Teslimiyet Bağlamında Kölelik ve Kölecilik Kavramlarının Analizi
Sayı:1 / Özgürlük ve Teslimiyet - Dosya
Ayşe Yaşar Ümütlü
Varlık tasavvurundaki insana egoist, çıkarcı ve antagonisttik varlık yaklaşımları, böyle bir varlığı zoraki biçimlendirme hakkını bir takım sınıf ve kurumlara vermenin haklılanabileceği mahiyetinde algılamaktan kurtaramamıştır.
Kavramlar üzerinden yapılan bir düşünsel eylem ne kadar gerekli, yerinde ya da güçlü olabilir? Bunu gerçekleştirebilme iddiası taşıyan, ilmi disiplinlerin anası felsefe; kavram üretme merkezidir. Bu mekanik düşünce eyleminin dinamosu kaçınılmaz olarak kavramlardır. Düşünce tarihi boyunca kavramlar ve sözcüklerin önemine dair filozofların pek çoğu farklı açılardan mühim vurgularda bulunmuşlardır. Kavramların bütünü temsil eden bir niteliğe sahip olduğu yaygın bir kanıdır. Özellikle felsefe tarihi alt dalları olan ahlak, değerler ve siyaset felsefesi söz konusu olduğunda kavramlardan sistemler üretilir. Siyaset felsefesi açısından önemli bir netice doğuran bu tavır pekçok düşünürün sistemini kurmasında mihenk noktası olmuştur. Tarihi misallerden biri olarak, insanlık düşünce tarihinin önemli düşünürlerinden Konfüçyüs’e sorarlar: “- Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu? Şöyle karşılık verir: - Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Sonra, dinleyenlerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam eder: - Dil kusurlu olursa sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz; düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz; ödevler gereği gibi yapılamazsa töre ve kültür bozulur; töre ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar; adalet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Işte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir”,der. Bu ve benzeri kanıları destekleyen düşünürlerde varlık ve düşünmenin bir olduğu yaklaşımı hâkimdir. Özellikle tarihsel deter
‘‘Elbette bu tavır evrensel, nesnel ve genel geçer bir epistemolojik yaklaşımın genel çıkarımı olarak zorunlu bir neticedir. Fakat çeşitli toplumlarda felsefi sistemlerin kavramsallaştırmaları farklılık arz eden bir yapı ortaya koyar. Bu rölativitenin yani göreceli alanın hiçbir şekilde tanınmaması ya da yok sayılması çağımız medeniyetlerinin önemli bir problemidir.’’
minizm teorilerinde hâkim olan, kavramların bütünü temsil ettiği görüşü, dünya tarihini, bütün kuvvetlerin merkezde toplandığı bir yapı olarak görür. Kavramlar bu yapının içinde önemli inşa unsurlarıdır. Bu yaklaşım felsefe tarihindeki misallerden sadece biridir. Bu yazıda siyaset felsefesi açısından kavramların ve ilkelerin sistemlere nasıl yerleştirildiklerine kısacadeğinilerek “kölelik” ve “kölecilik” kavramlarının medeniyetlere yansımaları kıyaslanacaktır. Bu bağlamda aksiyoloji dallarında özgürlük kavramı odak noktasıdır; içeriğini nasıl belirleyebileceği ahlak alt dalının; üzerine inşa edeceğiniz politik sistem ve ideoloji dönüşümleri de siyaset felsefesinin uğraşıdır. Odak nokta özgürlük kavramı olunca, kölelik ve kölecilik kavramları zıt ya da ilintisel kabul edilir.
Elbette bu tavır evrensel, nesnel ve genel geçer bir epistemolojik yaklaşımın genel çıkarımı olarak zorunlu bir neticedir. Fakat çeşitli toplumlarda felsefi sistemlerin kavramsallaştırmaları farklılık arz eden bir yapı ortaya koyar. Bu rölativitenin yani göreceli alanın hiçbir şekilde tanınmaması ya da yok sayılması çağımız medeniyetlerinin önemli bir problemidir. Apriori kabulleri varlık ve epistemoloji, ahlak üçlemesi üzerinden geliştirdikleri kavramların mahiyetlerine baktığımız zaman, kavramsal hegemonyadan kurtuluşun kırılma noktası olarak belirecektir. Hâliyle içerik belirlemede evrensel dille ve dolayısıyla yasalarla uzlaştırılamayan kavramlar, nesnel akıl ya da insanlığın ortak aklı diyebileceğimiz alanda söz sahibi olması güçleşir. Kısaca kavramların içeriğini gerekçelendirirken; makul, mantıklı, kabul edilebilir kılmak yani ikna etmek aslında kavram kurucu olmak, sistem inşa eden olmak demektir.
