İman ve Özgürlük / M. Müctehid Şebusteri
Sayı:1 / Özgürlük ve Teslimiyet - Kitap Kritikleri
Osman Dertli
Çeviri: Abuzer Dışkaya / Mana Yayınları
Şebusteri, İman ve Özgürlük arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya Müslüman kelamcı, filozof ve mutasavvıfların imanın hakikatine dair dile getirdikleri teorileri ele alarak başlamış, bu teorilerin ortak yönlerini sıralamış, son olarak da bu teorilerin temelinde aslında özgürlüğün olduğunu açıklamaya çalışmıştır.
Orijinal adı İman ve Azadi olan ve Abuzer Dışkaya tarafından 2011 yılında Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edilen İman ve Özgürlük kitabı, Şebusteri tarafından belli dönemlerde kaleme alınan makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. 1947 yılında Doğu Azerbaycan’ın Şebuster şehrinde doğan Muhammed Müctehid Şebusteri, 1952 yılında İslami ilimler eğitimi görmek için Kum şehrine gelmiş daha sonra 1970 yılında Almanya’nın Hamburg şehrinde bulunan İslam merkezinin başına geçmiş nihayet 1979 yılında İran’a geri dönmüş ve bir dönem milletvekilliği yapmıştır. Belli dönem Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Kelam ve İslam Felsefesi dersleri okutan Şebusteri 1988 yılında “Hermenötik, Kitap ve Sünnet” adlı kitabını yayınladı. Daha sonra bu kitaptaki düşüncelerini açıklamak için “İman ve Özgürlük” “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi ve “İnsan Merkezli Bir Dini Anlayış Üzerine Düşünceler” adlı kitapları kaleme aldı.
Tanıtmaya ve kritiğini yapmaya çalışacağımız İman ve Özgürlük kitabı, İslam düşüncesinin temel kavramlarından biri olan İman ile modern Batı düşüncesinin temel kavramlarından biri olan Özgürlük kavramı arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak, imanın insan özgürlüğü esas alınmadan gerçekleşemeyeceğini temellendirmeye çalışmaktadır. Bu temellendirmeyi yaparken de kitapta yazarın vurguladığı, iman ve özgürlük arasında bir çelişkinin olmadığı aksine bu iki kavramın birbirine ihtiyaç duyduğudur. Bu tezini temellendirmek için konuları dokuz ana başlıkta ele alan Şebusteri, kitabın son bölümlerinde “Bir Müslüman Bakış Açısından Batı Meselesinin Farklı Boyutları” “İslam ve Avrupa” gibi konu başlıklarını da içeren ve okuyucuya günümüz dünyasında Müslümanlar ile Batı arasındaki dini, kültürel ve siyasi ilişkilerin nasıllığı konusunda bilgi veren eklere yer vermiştir.
Şebusteri, İman ve Özgürlük arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya Müslüman kelamcı, filozof ve mutasavvıfların imanın hakikatine dair dile getirdikleri teorileri ele alarak başlamış, bu teorilerin ortak yönlerini sıralamış, son olarak da bu teorilerin temelinde aslında özgürlüğün olduğunu açıklamaya çalışmıştır. İmanın hakikatine dair Eş’ariler’in “kalp ile tasdik, dil ile ikrar”, Mutezile’nin “insanın yükümlülüklerini yerine getirmesi”, kelamcı filozofların “varlık alemi hakkındaki felsefi bilgi” ve tasavvufçuların dile getirdiği “Allah’ın dışındaki her şeyden yüz çevirerek ona tam bir yönelme ve adanma” teorilerini her durumda insanın düşünce ve irade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak gören Şebusteri, bu dört teorinin insanın düşünce ve irade özgürlüğü olmadan tahakkuk edemeyeceğini dile getirmiştir. Örneğin, filozofların ortaya koyduğu teorinin analizi yapıldığında; felsefi bilginin diğer bütün bilgi çeşitleri gibi özgür düşünce olmadan elde edilemeyeceği gerçeğine vurgu yapan yazar, irade ve düşünce özgürlüğüne inanan birinin felsefi bilgiyi talep edeceğini, dolayısıyla gerçek anlamda felsefe yapan birinin de her türlü esaret, cebr, taklit ve otoritenin baskısından kurtulacağını ifade etmektedir.
