazali’nin formüle ettiği “içtihat”, açıkça söylenmese de etkisini kuvvetle duyuruyor. Gerçi genel islamcı akım içinde bu “içtihadı” esneterek bilim ve sanayiye ağırlık vererek Müslüman toplumlarda reformu amaçlayan düşünürler de az değildi.
Modernleşme lehinde
... Haliyle, evet. Said-i nursi örneğin. Modernizmin harekete geçirdiği dinamikleri fenni bilimleri, sanayileşmeyi falan bunları biz de sahiplenebiliriz diyen islamcı çevreler vardı. cumhuriyetin kurucu kadrosu bunlarla uzlaşma ve iş birliğine pekala girebilirdi. ama bunu yapmaktan özellikle kaçındı.kimi islamcılar bu tutumu “din düşmanlığı” olarak niteliyorlar ama kesinlikle söz konusu değil. o kadroya “dini duyguları ortalama” bile denilemeyebilir; ama islam dininin ne denli elverişli bir yönetim aracı olabileceğini bilen pragmatistler oldukları gayet açık.. Burada hiç şüphesiz “Batı”yı model alan, yani dini kamusal ve siyasal düzeyde geri plana iten bir “toplumu yeniden inşa”, bir toplumsal mühendislik çabası var. Fakat amaç, dini duyguyu köreltmek veya zayıflatmak değil, onu hedeflenen devletine itaatkar yurttaşlar oluşturma projesinde bir araç olarak kullanmaktır. islam toplumlarının tarihinde kurumsal dinin devlet/iktidar karşısında özerk, denetleyici bir güç olamadığı, onlara itaati öğütleyen bir gelenek oluşturduğunu dikkate alırsak, bu çizgi dışına çıkmak sayılmaz. ayrıca bu cumhuriyet’in Diyanet işleri Başkanlığı ve din görevlilerini memur kadrosuna dahil ederek dini devletleştirdiğini bile söyleyebiliriz. Elbette dini elit ve entelektüellerin statüsü düşürülmüştür ama bu, rejimin gerek gördüğünde Ş.Günaltay gibi bir ilahiyatçıyı Başbakanlığa getirebilmesine engel değildir.
İslamcılığın bilim, bilgi ve ahlakla ilişkisine dönersek
İslamcılığın da içinde yer aldığı genel dini düşünüşün iki temel kavramı, modern bilim ve bilgi anlayışıyla uyuşmaz. Birincisi, dini düşünüşün yaradan’a mahsus saydığı “mutlak bilgi” kategorisi modern bilimde yoktur, kabul edilmez. ikincisi, dini düşünüş vahye sadakat veya uygunluk ölçütüyle tanımlanması gereken bir “doğru”nun olduğunu varsayar. Modern bilim açısından ise değişmez doğrular yoktur. Bugün doğru dediklerimiz, bilginin sonsuz ve sınırsız değişim ve gelişim sürecinin bir noktasında eksikliğini veya yanlışlandığını göreceğimiz şeylerdir.
Şüphesiz asıl sorun bu ikinci noktadadır ve söz konusu farklılığın önemi insan ve toplum bilimleri ve bu alana ilişkin bilgiler düzeyinde görülür ve anlaşılır. Dini düşünüş kendisini “doğru”nun en azından ana hatlarıyla bilindiği/bulunduğu yerde konumlandırdığı için, insani-toplumsal gerçeklikleri ele alırken fazla zorlanması gerekmez. kendi “doğru”suna uyan ve uymayanları (bidat/sapmaları.) tesbit ve nedenlerini göstermekle üzerine düşeni yapmış olur. Elinde bir “doğru” kıstası olmayan modern düşünüş ise, çok daha çetrefilli bir yol izlemek zorundadır. olgu/olayın kendi iç mantığını, veriler arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini –belki de her ele alışında-yeniden kurmaya,nihayetinde yepyeni bir olguyla ya da şimdiye kadar farkına varmadığımız bir bağlantıyla karşılaştığımızı söylemeye hazır olmalıdır.
Uzatmayayım. Fakat yukarda gayet özetle ifade ettiğim farklılık, insani-toplumsal gerçekliği,bundaki değişmeleri dini düşünüş çerçevesinde ele alan literatürün neden görece cılız ve çoğu birbirini tekrar eden eserlerden oluştuğunu;buna mukabil modern literatürün gayet zengin ve çeşitli açılardan bakışlarla dolu olduğunu açıklar sanırım.
Modern düşünüşün, -insanın akli yetenek kapasitesinin sonsuzluğuna inanmakla birlikte- “mutlak bilgi” gibi bir kategorisi ve dolayısıyla hedefi olmadığı için, kendini-insanı- tanrı yerine koyması da söz konusu değildir. Bilgilerimiz kimi zaman bilimsel devrimlerle artıp yetkinleştikçe, geçmişte yeterince cevaplayamadığımız soruları arkada bırakmış olacağız ama bu kez de kendimizi düne kadar belki de sormayı dahi hayal etmediğimiz sorularla, bunlara ilişkin bilgi ihtiyacıyla karşı karşıya bulacağız Ve bu böyle sürüp gidecek.
Dini düşünüşlerin tamamı ve elbette islamcılık da bu yaklaşımın özellikle ahlak konusunda geçerli olamayacağını iddia eder.
Temel argümanları ise özetle şöyledir: ahlaki duyarlılık ancak ve sadece bir üst/ilahi iradenin korkusuyla, onun cezalandırma ve ödüllendirme gücüne inançla sağlanabilir. Burada bir tartışma yapmanın yeri değil ama, ben ve benim gibi düşünenler, tanrı korkusu-ceza ve ödül beklentisi-olmaksızın da, bir kişilik ve karakter seçimiyle ahlaklı olunabileceğini, üstelik bunun çok daha değerli olduğunu savunuruz. Her neyse; ancak islamcılığın modernleşme ve Batı/cılık eleştirisinde ahlak konusu ve sorunları hayli merkezi bir yer tuttuğu ve kendilerini ahlaken üstte bir noktaya yerleştirdikleri için; farklı ahlaki yaklaşımlara karşı verebildikleri doyurucu cevaplar da olabilmeli. oysa evrensel kabul gören ahlaki kıstaslarla bakıldığında ne islam toplumlarının ahlaken üstünlüğü savunulabilir; ne de islamcılığın o tezini yetkin eserlerle desteklediği iddia edilebilir.
İslamcıların bu tip sorunları aşamadığını mı söylüyorsunuz?
....aşamıyorlar. Çünkü iddialarını, onlara itiraz edenleri hakkıyla ikna edecek derecede güçlü kanıtlarla savunamayacaklarını herhalde biliyorlar. Örneğin şu ahlak konusunda Müslümanların çok daha duyarlı ve dikkatli olduklarını iddia ettiğinizde, bir Hristiyan veya Budiste “haklısınız” dedirtecek hangi argümanınız ve kanıt silsileniz var? En son din bizimkisi’nden daha güçlü bir dayanağınız var mı? Bunun da “en son peygamber”i kabul etmeyen bir Hristıyan’ı, peygamber diye bir kavramı bile olmayan bir Budist veya konfiçyusçuyu, Şintocu bir Japonu ikna etmesi düşünülebilir mi?
Dahası bu argümana yaslanmanın Müslümanların pratik-ameli ahlaki duyarlılıklarını zayıflattığı kanısındayım. Bir anekdot aktarayım: korkut Özal’ın da içinde olduğu bir grup islamcı aydınla sohbet ediyorduk. konu islamın va’zettiği tüm ahlaki kurallara tamamen uygun yaşamış ama Müslüman da olmayan birinin cennete gidip gidemeyeceği sorusuna geldi. k.Özal “amel önemli ama yetmez” mealinde fikrini belirtti. Diğerleri de çoğunlukla onayladı. k.Özal “eğer son nefesini verirken bile kelime-i şehadet getirirse cennete gidebilir” diye ekledi. Ben, kelime-i Şehadetin ahlaklı yaşanmış bir hayattan daha önemli ve değerli sayılmasının, allahın uluhiyeti ile pek de bağdaşmadığını söylediysem de, onlar kelime-i şehadetin diğer her şeyden daha önemli ve cennet kapısının anahtarı değerinde olduğunda ısrar ettiler. Sonraları düşündüm de, “eğer müslümanlar böyle bir güvencelerinin olduğuna inanıyorlar ise, ahlak konusunda neden titiz olsunlar?” sorusuna cevap bulamadım..