‘‘Sadece batılı değil, doğu toplumlarında da köleciliğin tekrar insanlığın yüzleştiği bir sorun haline gelmesi, “insan”ı varlık olarak tanımlama problemlerinin kaçınılmaz sonucudur.’’
Bu açıklamadan sonra,“Kölelik kavramı nasıl tanımlanabilir?” sorusunu irdeleyebiliriz. Kölelik, bir kimsenin bir başka kişinin malı, mülkü olması bağlamında batılı terimlerle zoraki ve irade dışı bir hizmet biçimi olarak tanımlandığında kölecilik de tarihi determinizmin bir neticesi olacaktır. Batı toplumları özellikle 17/18. Yüzyıldan sonra Fransız Ihtilali ve Insan Hakları bildirgeleri ile “yasa önünde eşitlik” kabulü ile köleci toplum anlayışlarından, sınıflı toplum sistemlerinden kurtulma mücadelesi vermiştir. Fakat olgusal anlamda bu toplumlarda sınıfçı anlayışın, uluslararası ilişkilerinde köleci kabullerinin aslında yıkılamadığını görürüz. Varlık tasavvurundaki insana egoist, çıkarcı ve antagonisttik varlık yaklaşımları, böyle bir varlığı zoraki biçimlendirme hakkını bir takım sınıf ve kurumlara vermenin haklılanabileceği mahiyetinde algılamaktan kurtaramamıştır. Diğerkâmlığı, toplumsal vazife bilincini kendisi geliştirebilecek bir varlık olarak hakiki bir kabul gerçekleştiremeyen sistemler, insan ve toplumu daima bir retrogration’a yani geri adıma, egoist ve köleci çıkmazlara sürükleyebilmiştir.
Liberalizmin, sosyalizmin, anarşimin ve dahi pek çok ideolojinin “birey”, “toplum” ve “devlet” kavramlarına yükledikleri mahiyet soyut yahut ütopik idealler düzeyinden realite alanında karşılıklarını bulamadıkları her yerde çıkmaza girmiştir. Alman Idealizminin temsilcileri Kant, Hegel, Fiechte gibi düşünürlerin “devleti büyük, bireyi ise daha ziyade devlet ile birlikte olabilen bir varlık” olarak algılayanları için siyasi ve etik ilkeler asla ve öylece topluma bırakılamazdı. Devletçilik teorisi güçlü filozoflara göre, ahlaki hayatın genel kuralı; sosyal hayattaki genel kurallara göre oynamaktır; bu da ancak ve ancak kurumsal düzenlemeleri rasyonel bir biçimde yapılmış bir toplumda olur. Yani güçlü bir ulusçuluk ve devletçilik ile olur. “Evrensel tarihin anahtarı” insandadır ve “Akıl, evrensel tarihte Tanrı’nın eylemidir” Kaçınılmaz olarak özellikle Hegel’de
‘‘Türk toplumu gibi evren ve tabiatı varlığın birliği, tekliği nedeni ile kutsal bulan ve olumlayan toplumlarda, üstelik başkaca hiçbir şeye itaat etmeyecek kadar asi ve savaşçı bir tarihi bulunan bir toplumda tevazuu ve gönüllü olarak itaatin adına dönüşmüştür. Söylediğimiz bağlamdaki gerekçe varlık anlayışlarındandır.’’
bu nevi kabuller, devletin bir nevi Tanrılaştırılması ile neticelenir. Öte yandan liberalizmin Bentham, J.Stuart Mill, Herbert Spencer, Hayek gibi isimlere göre ise aşırı korumacılıkla ve aşırı yasa ile bireyi değersizleştirerek büyüyen devlet, evlatlarını tembelleştiren, ahlaksızlaştıran ebeveynlerin rolünü üstlenmiş bir kurumdur. Çünkü toplumun vicdanını geliştirmesine fırsat tanımaz. Bilerek ya da bilmeyerek. Sürekli ilke, norm, yasa ve benzerini dayatmacılık ile uygulatmaya çalışmak doğal hukuk alanına yer bırakmayan bir gaddarlık biçiminde gerçekleştirilir. Dolayısıyla bu, kölecilik ve köleliğin yeni bir biçimini ortaya koymaktan başka bir şey olmayacaktır.