Şebusteri kitabının ikinci bölümünde imanın hakikatine dair iki farklı bakış açısının daha olduğunu dile getirerek bunları, “mümkün tecrübeler yoluyla mutlak kuşatıcı varlığın tecrübe edilmesi” ve “Allah’ın insana yönelik hitabının tecrübe edilmesi” olarak tanımlamıştır. Bu iki iman anlayışının da, insanın düşünce ve irade özgürlüğüne dayandığını söyleyen Şebusteri, insanın düşünen varlık olduğunu, düşünmenin de sürekliliği içerisinde barındırdığını dolayısıyla bu sürekliliğin de, özgür olmanın veya özgürlüğün ta kendisi olduğunu dile getirmiştir. Başka bir ifadeyle mümkün tecrübeler aracılığıyla Allah’ın, mutlak olan kuşatıcı varlığın tecrübe edilmesi, ancak insan düşüncesinin sürekli hareket halinde olmasıyla, Allah’ı sınırlı tasavvurlara hapsetmediğinde meydana gelebilir. İnsan düşüncesinin sürekli deri değiştirerek böyle bir devinim içerisinde bulunması da düşünce özgürlüğünün ta kendisidir. Aynı şekilde ilahi hitabın tecrübe edilmesi de düşünce ve irade özgürlüğü olmadan gerçekleşemez. Bir ben ile sen ilişkisi olan Allah insan ilişkisinin devam edebilmesi ilahi hitabı tecrübe etmenin temel şartıdır. Allah ile insanın karşılıklı ilişkisinin sağlamlığı, insan düşüncesinin fikirsel dogmalardan, iç ve dış etkenlerden kurtulmasıyla mümkündür. Böyle bir düşünce ilahi hitabı duyup anlayabilir.
İman ve Özgürlük arasındaki ilişkiyi imanın anlamlarını ortaya koyarak devam ettiren yazar, imanın başka bir anlamı olan “Allah ile meczubane bir şekilde karşı karşıya gelmeyi” kitabının üçüncü bölümünde konu edinmektedir. Bu konuyu ele alırken de Şebusteri, özgürlüğün tanımında yer alması gereken insanın neyden, neye ve ne için özgürleşmesi konusunu gündeme taşır. İnsan iradesinin özgürleşmesi için iradeye baskı kuran, esaretine sebep olan iç ve dış etkenlerden sıyrılması gerektiğini dile getiren yazar, bu iç ve dış etkenlerden iradenin nasıl özgürleşeceği konusunu insanın eylemde bulunan bir varlık olmasına dayandırmaktadır. İradenin sahip olduğu özgürlük insanın yapıp etmelerinde kendini gösterecek, bu özgürlük sayesinde irade kendisinin belirlediği eylemde bulunacaktır. Yine bu bölümde Şebusteri, imanın ne olmadığından yola çıkarak imanın bir tür eyleme ve amel etmek olduğunu, bu eyleme ve amel etmenin özünün de, insanın gerçek benlik ve hakikatine ulaşabilmek için mevcut fani benliğinden vazgeçerek meczubane bir şekilde Allah’a yönelmek olduğunu ifade etmektedir. Bu imanın içerisinde güven, aşk, ümit gibi unsurların olabileceğini söyleyen Şebusteri, bu tür imanın temelinde insanın yaratıcıyla karşılaştığı anda kendi iç dünyasında oluşan heyecan, duygu ve coşku gibi dini tecrübenin olduğunu Mevlana’dan Gazali’den örnekler vererek açıklamaya çalışmıştır.