Ahlakiliği bütün insani faaliyet ve ilişkilerde düzenleyici bir ilke olarak kabul ediyorsak, islamcılığın başlangıcından itibaren iddia edilegelen “bilimde, sanayide…güçlü/ilerdeler ama ahlaken bozuk, çürüyüş halindeler” tezinin kadınların örtünmemesi dışında bir kanıtını duydunuz mu? Örtünmeyen, erkeklerle eşit statüde davranan kadınları derhal “iffetsiz” diye damgalamayı, ne dünyanın kalanına anlatabilirsiniz; ne de bundan dolayı size sağlam ahlaklı derler.
“Onların ne dediği önemli değil” diyemezsiniz. Çünkü; birincisi dünya “küçüldü”, farklı toplum ve kültürlerin birbirlerini tanıma, bilgi, ilgi ve ilişki kanalları olağanüstü arttı, genişledi ve dolayısıyla karşılaştırma, kıyaslama imkanı sonuna kadar açıldı. tam da bunlar olurken, islamcı akımlar yüzyılı aşkındır çekildikleri savunma mevzilerinden yola çıkıp modernleşmenin versiyonlarndan (kapitalizm ve sosyalizmden) daha üstün, onların çözemediği sorunların da üstesinden gelecek alternatifi temsil iddiasıyla harekete geçtiler. Bu süreci iran islam Devrimi ile başlatırsak, aradan neredeyse yarım yüzyıl geçti. türkiye’deki islamcı hareket de en azından 1980 lerin ortalarından itibaren aynı iddialılık düzeyindeydi. Varılabilen noktalara bakıldığında, bırakın durumların bir parça düzeldiğini, daha da geriye düşüldüğü söylenemez mi? ahlak ve dolayısıyla maneviyattan bahsediyorduk. Peki şu kırk yılın sonunda ahlaki ve manevi düzeyin korunduğu veya yükseldiği mi doğru, yoksa ağır hasara uğradığı, bir özgüven kaybı girdabına sürüklenildiği mi?
Şüphesiz bu sürecin en fazla ders çıkarılması gereken olgusu, islamcılığın iktidar sınavıdır. o döneme kadar seçimin ve partilerin olduğu ülkelerde muhafazakar modernist denilebilecek partilerin kanadı altında fazla öne çıkmayarak destekçi konumuyla yetinen islamcılar, ülkelerindeki “Batıcı”ları iki yüzyıldır içinden çıkılamayan zillet halinin sorumlusu olarak gösteren yoğun bir propagandanın rüzgarıyla ve az önce ifade edilen büyük iddialardan etkilenen hayli geniş bir halk desteğiyle tek başlarına iktidara geldiler. Sanrım en kalıcı ve kapsamlı tahribat burada oldu.
Oradan da zaten soracaklarımız var. Siz bir takım problemlerden bahsettiniz. İslamcılık, Türkiye’de nasıl bir imkanı veya zafiyeti içinde barındırıyor? Yani sizin sayabileceğiniz “şu açılardan imkan oluşturabilir ama zafiyetleri de şunlar şunlardır” diyebileceğiniz neler var?
Her düşünsel/siyasal akımın-zafiyet demesek bile- ikincil önem verip fazla geliştirmediği yönleri olur; normaldir bu. ama en fazla önem, öncelik ve değer verdiği konularda sığlığı, güçlü argümanlardan yoksun oluşu ise yapısal bir zaaftır ve bedeli de çok ağırdır. Bence islamcılığın en başından yaptığı ve ısrar ettiği yanlış, dinin eski kapsam alanını aynen korumaya kalkışmasıdır. az önce de ifade etmiştim. Modernliğin meydan okumasıyla karşılaşan tek tanrılı dinler –ki bunlar başta siyaset, güç ilişkilerinin olduğu her alana müdahil bir gelenekle şekillenmişlerdir- en başta Hristiyanlık, uzun süre direndikten sonra mecburen bu alanların sekülerleşmesine boyun eğmiş, ahlak ve maneviyat alanında kendilerini tahkim etmeye yönelmişlerdir. islam, islamcılık ise hala direnmeye devam ediyor ve her hangi bir alanın sekülerliğini kabullenmenin tevhide aykırı olacağına inanıyor. Hiç bir şeyi kaybetmeme adına her şeyi kaybetme riskini davet eden bir tavır bu. Ve bu riskin hiç de az olmadığı şu ana kadar görülemedi ise, zaman geçtikçe daha arttığını da fark edemiyor demektir. ikincisi; islamcılığın temelde bir tepki hareketi, tepkisel bir düşünüş tarzı oluşundan kaynaklanan bir zaaf. Önemli nokta; bu tepkinin içeriğinin doğrudan dinle ilgisinin olmaması. islamcılık, Müslümanların yönettiği devletlerin modern-onlar hala hristiyan diyorlardı- devletler karşısında giderek daha güçsüzleşmelerinden ve böyle giderse egemenliklerini-devlet olma vasıflarını- kaybedecekleri korkusundan doğmuştu. tarihsel ve siyasal “karşıtı” olan “Batıcılık” da öyle.
Şimdi meselenin püf noktasına geliyoruz.Her iki akımın da doğuş yeri olan “yeni osmanlıcılık” faslı başlarken artık farkına varılmıştı ki “Batı”nın üstünleşmesinin,sürekli güçlenmesinin kaynağında bilimsel/ teknolojik ve ticari-endüstriyel dinamizm vardır.Devletler de bu dinamizmin bütün topluma yayılabilmesi için tüm yurttaşlarına en azından hukuken eşit haklar sağlamış olmalıdır.
İslamcılığın kaynağında işte bu “eşit haklar” sorunu vardı. Çünkü osmanlı, 1800lerin ortalarında tebaasının neredeyse %40ı gayrı Müslim olan bir imparatorluktu. ayrıca bu gayrı müslimler ülkenin iktisadi gelişmeye en açık bölgelerinde yerleşik olmalarının yanı sıra bilimsel ticari ve endüstriyel etkinliklere en yatkın, deneyimli ve birikimli kesimini oluşturuyorlardı. Dolayısıyla devletin yeniden güçlenmek için bilim, ticaret ve sanayiyi teşvik etmesi, onları en azından ilk evrelerde daha avantajlı kılacaktı. Buna bir de “eşit haklar” eklenirse, yani Müslümanların -özellikle de elitlerinin- asırlardır yararlandığı imtiyazlar tedricen kaldırılır, bilhassa da gayrı müslimlere kapalı olan askeri, adli, güvenlik bürokrasisinin kapıları da açılırsa… Bunun salt dini/islami olana, yani onun âdet, ahlak, maneviyat ve hayat tarzı olarak içeriğine doğrudan bir tehdit, tehlike oluşturduğu söylenemez. ama islam dinine mensup olduğu için ve o din adına siyasal veya sosyal bir güç kullanma imtiyazını elde tutanlar için, gayet ciddi bir tehlike olduğu da ortada. islamcılığın yüz yılı aşkındır bayraklaştırdığı “din elden gidiyor” sloganı, işte bunu, bu güç imtiyazının elden gitme ihtimalini dile getiriyor.
Sonuçta “din elden gitmedi”. yüzyıldan fazla “Batı”nın sömürgesi olan Müslüman toplumların dini olduğu gibi kaldı. Hemen tümü en az 60-70 yıldır kendi bağımsız devletleri ile yaşıyorlar ve pek çoğunda islamcı yaklaşım şu veya bu ölçüde referans. ama hiçbiri 150 milyonu aşan nüfuslarıyla Endonezya, Pakistan, Bengladeş 100 milyona yaklaşan nüfuslarıyla türkiye, iran, Mısır bırakın Güney kore düzeyinde teknolojik /endüstriyel bir güç olabilmeyi, orta boy bir “Batılı” ülkenin üretim çapına varmayı başaramıyorlar. Hepsi de, şimdi karşılarında her bakımdan ezik kaldıkları “Batı”dan daha güçlü oldukları zamanların propagandasıyla yeniden aynı güç düzeyine varmanın hayalini kuran kadrolarca yönetilmelerine ve artık gücün bilim ve sanayiden kaynaklandığını bilmelerine rağmen neden başaramıyorlar ve neden başarı ihtimali de ufukta görünmüyor?