Peki “kölelik etmek özgürce irade edilebilir” önermesi nasıl gerekçelendirilebilir? Kadim Türk geleneklerinde, “Halka hizmet Hakk’a hizmettir”, “Mülk Allah’ındır” önermelerinde karşılığını bulduğu biçimde gerekçelendirildiği görülür. Bu yapıda birey toplumunun hizmetinde olmayı varlık anlayışındaki birlik gereğince irade etmiş, özdeşleştirmiş, kabullenmiş dolayısı ile topluma hizmet olarak arz etmeyi ve gönüllülüğü yaygın hale getirmiştir. Türk toplumu gibi evren ve tabiatı varlığın birliği, tekliği nedeni ile kutsal bulan ve olumlayan toplumlarda, üstelik başkaca hiçbir şeye itaat etmeyecek kadar asi ve savaşçı bir tarihi bulunan bir toplumda tevazuu ve gönüllü olarak itaatin adına dönüşmüştür. Söylediğimiz bağlamdaki gerekçe varlık anlayışlarındandır. Yani bütüncül bir varlık kabulü “ben de o da bir”, öteki kalmayan bir sistemdir. Islam öncesinde toprağı mülk edinmediği için sınıflı olmayan Türk toplumu, hiyerarşik anlayışını bilgi bazında gerçekleştirmiştir. Varlık ve yaşam bilgeliğine sahip olmak hiyerarşinin en üst basamağı iken, toplum, bilgiden uzaklık derecesi ile bu hiyerarşiye dahil olur. Ayrıca toplumun her bireyi toprakla mülkiyeti Hakkın bildiği
‘‘Ayrıca toplumun her bireyi toprakla mülkiyeti Hakkın bildiği için askerlik bir sınıfsal yapı olmaktan ziyade, bir ve bütün bilinen toplumun güvenliğinden herkesin eşit derecede sorumlu olmasından hareketle tüm bireyler askerdir. Bu tanım da bilinen Militarist Devlet tanımlarından farklılıklar arz eder.’’
için askerlik bir sınıfsal yapı olmaktan ziyade, bir ve bütün bilinen toplumun güvenliğinden herkesin eşit derecede sorumlu olmasından hareketle tüm bireyler askerdir. Bu tanım da bilinen Militarist Devlet tanımlarından farklılıklar arz eder. Militarist devlet yapılanmalarında daimî savaş politikası güden kabullerin aksine, gönüllü askerliği hizmet edinen bu toplumda merkezde öteki bulunmayan bir etik anlayış olduğu için aslında barış öncelenmektedir. Bunu en bariz olgusal mücadele alanın mazlum buldukları tüm toplumlar için de askeri yardım sağlamalarından örneklendirebiliriz. Paralı askerlik ya da sadece kendi toplumunun çıkarları için güvenlik sağlamak gibi bir hedef belirlenmez. Ilke mazlumun ve Hakkın yanında olmak gayesi ile mücadele etmektir. Türk toplumlarının Islam öncesi kodlarındaki “töre” anlayışının bir uzantısı olarak, Kanun-u Kadim Osmanlı’da devam etmiş, Itikad’da Maturidi iken, fıkıhta Hanefi olmayı da sırf töreyi yani bahsi geçen örfü fıkıhta yasa alanında tanımış olmasıyla süregelmiştir.
Kavram tanımları bu nedenli farklı olunca, toplum ve medeniyetlerin insanların hizmetlerinden faydalanma biçimleri de doğal olarak farklılaşacaktır. Kavram çatışması medeniyet çatışmasına dönüşmüş insanlığın birbirine öğretebileceği kadim bilgilerini tüm samimiyeti ile ortaya koyabilecek, toplumu da ikna edebilecek bilgelerle yol ve yön değiştirmesi tarihin bir gerçekliğidir. Doğa yasaları yahut mutlak düzenin temel prensibi, bireyin hürriyeti ve içgüdüsel özgür eğilimleri ile kendi gönüllü işbirliklerine zemin hazırlayan medeniyetlerde huzur bulduğudur.
Sadece batılı değil, doğu toplumlarında da köleciliğin tekrar insanlığın yüzleştiği bir sorun haline gelmesi, “insan”ı varlık olarak tanımlama problemlerinin kaçınılmaz sonucudur.