İman ve Peygamberlik başlığı altında filozof ve kelamcıların nübüvvet olgusunu nasıl ele aldıklarını inceleyen Şebusteri, kelamcı ve filozofların asıl meselesinin peygamberin nasıl bir insan olduğunu anlama çabası olarak özetlemektedir. Filozoflar nezdinde peygamber akıl, duyu ve irade yetisi en kamil insan, kelamcılar nezdinde ise Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara bildiren kişi olarak tanımlanmıştır. Ayrıca kelamcıların, peygamberliğin ispatını mucizeye indirgediklerini ifade eden yazar, daha sonra vahyin “ne”liği üzerinde durarak konuyu açmaya çalışmıştır. Yazar İbni Arabi’nin vahiy anlayışına yer vererek geleneksel vahiy anlayışını dile getirmiş ve bu anlayışı günümüzle karşılaştırmıştır. İbn Arabi’ye göre vahiy, insanda bıraktığı etki ve tesirle anlaşılır. İbni Arabi’den hareketle günümüz dünyasında da bu tarz vahiy anlayışların var olduğunu Katolik yazar Tirel ve Müslüman yazar İkbal örneklerini vererek konuyu günümüze taşır. Tirel’in vahiy anlayışının “Allah’ın ruhunun insanlara temas etmesi” olarak ifade eden Şebusteri, İkbal’in vahiy anlayışını da “dini bilginin dini tecrübeye dayandırılması” olarak açıklamaktadır. Yazar bu örneklerden hareketle, imanın bir dini tecrübe olduğunu, bu dini tecrübenin de ancak özgür düşünce ve irade ile elde edilebileceği sonucuna varmak istemiştir.
Beşinci bölümde imanın siyaset ve devletle nasıl bir ilişkisi olduğunu beş konu başlığında ele alan Şebusteri, belli sorular sorarak ve bu sorulara Müslüman dünyasında verilen cevapları ele alarak iman siyaset ilişkisini açıklamaya çalışmıştır.
- Müslümanların, siyasi eylem ve karar almayı, Kur-an ve sünnet açısından nasıl değerlendirmeleri gerekir?
- İnanan insanlar siyaset kurumu karşısında nasıl bir duruş ve tavır takınmalıdır?
- İnsanların siyaset yapması dini bir yükümlülük müdür?
Konuyu bu sorular çerçevesinde oluşturan yazar, siyaset kurumunu bir yükümlülük ya da bir hak olup olmaması çerçevesinde ele alarak bir ayrıma varmaya çalışmaktadır. Siyaset belli bir hedefe ulaşmak için bir öncül müdür ya da insanın mutlu bir yaşam sürmesi için bir eylem, bir tercih, bir hak mıdır? Bu bağlama Şebusteri, siyaset ve devleti, Müslümanlar için en önemli meselenin hangi sosyal ve siyasal şartlarda imanımızın daha iyi korunabileceği ve kendi doğal mecrasında geliştirebileceği çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini savunmaktadır.
Daha sonraki bölümde kelamın nasıl oluştuğu, amacının ve konularının ne olduğu ve bu çerçevede imanın nasıl bir süreç geçirdiği yazar tarafından incelenmektedir. Bunu yaparken de Allah’a iman etmenin ve bu imanın bu dünyada nasıl bir rol oynadığı sorusuna geleneksel kelamın cevap vermediğini dile getiren Şebusteri, geleneksel kelamın hakikat nedir? Sorusuna cevap aradığını ancak son dönemlerde oluşan yeni yaklaşımların hakikatin yanında imanın tarihi serüveni ve etkisi nedir sorusuna cevap aradıklarını ifade etmiştir. Böylece imanın insanın dünyevi hayatında faydalı mı yoksa zararlı mı olduğu meselesi, yeni kelamın önemli bir konusunu oluşturmuştur. Günümüzdeki kelamcılar dinin hak olup olmamasından çok, dinin tecrübî yönü üzerinde durmaktadır.