Kaynak azlığı, emperyalist müdahalenin ağırlığı ve şiddeti gibi gerekçelere sığınmakla cevap verilmiş olmaz bu soruya. Bir doğal zenginliğe sahip olmayan, emperyal müdahele, işgal ve savaşların –diyelim türkiye’den- çok daha ağırlarına maruz kalmış bir Çin, G.kore ve Japonya buna rağmen başarabilmişse, Pakistan’ın değil ama Hindistan’ın geleceğin bilimsel- teknolojik odaklarından biri olacağı konuşulabiliyorsa, asıl neden bizatihi islamcılığın kendisinden kaynaklanıyor olmasın?
Bu soruya cevap verebilmek için önce şu soruya apaçık bir cevap verilmelidir: islam’ın bir din olarak korunması ve “güçlenmesinin” temel gerekleri ile islamcı denilen kadroların ve kesimin bizzat kendilerini koruma ve güçlendirme, muktedir konumuna geçme ve bunu koruma amaçlarının gerekleri örtüşmekte midir; yoksa arada bizatihi dinin içeriğini dahi tahrip eden, hatta çürüten bir uyuşmazlık, çelişki mi vardır?
Benim kanaatim, ikinci ihtimalin geçerli olduğudur. ama elbette asıl önemli olan bu sorgulamayı dinini gerçekten ciddiye alan her müslümanın yapması. Dinin –odağında ahlak ve maneviyatın olduğu- asli içeriğini kuvvetlendirme ile islam adına hükmetmek için güçlenmenin, bu gücü elde etmenin veya tutmanın aynı şey olmadığı, aradaki farkın nelere mal olduğu ta dört halife devrinden beri süregelen güç/iktidar savaşlarının sonuçları bu sorgulamayı zaten yaptırmalıydı. yakın zamana dönersek; gayet sembolik bir olay/olgu olduğu için değiniyorum: En sıkı müslüman pozu veren Suudilerin islam’ın en kutsal mekanını ne hale soktukları, beni insanlık tarihinin bir mirası adına dehşete düşürüyor da, islam’ın haysiyetinin bu küstahça çiğnenmesinin kökten bir sorgulama ve isyan dalgası yaratmamasına şaşırıyorum.
Ama aslında yadırgamıyorum demem gerekirdi. Çünkü islam dünyasının çoğunluğu açlık, sefalet, doğal felaketler ve iç savaşlarla boğuşurken, yüz binlerce insan kapağı “Diyar-ı küfr”e atmanın hayaliyle bekleşir, binlercesi bu yolda ölürken petrol rantından cebe indirdikleri muazzam servetleri “küffar” bankalarına, spor klübü hisselerine yatırabilen o Suudiler ve benzerlerine bile ses çıkaramayan bir ümmetin ve temsilcilerinin köklü bir özeleştiri ve isyanla ne işi olabilir ki?
Dinlerin özeleştirisi olamaz. ama din adına yapılanların yapanlar tarafından özeleştirisi her zaman mümkündür.Ve daha da önemlisi o eleştirilerin derinliği ve kapsamı yapanların dinlerine/inançlarına ve kendi kapasitelerine duydukları özgüven kadardır. Bu bakımdan islamcılık(lar)ın bir sorgulama zorunluluğu ile karşılaştıkları hemen her durumda, faili kendi dışlarında aramaları,ya da iç “hain”lere yüklenmeleri böylece bir de mağdurluk rantı devşirmeleri, aslında derin ve yaygın bir özgüvensizliğin kanıtıdır.
Özeleştiri kötü bir sonuçla karşılaşıldığında değil; özellikle de işler yolunda gidiyor gibi gözükürken bile yapılan, ilerde tökezlenilecek noktalar ve karşılaşılacak yeni durumların mahiyeti düşünülerek kendi yaklaşımında yapması gereken değişimleri keşfettirecek bir içe bakış tarzıdır. Dolayısıyla “şu konuda hata ettik, bu konuda yanıldık, orada kandırıldık” demek değildir. islamcılar arada bir böylesi kabullenmeler yapmak zorunda kalsalar bile içerden veya dışarıdan yapılan eleştirileri, genellikle bir saldırı, düşmanlık, aşağılama veya art niyetlilikle damgalıyorlar. Bu tavır alış, tipik bir özgüven yokluğu dışavurumudur. nitekim zihni kapasitesinin düşük olduğunu içten içe kabullenmiş birine sırf laf olsun diye bile “anlamadın galiba” diyecek olsan “bana aptal mı diyorsun yani” gibi öfke yüklü bir soruyla karşılaşabilirsin.
Yani gerçek sorunlarını konuşmak istemiyor mu?
Öyle yapıyor, bunu bu şekilde gizlemeye çalışıyor. oysa gerçek bir özgüvene sahip düşünsel akım, hareket ve toplumlar eleştiri ve özeleştiriden ürkmedikleri gibi zekice alaya alınmaktan bile hoşlanırlar. Buna mukabil, alay da taşımayan basit bir peygamber karikatürüne-ki aslında bir çizim demek gerekir-bütün bir Müslüman dünyadan gösterilen tepki ve öfkenin yoğunluğuna, şiddetine bakın. Bununla bütün dünyaya “bakın biz peygamberimize en ufak bir gölge düşürtmeyecek kadar sadığız” mesajı verdiğini zannedenler, fena halde yanılıyorlar. Dışarıdan tam aksine yorumlandı bu tepki. “Dinleri ile sıkıntıları sandığımızdan da derin galiba” diye düşünüldü. Dinine, inancına gerçekten sadık olanlar ne böylesine şiddetli tepki duyarlar, ne de inançlarına aykırı sözleri yasaklamalar, ceza tehditleri ile duyulmaz kılmaya tenezzül ederler. nitekim islam dünyasının üstünlük iddiasının gerçek temellere dayandığı, kendi medeniyetinin özgün çizgilerinin belirdiği ve dolayısıyla yüksek bir öz güvene sahip olduğu en parlak yüzyıllarında -M.S.9.ve 10.- böyleydi durum. Üç ayrı halifeliğin birbiriyle rekabet ve bazen de savaş halinde olduğu bu dönemde, bilim ve düşünce hayatı her üç parçada da gayet canlı ve renkliydi. kurtuba, kahire ve Bağdat medreselerinde öteki din adamları ile her şey tartışıldığı gibi; Hrıstiyanlığın “putperest” damgasıyla unutturmaya çalıştığı antik yunan ve Roma bilim adamlarının ve filozoflarının eserleri bu damgaya aldırış bile etmeden büyük bir saygıyla okunuyor ve inceleniyordu. o üç payitahta bizim son iki yüzyıldır Paris, londra ve new york a baktığımız gibi bakan, Hristiyan avrupa’nın parlak genç beyinlerinin çoğu en yakınlarında olan kurtuba da eğitim hayali kuruyordu.
İslamcılığın doğuşundan beri dilinden düşürmediği “islam’ın eski haşmetine yeniden kavuşması” hedefi anlatılırken, bu bahsettiğimiz yüzyıllar elbette işaret ediliyor da; nedense –ki yukarda işaret ettim- o vurguladığımız düşünsel canlılık ve renkliliği yeniden mümkün kılmaktan söz eden hiç yok.
Tam zaten onu da soracaktım. Bu iddialarla gerçekleştirilenler arasındaki mesafe nedir?
Onu geçerken söyledim. Şimdi iddianız ve gerçekleştirme düzeyi arasında bir mesafe olabilir. Fakat asıl önemli olan artık bu iddiadan vazgeçip bunu kabullenmemiz.
Siz İslamcıların bu iddialardan vazgeçtiğini mi düşünüyorsunuz?
Açıkça “vazgeçtik” denilmiyor elbette; ama, “biz bunlarla baş edemeyiz”in fazla da örtük olmayan bir kabullenilmişliği var: Bu hissediliyor epeydir.
Mesela son 30-40 yılı düşündüğümüzde İslamcılar daha önce başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünürken, simdi vaz mı geçtiler?
70’lere gelinceye kadar islamcılığın sözcüleri- genel olarak bütün dünyada- yenik, geriye düşmenin ezikliği altındaki Müslüman kitlenin suçu dine yükleme ihtimalini etkisizleştirmeye ağırlık veren savunmacı bir yaklaşım içindeydiler. En başat argümanlarından biri de, Batı-kapitalist veya sosyalist- egemenliğinin geçici olduğu, çok geçmeden ya kendi iç çatışma ve savaşları ile ya da içten çürümeyle yıkılacağı idi. Ve böylece eski kudretli hale yeniden dönüleceği anlatılıyordu kitlelere. 1960 ve 70’lerde o zamanın kapitalist ve sosyalist kamplarının her ikisinde de gayet güçlü bir iç eleştiri ve sorgulama dalgası yükselince, islamcı akımda bir moral kabarması oldu. Çünkü o eleştiri dalgası sadece rejimleri tartışmıyor; aynı zamanda her iki rejimin ortak noktalarını yani sanayileşme tutkusunu, büyüme takıntısını, tüketiciliğin teşvikini de olumsuzluyordu. Bu durum islamcı akımda “bizim yapamamakla itham edildiğimiz, bu yüzden aşağılandığımız şeyler o kadar da matah, sürdürülebilir şeyler değilmiş” duygusuna yol açtı ve ilk kez iran’da ali Şeriati gibi bazı düşünürler, o olumsuzlukları henüz yaşamamış olan Müslüman toplumlar, dünyaya bir alternatif sunabilir iddiasını dillendirdiler. Çok daha “pratik” olan türkiye islamcılığı ise fiziki/askeri güç araçları üretimine odaklanmış bir sanayileşmeye dayanarak; o zamanki lideri Erbakan’ın formüle ettiği “yüzbin tank ve top” üreterek önce islam aleminin ve ardından dünyanın liderliğine yükselmenin müjdesini veriyordu.
Ahlakiliği bütün insani faaliyet ve ilişkilerde düzenleyici bir ilke olarak kabul ediyorsak, İslamcılığın başlangıcından itibaren iddia edilegelen ‘bilimde, sanayide… güçlü/ilerdeler ama ahlaken bozuk, çürüyüş halindeler’ tezinin kadınların örtünmemesi dışında bir kanıtını duydunuz mu? Örtünmeyen, erkeklerle eşit statüde davranan kadınları derhal ‘iffetsiz’ diye damgalamayı, ne dünyanın kalanına anlatabilirsiniz; ne de bundan dolayı size sağlam ahlaklı derler.
Ne var ki 1980li yıllarda modern dünyanın içine girdiği ikinci, üçüncü, bilimsel/endüstriyel devrimler trendi, bu hayalleri rafa kaldırmayı zorunlu kıldı. Bu devrimleri gerçekleştiren toplumların harekete geçirdiği üretken, yaratıcı kapasitenin niteliksel yüksekliği ve gitgide artan etkinliği karşısında ilk sanayileşme eşiğini bile henüz atlayamamış olanların” aradığınız alternatif bende” demesi şaka bile sayılmazdı çünkü.
İslamcılığın daha mütevazi iddialarına gelince de vaziyet yine de parlak değil. Örneğin eğitim-öğrenim konusu. akP iktidarı dönemi için bu konuda yapılan bir şeyden değil iyi kötü olabilenin de tahribinden söz edilmeli bence. ama bu aslında son derece önemli faslı bir yana bırakıp konumuz olan islamcılığın sembol kurumu olan imam hatip liseleri üzerinden konuşacağım.
Bir karşılaştırma yapmak herhalde daha aydınlatıcı olur. Hristiyanlığın da modernlikle yüzyıldan fazla süren bir çatışması olduğundan söz etmiştim. Bir noktada yenileceğini sezinleyen Hristiyanlık -özel olarak katoliklik- moral –ahlaki alana çekilirken okulların bunun için en uygun dayanaklar olabileceğine karar verdi. Bunun üzerine özellikle lise ve üniversite düzeyi okullar kurdu. türkiye islamcılığı da 1960lardan beri, yani kırk yıldır her şehir merkezinde faaliyette olan i.H.l.’lerini önemli bir dayanağı olarak göregeldi.
Şimdi sonuçlara bakalım: katolik liseleri kuruldukları ülkelerin en kaliteli eğitim veren liseleri arasında sayılır. Her inançtan aile çocuklarını o liselere kaydettirmek için uğraşır. Ülkemizde olanların da öyle olduğunu zaten biliyoruz. i.H.l’lerin eğitim düzeyinin neyin göstergesidir; ortalamanın üzerine çıkarılamadığını.
Hal böyleyken islamcılıktan gelme akP iktidarı, i.H.l’rinin sayısını birkaç misli arttıran bir eğitim politikası izledi kararlılıkla. Eğitim kalitesini yükseltmeyi bir yana bırakıp aksine düşmesine aldırmayarak devam etti bu yolda. Önümüzde bilgi ve bilimin hayati önem ve belirleyiciliğinin çok daha artacağını kesin olarak bildiğimiz bir gelecek uzanıyorken, bu tutumu sürdürmek neyin göstergesidir? Bizim zihni donanım ve üretkenlik bahsinde diğerleri ile rekabet etmek ve hele daha iyi olmak gibi ne bir iddiamız ne de kapasitemiz var; elde olanı koruyabilsek bari demektir bunun anlamı.
UNICEF’in bütün ülkelerde eğitim öğretimin durum ve sonuçlarını izleyen, ölçen raporları var. onlarca yıldan beri her yıl yayınlanır. Son beş on yıldır türkiye’de seviyenin baş aşağı gittiğini gösteren gayet endişe verici rakamlar ortada. Örneğin türkiye’de orta okul-lise çağındakilerin %40 ının okuduğu türkçe metni bile anlamadığını yazıyor bu raporlar. Bu facia denilecek veri bile, islamcı kamuoyunda “nereye gidiyoruz” endişesi yaratmadı ise, bırakın dünya ölçeğini kendi ülke ölçeğinizde bile muteber bir iddianız kalmamış demektir
Şimdi- sorduğumuz soruların bir kısmını içeriğine siz değiniyorsunuz ama - şöyle bir soru soracağım. Mesela şu anda sizce siyasette İslamcılığı kim ya da kimler temsil ediyor veya temsil ediyor mu ve bu temsiliyetin başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ana mecra AkP. olduğuna göre temsil hakkı da ondadır. Farklı düşünüyor, davranıyor ve onları eleştiriyorum diyenler de var elbette, ama son on onbeş yıldır akP’ye desteğini %80 nin varlığında temsil iddiaları geçerli sayılamaz
AKP’nin başarı derecesine gelince… türkiye zaten hayli karmaşık sorunları olan bir ülkeydi. akP o sorunları çözme, en azından çözüm rotasına koyma va’d ve iddiasıyla işbaşına geldi. Bana 17 yıllık iktidarının bilançosunu özetle derseniz şunu derim: akP devraldığı sorunların hiçbirini çözemediği gibi hemen hepsini de çok daha ağırlaştırdı. Ve hatta bazılarını, mesela kürt sorununu ve eğitimi vahim noktalara sürükledi
Bu bilanço türkiye islamcılığının kendisiyle kıyaslaması gereken ülke -toplumlar dikkate alındığında- çok daha ağırlaşıyor. ancak ne var ki, kendi söyleyip kendinden başkasının kaale bile almadığı propagandaya inanmış görünmeyle yetinen kamuoyu, bu tür kıyaslamalardan özellikle kaçınıyor. Böyle olunca da örneğin “dünyanın kıskandığı” hava alanını o kıskananlardan satın aldığımız teknolojilerle yapabildiğimiz acı gerçeğini es geçerek böbürlenebiliyoruz da.
Ama bu türden propagandalar o acı gerçekleri şimdilik örtüyor gözükse de, sonuçlarıyla er geç yüzleşmemiz kaçınılmazdır. o sonuçlardan biri de sadece akP’nin değil; genel olarak islamcılığın uğradığı ağır inandırıcılık ve prestij kaybı olacak. Bunun emarelerini daha şimdi den bile görebiliyoruz. Bu kaybın bizatihi islam dininin inandırıcılık ve prestijine de sirayeti, ne ölçüde bilemeyiz ama mutlaka olacaktır.
O kayıp nereye mesela milliyetçiliği mi akacak? Yoksa bunun yerine yükselen değer mi var?
Geçici olarak mümkün elbette. ama artık mutlaka bakmamız gereken dünya ölçeğinde, genel insanlık tarihi bağlamında sorunu ele aldığımızda, milliyetçiliğin o boşluğu doldurmasının mümkünü yok. Milliyetçilik gayet yaygın olabilmesine karşılık, yalınkatlığa ve eklektik olmaya mahkum dar bir düşünüş çerçevesi sunabilir. ancak 1980’lerde başta Marksizm/sosyalizm olmak üzere geniş kapsamlı ideolojilerin-o zamanların ifadesiyle- “büyük anlatılar”ın çöküşü denilen bir sürece girildiğinde, bütün dünyada “kimlik hareketleri” yükselirken dinle birlikte milliyetçilik de payını aldı bundan. yani sadece islamcılık barındırdığı bir dizi farklı eğilimle yükselmedi. Hristiyan dünyada Evanjelik akımlar ciddi bir canlanma ve yaygınlaşma imkanı buldu, yahudi muhafazakarlığını temsil eden Hasidimler dikkat çekecek ölçüde çoğaldı.Ve bu arada bölgesel ve “mikro” milliyetçiliklerin yanı sıra, neo nazi/faşist-ırkçı hareketlerin boy gösterişine de tanık olduk.