Şebusteri İman ve Gelenek konu başlığı altında, geleneğin Müslümanlar açısından dini ve imani hiçbir anlam taşımadığını ifade etmektedir. Çünkü İslam’da imanın özü ve varlığı; dini, tarihi ve dilsel bir geleneğin anlaşılması üzerine inşa edilmemiştir. Aksine Hristiyanlık’da imanın özü, Tanrının belirli bir zaman aralığında Hz İsa aracılığıyla insanlara zahir olup kendisinden haber vermesinden ibarettir. Kendinden haber verme olayı ona şahit olanlar tarafından imani bildirimler şeklinde sonraki nesillere aktarılmıştır. Bu aktarım dini ve tarihi bir geleneğin tahakkuk etmesi ve taşıması anlamını taşımaktadır. İslam’da ise böyle bir şey söz konusu değildir. İslam’da imanın özü Allah’la insan arasında bulunan ilişkinin her çağdaki açıklamasından ibarettir.
Yukarıda Batı’ya ait ifade edilen dini, tarihi ve dilsel geleneğe, modernite tepki olarak ortaya çıkmış ve modernite eleştirel akılla Avrupalı’ların yaşamlarını bütün boyutlarıyla kuşatmıştır. Dolayısıyla modernite ile birlikte Hristiyanlık’daki iman ve inançların taşıyıcısı olan dini, tarihsel ve dilsel geleneğin varlığı ve sürekliliği tehlikeye düşmüştür. Müslümanlıkta böyle bir gelenek olmadığı için modernite İslam’a herhangi bir karşıtlık oluşturamaz. İslam toplumunda, modernitenin motor gücünü oluşturan eleştirel aklın yerini eleştirel bir imanın alması söz konusu olabilir. Eleştirel bir iman, Müslüman’ı ve kendisine ait olanı her zaman yeniler ve kendisini canlı tutar.
İnsanlık tarihi boyunca Allah hakkında konuşulmuş, bu konuşmaların bazıları, Allah›a duyulan aşktan bahsetmiş bazıları da Allah ile insanın tecrübesi hakkında olmuştur. Bu konuşmalar doğru ve meşru yollardır. Bugün ise her türlü ortam ve şartlarda Allah hakkında konuşulabilir mi? Sorusu Şebusteri’nin 8. bölümde ele aldığı konudur. Şebusteri’ye göre bugün Allah hakkında konuşma ancak belli ortam ve şartlarda yerine getirilebilir. Bunun ilk şartı düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Yani ilk şart düşünce, ifade ve eleştiri özgürlüğüdür. ikinci olarak zamana ihtiyaç duyulmasıdır. Allah hakkında konuşmalar belli bir süre geçtikten sonra tam manasıyla anlaşılabilir. Üçüncü olarak Allah’tan bahsetmek ancak muhabbet ve sevgi ortamında gerçekleşir. Son olarak Allah’tan bahsetmek bilgi ve tecrübeyle bağlantılıdır. Bilgi ve tecrübe arttıkça Allah’tan bahsetmek kolaylaşır, diğer taraftan zorlaşır.
Değerlendirme:
Şebusteri kitabının temeline irade ve özgürlük olmadan imanın gerçekleşemeyeceği tezini koymaktadır. Yazar ele aldığı konu ile özelde İran genelde İslam dünyasında Müslümanların yaşadığı sorunlara çözüm arayışı içerisindedir. Ona göre bugün İslam dünyasında yer alan sorunların başında insan iradesinin esir alınması ve özgürlüklerini kısıtlanması yatmaktadır. Bu kısıtlama gerçek mana da imanı tecrübe etmenin önünde en büyük engeldir. İnsanın iradesi ve özgürlüğü, dolayısıyla imanı dini olarak kabul edilen örf, adet ve geleneklerle, despot, totaliter yönetimlerle bir kuşatma altındadır. Bu kuşatmadan kurtulabilmek için özgürlükler genişletilmeli insan iradesine vurulan zincirler kırılmalıdır. Böylece birey