Ama artık otuz-kırk yıldır içinden geçtiğimiz bu sürecin sona ermekte olduğunu duyurtan işaretler çoğalıyor her yerde. Birbirinden ayrı ele alınması artık mümkün olmayan bir sorunlar yığını altında olduğunu kavrama noktasına yaklaşan insanlar, tüm varoluşlarına, hayatlarına anlam ve amaç kazandıracak bir yaklaşımı aramanın eşiğindeler.
Büyük teori gerekiyor?
Gerekiyor. Ve bu da ancak ve sadece genel sol diyebileceğimiz zihniyet dünyasının içinden şekillenebilir kanımca. Bunun bildik sol formatlamalarla pek bir ilgisinin olmayacağını ama sol zihniyet dünyasının eksen değer ve ideleriyle örtüşeceğini söyleyebilirim şimdilik. 1990’larda bazı islamcı düşünürler o yaklaşımı islam’ın içinden oluşturmanın da mümkün olabileceğini söylerlerdi
Kullandı mı gerçekten İslam o imkanı?
Ortada böyle bir sonuç yok. o imkanı henüz kullanmadık diyebilirsiniz elbette. ama imkan önünüzde idi. olmadı veya oldurulamadı.
Bu tecrübe İslam’ın hanesine yazılan eksi, bu tecrübe böyle geçecek diyorsunuz.
Evet.
İslamcılığın ürettiği dil ve söylem sizce nasıl bir dünya öneriyor? İnsanların özlemini duyduğu bir dünya var. Bu dünya içerisinde bir şeyler düşünüyoruz, biraz da tasavvur ediyoruz, hayal ediyoruz ama mevcut dil ve söylem bize nasıl bir dünya öneriyor?
Bunun tarifini yapmak bana düşmez Ben ve benim gibiler islamcıların söz ve davranışları ile zihnimde oluşan tarif hakkında konuşabilir sadece. oradan baktığımda içinde yaşamaktan tatmin olacağım bir dünya olmadığını söylerim elbette. ama dil ve söylem üzerinden konuşuyorsak, asıl üzerinde durulması gereken nokta islamcıların bu dil ve söylemle meramlarını kendileri dışındakilere etkin bir biçimde anlatıp anlatamadıklarıdır.
İslamcı dil ve söyleme bu açıdan baktığımda, birkaç önemli soru işareti görüyorum. Birincisi diğer düşünüşlerle diyaloga girmek ve gerektiğinde tartışabilmek için olmazsa olmaz derecede şart olan ortak bir referans setinin oluşmasını, islamcıların pek de önemsemez oluşları. .ikincisi ise, diğerleri ile ortak kullanılan –mesela adalet gibi- kavram ve değerlere görece farklı içerik ve kapsamlar verildiğini dikkate almayan ve dolayısıyla konuşmayı kendi düşünüş çerçevesi dışına çıkmaktan kaçınarak sürdürebilen bir tutum.
Başlıca bu iki sorunu aşmak için çaba göstermeyen, muhtemelen 90’lardan 2010’li yıllara kadar artarak süren kitlesel desteğin kendine hegemonik bir güç kazandırdığını sanan bir gururlanmanın da itkisiyle buna ihtiyaç da duymayan islamcı akım, 90’lı yılların başında gayet istekli göründüğü diyalog kanallarını peyderpey terk ederek kendi iç konuşma zeminleriyle yetinir hale geldi .
Fakat şu var ki; ne çoğunluğa yaslanmak ne de size özgü terminolojinin bazı kavram ve tanım ölçütlerinin ortak ve akademik dilde dolaşıma girmiş olması, düşünsel bir hegemonyanın yeterli şartı değildir kesinlikle. Üstelik kendi dil ve söylem çemberine kapanmak, diyalog kanallarını oluruna bırakmak, başlı başına tam tersinin yani hegemonya iddiasının terk edildiğinin en azından güçlü karinesidir.
Zaten durum da ortada. o varsayılan hegemonyayı kuran, yayan ve geliştirecek kurumlar nerede? Bilim dünyasına yön veren -diyelim Fransa örneğindeki gibi- Bir acamedia Français, Grands Ecoles, cnRS oluşturabildiniz mi? karşıtlarının bile göz atmadıkça eksiklik hissedecekleri kalıcı bir düşünce dergisinin varlığından söz edilebilir mi? Bunları geçtik, salt haber konusunda güvenilir referans payesini hak eden bir gazete veya ajans gösterebilir misiniz?
Hegemonyadan söz edenler, islamcı akP iktidarının yÖk ü kullanarak tüm üniversiteler üzerinde kurduğu tahakküm, düşünce dergileri üzerinde sallanıp duran Demokles kılıçlarını kanıt diye sıralayabilir. Fakat bunu derken o uygulamaların ülkenin bilim ve düşünce iklimini ne denli çoraklaştırdığını ve gayet ağır bir nitelik kaybına sürüklediğini görmüyor veya önemsemiyorsa konunun en can alıcı noktasının farkında bile değil demektir
Ülkelerin bilim, eğitim, araştırma ve düşünce kuruluşlarının performanslarını değerlendiren uluslar arası kurumların her yıl yayınlanan raporlarında bu son derece olumsuz gidişat açıklıkla görülebiliyor. Genel olarak islam toplumlarının ve bu arada türkiye’nin bu alana nitelikli katkı düzeyi düşüş ve azalış trendinde seyrediyor epeydir. katkıların çoğu da dışarıya göçmüş veya zorunda kalmış olanlardan. Bırakın diğerlerini, tanıdığım ve kalitelerini takdir ettiğim bazı islamcı akademisyenler bile çareyi yurtdışına gitmekte arar duruma geldiğini biliyorum.
Bir diğer önemli nokta, iktidarın bu tahakkümcü uygulamaları, islamcı çevrelerin bunları onaylaması ve tepkinin belli çevrelerle sınırlı kalışının sonucu olarak bu ülkede zaten pek de köklü olmayan bilim, sanat ve kültüre saygının da tahrip olmasıdır. Batılı toplumlarda çok değil birkaç yıl yaşamış olanlar bizimle olan farkı gayet net görmüş olmalıdırlar. oralarda sokaktaki ortalama bir kişinin “bilim adamıyım, veya yazar ya da ressamım” diyen birine hemen gösterdiği hürmet bizleri şaşırtabilir.
Topluma mal olmuş bir insan sayıyor demek ki onu.
Öyle. ama ciddi bir değer de atfediyor ayrıca. toplumun büyük çoğunluğunca benimsenmiş bir duyarlılık söz konusu burada. almanya kendisine saygısı olan bir yerde, oranın değerleri diye saydığımız kişiler bilinir. almanya’da birkaç yıl önce bir bilim dalında nobel ödülü almış kişiyi tanıyamayan birinin yüzü kızararak çevresindekilerden nasıl özür dilediğine tanık oldum örneğin. almanya, yüzü aşkın adamın nobel veya onun gibi yüksek prestijli bilim ödülü almış olduğu, bunların onlarcasının halen yaşadığı bir ülke
1-2 tane değil.
Bu kadar çok olunca hangisini bileyim diye özür dilemeyebilir ama yapmıyor bunu. nobel kazanmış olmanın hak ettiği saygıya hürmetsizlik etmemek için toplumsal kültürün, zihniyet dünyasının benimsettiği bir tutum bu. Biz de bunun karşılığı var mı? ne kadar var olduğunu akademyamızın bini aşkın mensubunun sadece barışçılık talep eden bir bildiriye imza verdikleri için mahkemeye verildikleri, işlerinden atıldıkları zaman gösterilen tepkilerde acıyla gördük.
Şüphesiz o acı manzarada toplumsal kültür ve zihniyet dünyamızda bilime önem ve değer verme ögesinin ancak laf düzeyinde, yani sözde yerleşebilmiş olmasının dışında başka bir durum yok. Bu, yurttaş olma bilinç ve sorumluluğunun zayıflığı demektir. Mesela o akademisyenlere reva görülen muameleye ilişkin olarak; bunun haksızlık, zulüm olduğunu düşünmüş ama tepkisini de göstermemiş birinin, kendi tutumunu “göstersem ne olacak, ne değişecek” diye savunmasının, bu toplumda genellikle onaylanması, normal sayılması. Bu, yurttaş olma bilinç ve sorumluluğunun zayıflığı demektir
İslamcılık sivil ve kültür alanında nasıl görüntü çizdi? Size göre siyasal alan sivil ve kültürel alanı mı temellük etti?
AKPnin iktidara gelişinin aşağı yukarı on yıl öncesinden itibaren o zamana kadar kamusal alana pek çıkmayan dindar –muhafazakar kitlenin aktifleşmesi, özellikle de kadınlarının umulmadık ölçüde dinamik bir katılım sergilemeleri, toplumumuza canlı ve verimli diyalog kanalları kazandırma imkanına açılan olumlu bir gelişmeydi.
Ne var ki, bu gelişme ve dinamizm akP iktidara yerleştikçe tavsadı ve 2010’dan beri de neredeyse söndü. Sanki o kitlesel hareket en tepesindekilere “benim işim ve işlevim seni iktidara taşıyana kadar, ondan sonrasını sen bilirsin” demiş gibi.
Bu da kolektiviteden beslenen bir şey oluyor büyük oranda.
Evet. Vekalet verilmiş ve gerisi vekalet verilenlere bırakılmış. ancak verilen yetkinin nasıl kullanıldığının denetimi, sorgulanması boyutu eksik veya zayıf. Belki de bu zayıflık devralınan biat kültüründen kaynaklanıyor. Gerçi herhangi bir islamcı “biat kurumunda biat edileni denetlememek diye bir şey yok deyip, o ünlü “aksi halde kılıçlarımızla düzeltiriz” kıssasını hatırlatabilir. ne var ki pratik böyle olmadı. islam’ın siyasal kültür ve geleneğini belirleyen o kıssa değil; ulu’l-emre itaat ilkesi oldu. Her ne kadar bütün dinlerde iktidarı elde tutanlara itaat öğütleniyor olsa da, islam’daki kadar bağlayıcı olan yok. Örneğin Hristiyanlıkta kurumsal din -kilise.- ile siyasal iktidarı iki ayrı ve özerk otorite olarak ilişkilendiren “Sezarın hakkı-isanın hakkı” ayrımı, itaati sınırlayan ve daraltan bir kapı açar. oysa Sultanlara “halife-i ruy-i zemin ünvanı vermenin gelenek olduğu bu topraklarda, emir-iktidar- sahiplerinin sınırsız ve koşulsuz itaat talep etmelerinin ve buna baş eğilmesinin kural haline gelmesi doğaldır. kaldı ki şu üzerinde konuştuğumuz dönemde, “emir sahiplerinin talebini yerine getirmek kişiyi günahı sokmaz” mealinde fetvalar veren birçok gözde din alimi de gördük. neyse; özetlersek, bütün dinlerin ve büyük düşünsel/ siyasal akımların geniş literatüründe ve deneyim mirasında farklı hatta zıt tutumlara gerekçe olabilecek unsurlar vardır. Bunların hangisinin ana mecrayı ve geleneği belirleyeceği büyük ölçüde ilk evrelerde yapılmış tercihlere bağlıdır. Sonraları eğer bu ana mecrada geleneğin çözemediği sorunlar birikir, geleneğin asli taşıyıcısı kurumlarda ciddi bir yetmezlik veya bozulma hali görülürse, başlıca iki ihtimal söz konusudur: ya ana mecranın ve geleneğin yeniden oluşmasına açılacak sancılı, çetin bir iç sorgulama, hesaplaşma sürecine girilir ya da tevillerle durumu idare edip, inancın içeriğini bulandırmak pahasına şekil şartlarına uydurulmuş eklemelerle değişim talep ve ihtiyacını yatıştırma yoluna girilir.
Hristiyanlığın 15 ve 16. yüzyıllarda karşı karşıya olduğu durumda gidilen yol ilki oldu. 17 ve 18nci yüzyılda benzer bir durumla karşılaşan islam dünyası ise, ikinci yolda yürümeye devam ediyor bence. kaldı ki başlangıcından beri devam eden, kökleşmiş bir yaklaşım, davranış tarzı bu. Radikal çözümlerden kaçınmanın kendisi başlı başına bir gelenek adeta. Hile-i Şeriye diye bir “müessese”nin bir çok alanda tıkır tıkır işlemesi bunun en bariz kanıtı.
Düşünülmeye değer bir konu olduğu için biraz daha açayım söylediğimi: Örneğin boşanma meselesi. Hristiyanlıkta kesin yasaktı. Sorun çıkınca katolikler yasakta ısrar etti, oradan kopan ortodokslar yasağı kaldırdı. Daha sonra Protestanlar her iki mezhepte de var olan papazların evlenme yasağın da kaldırdı. net tavır ve tercihler. islam’da ise gerçi evlenme yasakları yok ama boşanmayı zorlaştıran, bu amaçla da –erkeğin- boşandığı kadınla yeniden evlenmesi sorun olunca, bulunan çözüm bilindiği üzere “hülle”dir. yani tipik bir hile-i şeriye. aynı çözüm tarzı farklılığı her iki dinde de var olan faiz yasağı konusunda da görülür. Faiz sorunu ile baş edemeyen Hristiyanlık sonuçta yasağı tavsiyeye indirgeyerek gerçi geri adım atmış, ama yine de net bir tavırdır yaptığı. islam dünyasında ise sözde faiz yasağı aynen korunmuş, ama fiiliyatta faiz asırlarca normal bir alışveriş kılığına sokularak işleyip durmuştur. Örneğin; eskiden anadolu’da kumaş alışverişi kılığında faizi önceden tahsil edilerek borç veriliyordu. yıllar önce urfa’da bunun hurda bir otomobil üzerinden yapılanını gördüm.
Arabaya takla attırıyorlar.
Evet, özetle böyle. Merak ettiğim şu: Bunu yapanlar namazında niyazında insanlar. allahın emri mesabesindeki bir yasağı alışveriş görüntüsü vererek deldiği tanrının buna göz yumacağını düşünüyorsanız, bilemem onun da “demek boşuna koymuşum bu yasağı” mı diyeceğini; yoksa “benim için görüntüdür önemli olan” mı diyeceğini varsayıyorlar. Bilmiyorum ama her iki varsayımın da dini inancın kökünü gölgelediğine eminim. Şimdilerde bu yasağı delmenin “kar ortaklığı” kılıfında yeni biçimleri de devreye girdiğine ve kimse de ses etmediğine göre, demek ki bu gölge ya görülmüyor ya da rahatsız etmiyor olmadı?
Rahatsızlık yok değil ama az…
Yok olur mu? Biliyorum var ama gidişatı değiştirecek kadar değil....
Türkiye içinde İslamcılık dili nasıl bir siyaset ve sosyoloji inşa ediyor? Bunu aynı zamanda Türkiye’nin kendi içindeki dinsel, etnik ve benzeri bütün farklılıklar, bunları kapsayıcı olup olmama ve benzerleri açısından soruyorum bunu.
Müslümanların temel sorunu, insanlık tarihinin geldiği bu noktada, yani bütün toplumların homojenliğini hızla kaybedip farklı din.mezhep, inanç, miliyet, kültür ve yaşam tarzı farklı toplulukların sürekli değişen bir toplamı haline geldikleri bir devirde diğerleri ile hangi temel kural ve öncelikler dahilinde na karar vermektir. Modern çağlara gelinceye kadar bu sorunun cevabı ve çözümü basitti. Darü’l islam’da isek, kuralları koyan, kendine bazı-önemli- konu, makam ve işlevlerde imtiyazlar tanıyan Müslüman topluluktu. Darü’l Harb’de ise egemen din veya otoritenin koyduğu kurallara riayet edilirdi. aslında dünya ölçeğinde de geçerli uygulama benzerdi. ancak modernleşmenin tüm toplumlara empoze ettiği “hukuki eşitlik” normu, imtiyazlarını dini varoluş tarzlarının ve kimliklerinin adeta ayrılmaz unsuru addeden Müslümanları bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Bu ikilem hala aşılabilmiş değil. Müslümanların çoğunluğu bazı imtiyazlarından vazgeçmeyi içlerine sindirse ve hukuken eşitlik görüntüsüne razı olsa dahi, temel kuralları koyma ve uygulama otoritesini ve kimi imtiyazlarını –kılıf uydurarak da olsa- koruma “hak”kından uzaklaşmak istemiyor.