özgürleştikçe içe dönük bir tefekküre yönelecek, bu yönelim sonunda imanın hakikatine dair tecrübeler elde edecek, bu tecrübelerle kendisini ve toplumu yeniden inşa edecektir. Bu inşa etme süreci, bireysel mana da eleştirel imana sahip olarak, toplumsal mana da ise eleştirel imana sahip bireylerin siyasi eylem ve davranışlarıyla özgürlükler genişletilerek, toplumsal sorunların azaltılması ve insanların ihtiyaçlarının karşılanması ile gerçekleştirilecektir. Bu açıdan kitap iman sahibi ancak pasifleştirilmiş, sorgulamayan ve taklit üzere yaşayan Müslüman bireylere yeni bir ufuk sunması açısından önemlidir. Çünkü Allah teâla Hz. Peygamber’e göndermiş olduğu dinle cahiliye insanının düşünmeyen, tefekkür etmeyen, taassup ve tahakküm altında olan iradesini özgürleştirmek ve dönüştürmek istemişti. Vahiy insanları sorgulamaya, tefekkür etmeye ve iradeyi kuşatan zincirlerden kurtulmaya teşvik ediyordu. Bilindiği gibi cahiliye Arap toplumu bireysel ve siyasal manada özgürlüğüne düşkün, başkaları tarafından yönetilmeyi kabul etmeyen bir yapıya sahipti. Nitekim Bizans Kralı tarafından Mekke emiri olarak görevlendirilen Osman b. Hüveyris’e, başta kendi kabilesi ve Mekke halkı büyük bir tepki göstermiş ve ona ‘ Mekke’nin hür bir memleket olduğunu ve bir krala boyun eğmesinin asla söz konusu olamayacağını’ ifade etmişlerdi. Ancak özgürlüklerine bu kadar düşkün olan bir toplum fikir ve irade açısından dolayısıyla iman bakımından özgür değildi. Onların iradeleri ve iman anlayışları atalarından tevarüs eden bir din anlayışıyla şekillenmişti. Nesebine bağlılığı ve geçmişi ile övünmesiyle tanınan Arap toplumu atalarına sorgusuz ve sualsiz bağlı olduğu için iradeleri bağımsız, var olan imanları eleştirel bir iman değildi. Onların iradeleri ve imanları âdeta geçmişle kuşatılmış ve zincirlere vurulmuştu. Bu irade ve iman bireysel ve toplumsal hayata dair eleştirel bir anlayışa sahip değildi aksine geçmişi kutsayan ve taassuba varan bir bağlılık içerisindeydi. İşte ilk vahiy yani bireylerin imanı yeniden tecrübe etmeleri, onların imanları üzerinde var olan tahakkümü, esareti ortadan kaldırmış, geçmişi ve ataların dini anlayışlarını büyük bir sorgulamadan geçirmişti. Böylece var olan irade ve iman özgürleştirilmiş, sorgulayan, eleştiren bir noktaya taşınmıştır. Bu irade ve iman sayesinde bireysel ve toplumsal hayatta büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştı. Bugünde Müslüman dünyada yaşanan başta dini olmak üzere siyasi ve sosyal problemleri çözmek adına imanlarımız üzerinde var olan kuşatılmışlığı, taassubu ve tahakkümü ortadan kaldırarak vahyi yeniden saf imanla tecrübe etmek gerekmektedir. Dolayısıyla dışarıdan içe dönük bir özgürleştirme hareketi için etrafımızı kuşatan ve bize din diye sunulan örf ve adetleri, geleneği eleştirel imanla sorgulamak yerinde olacaktır. Bu açıdan Şebusteri’nin bu konuyu gündeme taşıması çok önemlidir. Ancak burada değinilmesi gereken hususlardan birisi Şebusteri’nin imanın yeniden tecrübe edilebilmesi için geçmişten tevarüs eden örf, adet ve geleneğin tamamen reddedilmesi konusudur. Şebusteri bugün İslam