Bu güçlü isteksizlik, -Sünni veya Şii- müslümanların çoğunluk olduğu toplumlarda yaşayan her türden azınlık için çok ciddi bir endişe kaynağı. islamcı yönetimlerin “adaletli davranacağız” diye söz vermeleriyle, buna gayret etmeleriyle bile yatışamaz bir endişe bu. Mevcut iktidarın en gözde islam hukukçuları, emrindeki Diyanet işlerinin tüm yönetici kadrosu o azınlıkların “Müslümanların hassasiyetlerine uygun davranmaları” uyarısını arada bir yapmayı ihmal etmezken, aslında onlara ikinci, üçüncü sınıf yurttaş statüsündesiniz, bilin bunu ihtarını yapmış oluyor. az önce kılıf geçirerek esası gizlemenin örneklerinden bahsetmiştim. Bu da bir örneği işte.
İmtiyaza “hassasiyet” kılıfı giydirilerek, islamcılığın idealize ettiği osmanlı’nın kudretli çağında geçerli olan gayr-ı müslimlerin –sanki bir meta gibi- zımmi statüsünde,çok daha ağır vergilere ve yasaklara tabi olduğu bir sosyal düzenin zamanımıza adaptasyonundan söz edildiği,amacın bu olduğu apaçık ortada.Bu amaç orada durdukça “herkesi kucaklama sözü nün o azınlıklar açısından ne geçerliliği söz konusudur ne de inandırıcılığı.
“Hassasiyet”ten bahsetmişken küçük bir ekleme yapayım. Epey bir süre önce –her yıl oruç tutmadığı için öldürülen kişi haberleri okuduğumuz bu ülkede- oruç tutmayanlardan şikayet eden biri. t.V’da, “şimdilerde sigaralarının dumanını oruçluların yüzüne üflüyorlar” deyince şaşırdım. 70 yaşımı geçtim böyle bir şey ne gördüm ne de duydum. Etraftakilere sordum, onlar da öyle tam aksine; değil yüzüne duman üfleme, oruç tutan birinin önünde yemek yememek, su içmemek bu ülkede açık ara en yaygın ve kökleşmiş nezaket kuralıdır kanımca. olayısıyla sanırım şikayetçinin kendi oruçluyken biraz ötede sigara içilmesi “hassasiyetlerine dokunulması”na yetip artmış bile.
Belki oluyor ama marjinal denebilir…
Olabilir. ama hemen genelleştirmeye gitmek ne oluyor? Darü’l islam’da mıyız, darü’l harpte miyiz? Bunun cevabının hukuk kurallarının en belirleyici ölçütlerinden biri oluşu, zaten islam hukukunun ayırt edici özelliği. Doğuşundan çok kısa bir süre sonra, o zamana kadar bir devlet içinde yaşamamış ümmetine kendi koyduğu kurallar temelinde bir devlet kuran bir din islam. oysa Hıristiyanlık 300 yıl yeraltında yaşadıktan sonra, Roma imparatorluğu’nun evrensel geçerlilik kaygısı gözetilerek oluşturulan hukuk mirasını devralıp kendi toplumlarına uyarlamıştır. Devletinin egemenlik sahasını fetihlerle genişleten, dolayısıyla bazı yörelerde uzun süre Müslümanlığı kabul etmemiş çoğunluklar üzerinde hüküm sürmüş, islamiyette, hukukun Müslümanlara imtiyaz ve üstünlükler tanıyarak teşekkülünü anlayabiliriz. Müslüman bilincinde devlet(i)olmakla, o imtiyazların özdeş sayılmasını da.
Ama anlamak başka, kabullenmek ve buna uymak bambaşka. Müslümanlar ve onları yönlendiren islamcı akımlar bu bilinci dönüştürmemekte ısrar ederlerse, çatışmanın ağırlaşarak sürmesi de kaçınılmaz. ya da islamcılık, doğuşundaki iddialarla varış noktaları arasındaki boşluk ve çelişkiler nedeniyle inandırıcılığını ve yönlendirme gücünü büyük ölçüde kaybedecek.
Şimdi bu anlamda İslamcılık bir yıpranma süreci mi yaşıyor? Bu konuyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Yıprandığı bir gerçek, hem de ciddi ölçüde. Bu, yüzeyde pek görülmüyor olabilir ama bu akımın en donanımlı dirayeti, kadroların ya kendiliğinden geriye çekilerek ya da fiilen tasfiye edilerek yerlerini kuru hamasetten başka bir kozu olmayan, zihni donanım yoksunu veya buna aldırışsız birilerinin alışı bunun göstergesi zaten. nitekim bundan dolayı islamcılığın iktidar dili ve söyleminde korku, endişe temaları ve tehdit ifadeleri gitgide çoğaldı.
Daha otoriterler mi diyorsunuz?
Daha da otoriterleştiler. Çünkü onların Müslümanlık tasavvurunda müslümanca yaşamanın bizatihi kendinsin önem ve ağırlığı islam adına hükmetmenin yanında açık ara ikincil. yani .kendilerini güçlü ve hakim konumda görmeyi, müslümanca yaşamaktan daha önemli görüyorlar.
Günümüzün sosyal bilim literatürü, gençlere ilişkin farklılıkları tanımlamak adına X, Y ve Z kuşağı gibi çeşitli kategoriler oluşturuyor malumunuz. Bu kategorilerdeki farklılıklar üzerinden İslamcı düşüncenin seyrinin günümüz gençleri düşünüldüğünde, nasıl bir istikamete doğru yöneleceği söylenebilir? Başka bir deyişle, İslamcı Ebeveynler ve çocukları arasındaki ilişkiyi nasıl tahlil ediyorsunuz? Kuşaklararası sıhhatli bir düşünsel miras aktarımı gerçekleşebildi mi/gerçekleşebiliyor mu?
Bu konuda yeterli bilgim yok, genelleme yapamam, şunları diyebilirim ancak: insanın sorgulama yetisini önemsiyorsak, müslüman bir ailede doğan, diyelim bir imam hatip mektebine giden, çevresinde hemen her şeyin bir islami referansla yapıldığını gören çocukların zihni bu çerçeve ile sınırlanmış değil. Bu çağda zaten mümkün de değil bu. içten içe de olsa bir şekilde sorguluyorlardır etraflarında olan biteni. Ben Müslüman bir aileden geliyorum. Örneğin, hafızlık bile yaptım. Fakat kendi düşünsel evrimim, sorgulamalarım sonucunda dinle alakamı kestim. onlar için de söz konusudur bu. kaldı ki bu genç kuşaklar olağanüstü bir değişim sürecinin yaşandığı bir çağın ortasında geldiler dünyaya. Gerçi değişimin hızı durup da “ne oluyor, nereye doğru gidiyoruz” gibi kapsamlı sorular sormayı zorlaştırıyor; “ne-nasıl olmalıyım” gibi varoluşsal sorular ve cevapları gecikiyor. ama şu da oluyor ki, bu kuşaklar da bu hıza alıştılar, bize çok yadırgatıcı geliyor. ama dikkate alınmalıdır ki, her yeni kuşak-ki artık üçyıl araya deniyor-bu hıza daha kolay ve çabuk alışıyor ve hızlılık içinde hızlı düşünme yetisi gelişiyor. Dolayısıyla yakın bir gelecekte onların da bizden önceki nesillerin ve bizim de sorduğumuz, insanlığın ezeli ve ebedi varoluşsal soruları soracak ve kendilerine has cevaplar bulacaklardır.Bunu yaşadıkları toplumun çerçevesiyle sınırlanmış olarak değil, dünya ölçeğinde bir platforma katılarak yapacakları cevaplarının da bu ölçeği içereceği kuvvetle tahmin edilebilir.
Müslümanların temel sorunu, insanlık tarihinin geldiği bu noktada, yani bütün toplumların homojenliğini hızla kaybedip farklı din. mezhep, inanç, miliyet, kültür ve yaşam tarzı farklı toplulukların sürekli değişen bir toplamı haline geldikleri bir devirde diğerleri ile hangi temel kural ve öncelikler dahilinde na karar vermektir
Şu gayet özetle söylediklerimin sadece Müslüman ebeveynleri değil diğerlerini de kasar mahiyette olduğunun farkındayım. Çünkü bu konu bağlamında farklılıkların önemi pek az. ama beni türkiye toplumu ölçeğinde kaygılandıran nokta, toplumun bütün bileşenlerinde bir biçimde yaygın olan özne/yurttaş olma bilincinin kamusal sorumluluk duygusunun sığlığı ve zayıflığı. Ve bunun yetişmekte olan kuşaklara da sirayet etmesi.
.... Öğrenilmiş çaresizlik
Özne/yurttaş olma bilinci ve kamusal sorumluluk duygusu, içinde yaşanılan toplumun sorunlarının çözümüne bir biçimde katılma yükümlülüğünü gerektirir. Eğer hangi bahaneyle olursa olsun “bana ne” demek veya “uğraşsak da bir şey olmaz” bahanesine sığınmak yaygınlaşıyorsa, bu bilinç ve duygu azalıyor, köreliyor demektir. Bu ülkede öteden beri yaygın olan bu tavır son zamanlarda daha da yaygınlaştı. “Bu ülkede yaşanmaz” deyip başka ülkelere göç etme imkanı arayanlar hissedilir derecede arttı. Bunun bir nedeni ülkede durumun giderek kötüleşeceği kaygısı ise, bir diğer nedeni de başka ülkelere yerleşmenin- bol parası olanları saymamız gerekmez - özellikle kalifiye meslek ve donanıma sahip olanlar için hem kolay hem de cazip hale gelişi. nüfusları azalan veya yaşlı nüfusları artan ülkeler neredeyse davet çıkarıyorlar böylelerine.
Bunlar olurken öte yandan da çağımızın iktisadi dinamikleri özellikle yoksul ülkelerde sayıları ve oranı gittikçe artan işsiz/ “gereksiz” insan kitleleri yaratarak işliyor. o yoksul ülkeler kalifiye insanlarını kaybettikçe, durumlarını düzeltme imkan ve umutlarını da kaybedecekleri için giderek “sömürülmeye bile değmez” addedilip kendi karanlık “kader”lerine terk edilebileceklerdir.
Sırf şu yukarıda değindiğim iki trendin bileşkesinden bakıldığında, sizin “öğrenilmiş çaresizlik” dediğiniz durum ve gidişatı kökten değiştirmeye yönelik bir rotaya acilen girilmediği takdirde bizi nasıl tüyler ürpertici bir geleceğin beklediği görülür. o rotaya girilmesinin mutlak şartı ise, zihni ve fiili yaratıcılığı/üretkenliği teşvik eden ve ödüllendiren bir özgürlük ortamıdır. Bu yapılmadığı takdirde, gelecekten kaygılı insanların ve “sömürülmeye değmeyecek” nüfusun çoğaldığı ülkelerin –bazılarının şimdiden –yaşadığı felaketler kaçınılmaz olacaktır.
İslam dünyasında mevcut durum ve gidişat devam ederse, büyük çoğunluğu yoksul 200 milyonu aşmış veya aşmakta olan nüfuslarıyla Endonezya, Pakistan ve Bangladeş’in, 100 milyon Müslüman’ın yaşadığı 200 küsur milyonluk nijerya’nın son derece kanlı ve vahşi bir iç savaşa sürüklenme ihtimali az mıdır? kendi insan gücünü çağdaş dinamiklerin gerektirdiği yaratıcı/üretici niteliklerle donatamama veya gafleti böylesine korkunç bir fatura olarak çıkabilir.
O fatura da Müslümanlara mı kesiliyor?
Ne yazık ki öyle gözüküyor.
.... Ve geniş ölçekte bu küreselleşme, sürdürülebilirlik üzerinden konuşuluyor. Mevcut gelişmelerle baş edemeyecek olan -düşünce olarak- bunlara cevap üretemeyecek, yaratıcılık sergileyemeyecek kimse bu büyük ihtimalle Müslüman toplumlar olduğu için onlar gidecek diyorsunuz yani?
Evet, özetlersek böyle. Daha özgül bir sorun üzerinden devam edelim konuya: Şu göç olgusu. Çoğu Müslüman, afrika ve asya ülkelerinden avrupa’ya doğru bir göç dalgası var ve yıllardır kesintisiz, büyüyerek sürüyor.avrupa, B.M. sözleşmeleri gereği buna her hangi bir yükümlülüğüm yok” diyemiyor. ama hiç hoşnut değil ve o dalganın kendisine ulaşmaması için büyük çaba gösteriyor.
Üzerine düşeni yerine getirmesi gerekir....
Bunu B.M. sözleşmesini referans alarak söyleyebiliyoruz; din kardeşliği, milliyet ortaklığı değil söz konusu olan. insani sorunlara karşı hepimizin yükümlü olduğunu bildiren bir ilkeden hareket ediyoruz.
Geçenlerde okuduğuma göre sadece bu yıl akdeniz’de libya üzerinden avrupa’ya geçmeye çalışan 1500 kadar insan boğularak ölmüş. Bu tespit edilebilenlerin sayısı. Belki bundan da fazlasının cesedinin bulunamadığı tahmin ediliyor. korkunç bir tablo.
Sözü getirmek istediğim nokta şu: Galiba bu yüzyılda bir dünya savaşı göreceğiz, taraflar nasıl şekilleneceği, hangi imha araçlarının kullanılacağına dair tahminler yapabiliriz ama olduğu takdirde savaş sahasının işte bu, göçlerin kaynağı olan ülkeler olma ihtimali çok fazla. Bugün bahsettiğimiz vekalet savaşlarının çok daha geniş çaplısı yani.
Etkinliği çok yüksek ama mekan olarak bir yerde cereyan etmesi gerekmiyor.
Bir de Pakistanla Hindistan dahil edilirse mesela. Faturanın ödenmesi derken kasdettiğim bu aslında
Size çok teşekkür ediyoruz.
Bitti mi sorularınız?
Belki bir iki hususun yine de açılmasını isterim. Başta ifade ettiğiniz Müslüman toplumu, ana damar olarak İslamcılığı söylediniz. İslamcılık tanımını yaparken, bu bir ideoloji mi, bir eğilim mi, bir hareket mi? Yani bu ana damarı kuşatıyor mu daha doğrusu? Bunları zihnimde toparlamak açısından soruyorum; ya da bu ana damardan farklı, onun içinden çıkmış ama o ana damara da alternatif bir şey mi? ya da onu da eleştiren ideoloji veya eğilim, mezhep, teori ne derseniz, öyle mi tanımlıyordunuz? Biraz onu netleştirmenizi isterim. Dolayısıyla buradaki son dönemin iktidarını değerlendirirken, eleştirirken de İslamcılık, İslamcılığın iktidar deneyimi olarak bu kez nereye oturmuş oluyor? Daha açıklık kazanmış olur diye düşünüyorum.
O halde daha net bir özetleme yapayım. Şunu söyledim yani; islamcılık, Batı’nın/ modernleşmenin yükselişi karşısında geri/güçsüz konuma düşüşüne tepki olarak ortaya çıkan bir siyasal ideolojidir. yani doğrudan islamiyetin temel değer ve ilkelerine odaklanıp bunlara tekabül edecek toplumsal-siyasal düzen nasıl olmalı sorusuna cevap arıyor değildir. o, en güçlü ve kudretli konumda iken, şimdi güçsüz konuma düşmüş bir devleti yeniden o şaşaalı konuma nasıl getirebiliriz sorusuna odaklıdır. Dolayısıyla sorusunun cevabı için bir kitap gerekiyorsa, o kur’an değil; güç ve iktidar kazanmanın yollarını gösteren bir kitap olacaktır bu. Bu bakımdan aslında islamcılık akımına “islami” sıfatını bile vermemek gerekir.
Nitekim o kavrama da karşı çıkanlar var.
Bence haklılar. ama bunu söylemek islamcı akım(lar)ın islam dünyasını, toplumlarını-hele iktidarda iseler- temsil ettiği gerçeğini değiştirmez.
Öyle okumak gerekir en azından.
Aynı şekilde, akP’nin yaptıklarına ciddi itirazları olanlar da, “islamcılığı muaf tutun” diyemezler bu noktada. temsil onları da kapsayan bir şeydir. Müslüman çoğunluğun karar ve tercihidir akP nihayetinde. Bu bakımdan sonucu ne olursa olsun, ister istemez fatura herkese kesilecek. Örneğin ihsan Eliaçık istediği kadar “en erken ve en çok biz itiraz ettik” desin, olumsuz sonucun gölgesi onların üzerine de düşecek.
Doğası gereği işin.
Çok teşekkür ediyoruz.