dünyasındaki problemlerin sebepleri arasında geleneğin olduğunu dolayısıyla bu geleneğin iman ve özgürlük için tamamen reddedilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bize göre burada esas tartışılması gereken mesele, geleneğin tamamen reddedilmesi değil, iman üzerinde tahakküm kuran geleneğin reddedilmesidir. Çünkü bugün Müslüman dünyasında gelenek üzerine inşa edilen belli dini anlayış ve ideolojilerin gerçek hakikat olarak sunulması bireylerde var olan imanı eleştirel boyuta taşımamaktadır. Kendi dini anlayışlarını dini hakikat ve inanılması gereken temel akideler olarak topluma sunan anlayışlar, eleştirel imanın üzerindeki en büyük engellerden birisidir. Bu anlayış üzerine bireyi ve toplumu inşa etme çabası, iradeye ve dolayısıyla eleştirel imana vurulmuş en büyük darbedir. Dünün, kendilerini Hums ehli olarak gören Cahiliye Dönemi Mekkelileri ile bugünün sadece kendilerini dinin sahibi gören devletler, tarikatlar ve cemaatler arasında bu mana da bir fark yoktur. Mekkeliler kendilerini herkesten daha fazla dindar görürken, dini konularda kimin neyi ne zaman ve ne kadar yapacağı noktasında karar merciinde bulunuyorlardı. Özellikle hac mevsiminde dışarıdan gelenlere tavafta ne giymeleri gerektiğine kadar müdahale eden Mekkeliler kendilerini seçkin ve dinin savunucuları olarak görüyorlardı. Bu iradeyi ve imanı kendi görüşleri çerçevesinde kuşatmadan başka bir şey değildi. Bugün de İslam dünyasında herkesin kendi doğrularını tek hakikat olarak kabul etmesi ve bunu başkalarına dayatması, parçalanmayı, sorunları ve acıları beraberinde getirmektedir. En azından İslam dininin ortaya koymuş olduğu asgari müştereklerde buluşmak yerine, gelenek ekseninde oluşturulan dini anlayışları tek doğru olarak bireye ve topluma sunmak özgür iradenin ve eleştirel imanın önündeki en büyük engellerden birisidir. Dolayısıyla bugün imanın ve iradenin özgürleşmesi için yapılması gereken, geleneğin tamamen reddedilmesi değil, geleneğin imanın ve iradenin üzerinde tahakküm unsuru olarak kullanılmasının önüne geçmeye çalışmaktır. Çünkü geleneksiz bir gelecek, geleneksiz bir kimlik, geleneksiz bir birey söz konusu olamaz.
Kitapla ilgili yapmış olduğumuz bu genel değerlendirmeden sonra konu başlıkları bağlamından özelde şu iki konuyu değerlendirmek bize göre yerinde olacaktır; “dini tecrübenin “ne”liği, nasıllığı ve kanıtlanabilirliği” ve “iman ve gelenek ilişkisi”.
Şebusteri kitabının iman ve gelenek başlığı altındaki bölümde, İslam’da imanın özü ve varlığının, dini, tarihi ve dilsel bir geleneğin anlaşılması üzerine inşa edilmediğini, Müslüman olmanın ve kalmanın şartı olarak da “geçmiştekilerin anladığı” anlamına gelen bir gelenekten beslenmeme olarak ifade etmiştir. Yazara göre evrensel bir usul veya ilke edinmek isteyen birinin dayanağı başkalarının öğretileri, anlatıları ve çıkarımları değil, kişinin kişisel tecrübesi ve bilgisi olacaktır. Her bireyin, Allah ile vahiy ile kurduğu ilişki neticesinde yani dini tecrübesi neticesinde bir din anlayışı oluşacaktır. Geleneğin, başkalarının öğretileri ve anlatıları birey için bir anlam ifade etmemektedir.
Bu düşünceye katılmamız mümkün değildir çünkü bireylerin din anlayışı, kendileri vahye direkt olarak muhatap olmuş olsa da aynı ölçüde gerçekleşemez. Vahiy herkes tarafından aynı ölçüde anlaşılamaz. Nitekim sahabe, Kur’an’ı Kerim indirilirken vahye şahit olmuş, peygamberin hayatını görmüş, onunla oturmuş ve konuşmuşlardır. Buna rağmen kendileri, vahye muhatap olduklarında bazen Kuran’ı tam anlayamamış, yani kafalarındaki sorulara cevap bulamamış, bu soruları peygambere müçtehitlere, âlim sahabeler sormuşlardır. Dolayısıyla her bireyin dini tecrübesi ve bilgisi, evrensel usul veya ilke ortaya koyamamaktadır. Bundan dolayıdır ki bazı bireyler dini hayatlarını başkalarının anlatıları ve öğretileri çerçevesinde şekillendirmek durumundadır. Yine Şebusteri, dini tecrübenin tam anlamıyla yaşanabilmesi için, düşünce ve irade özgürlüğünü etkileyen iç ve dış etkenlerden kurtulmak gerektiğini ifade etmektedir. Ancak şu bir gerçektir ki; insan belli bir çevrede doğar, yaşar ve ölür. İnsanın kişiliği, kimliği dini anlayışı yaşadığı çevrenin etkisiyle oluşur. Ayrıca birey dini tecrübeye muhatap olabilmesi için belli bir yaşa ulaşması gerekmektedir. Bu yaşa kadar ki süre içerisinde çevresi, ailesi ona bir kimlik kazandırır. Peygamber efendimizin fıtrat hadisi de bu gerçeğe işaret etmektedir. Dolayısıyla dini tecrübeyi hiçbir etki altında kalmadan elde etmek mümkün değildir. İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözü ve her bireyin verili kimliklerin ortasında doğduğu gerçeği kişinin dini anlayışının oluşmasında geleneğin, çevrenin etkisini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
İkinci olarak kitaba yönelttiğimiz eleştiri noktası da dini tecrübenin “ne”liği, nasıllığı ve kanıtlanabilirliği konusudur. Şebusteri, dini tecrübelerin, insanın Allah’ın huzurunda bulunmasından neşet etmekte olduğunu ve bunların çok ve çeşitli olduğunu ifade etmektedir. Cezb ve heybet tecrübesi, güven tecrübesi, umut tecrübesi, aşk tecrübesi vb. gibi. Şebusteri bu dini tecrübelerin bireysel olduğunu ve çağdan çağa, kişiden kişiye farklılık gösterdiğini ifade etmektedir. (s. 147-155). Bu çerçevede Şebusteri’ye şu soruları yöneltmemiz kaçınılmaz olacaktır. Bireysel olan dini tecrübenin doğruluğu nasıl ispat edilebilir? Dini tecrübenin kolektif yönü var mıdır yok mudur? Her çağda ve kişiden kişiye farklılık arz eden dini tecrübenin sabiteleri, belli bir hayat tasavvuru ve belirli kurumlar oluşturması mümkün müdür? İmanı dini tecrübe olarak ifade ettiğimizde kimin iman sahibi, kimin iman sahibi olmadığını nasıl anlayacağız? Kanaatimize göre bu tür sorulara cevap verebilmek için dini tecrübenin farklı alanlarda ortaya çıkan ifade şekillerine müracaat etmemiz gerekmektedir. Otto’nun ifadesiyle bireysel olan, tahlil edilemeyen ve kişiye özgü olan dini tecrübeyi anlamak için onun ifade şekillerine bakmamız gerekmektedir. Dini tecrübenin ifade şekilleri ise teorik (iman, metinler, kutsal kitaplar), pratik (ibadetler, muamelat) ve sosyolojik (din belli bir toplumda ve kültürel unsurların var olduğu bir alanda ortaya çıkar) olmak üzere üç değişik şekilde kendini göstermektedir. Özetle biz dini tecrübeyi ancak ifade şekillerine bakarak somutlaştırabiliriz. Aksi takdirde dini tecrübe evrensel bir usül ve ilke ortaya koyamaz.
Sonuç olarak değerlendirmeye çalıştığımız yazar Şebusteri’nin İman ve Özgürlük kitabı, özgür irade ve eleştirel iman bağlamında bugünün problemlerine çözüm önerisi sunması ve iman sahibi ancak pasifleştirilmiş, sorgulamayan ve taklit üzere yaşayan Müslüman bireylere yeni bir ufuk sunması açısından önemlidir. Ancak geleneği reddedici bir yaklaşım içerisinde olması ve dini tecrübenin “ne”liği noktasında açık ve net cevaplar sunamaması bize göre kitabın eksik noktaları olarak görülmektedir.