Niçin Bazıları Daha Eşit?
Sayı:15 / Sosyal Eşitsizlik, Varsıllık ve Yoksulluk - Dosya
Mustafa Tekin
Toplum çok geniş anlamda bir eşitsizlikler ve farklılıklar manzarası olarak karşımıza çıkmaktadır. Verili olan farklılıklar, insanlar arasındaki çeşitliliği de doğal ve işlevsel hale getirirler. Nitekim ırk, dil, renk, cinsiyet kadar sosyal sınıflar, kültürel düzey vb. birçok hususta farklılık ve eşitsizlikler söz konusudur. Bu makaledeki temel problemimiz sosyal eşitsizlikler (adaletsizlikler) olup farklılıklar değildir. Sosyal eşitsizlik kısaca bir toplumdaki kaynakların (gelirlerin, yaratılan katma değer ve girdilerin) insanlar arasında eşitsiz dağılımını anlatmaktadır. Bu bağlamda ırk, cinsiyet vb. farklar temelde farklılık bağlamında konumuzun dışında olmakla birlikte, salt bu farklılık üzerinden kurulan eşitsizlikler de problem alanımız kapsamına girmektedir.
Toplum çok geniş anlamda bir eşitsizlikler ve farklılıklar manzarası olarak karşımıza çıkmaktadır. Verili olan farklılıklar, insanlar arasındaki çeşitliliği de doğal ve işlevsel hale getirirler. Nitekim ırk, dil, renk, cinsiyet kadar sosyal sınıflar, kültürel düzey vb. birçok hususta farklılık ve eşitsizlikler söz konusudur. Bu makaledeki temel problemimiz sosyal eşitsizlikler (adaletsizlikler) olup farklılıklar değildir. Sosyal eşitsizlik kısaca bir toplumdaki kaynakların (gelirlerin, yaratılan katma değer ve girdilerin) insanlar arasında eşitsiz dağılımını anlatmaktadır. Bu bağlamda ırk, cinsiyet vb. farklar temelde farklılık bağlamında konumuzun dışında olmakla birlikte, salt bu farklılık üzerinden kurulan eşitsizlikler de problem alanımız kapsamına girmektedir.
Burada konunun özel tartışma alanını belirlemeden önce eşitlik, eşitsizlik, adalet ve farklılık kavramlarına dair bir çerçeve çizmek tartışmanın sınırlarını belirlemek ve ve daha net doneler üzerinden gitmek bağlamında anlamlı olacaktır. Yukarıda toplumlarda insanlar arasındaki farka işaret etmiştik. Kimi insanlar kadın olarak doğarken kimileri erkek, kimileri zenci, kimileri beyaz, kimileri sağlıklı kimileri de engelli olarak dünyaya gelmektedirler. Kültürün üretim sürecinde bu farklılıklara yüklenen anlamlar, farklılıklar arasındaki adil dağılımı engelleyen bir durum oluşturabilmektedir. Söz gelimi; Amerika’da zencilere karşı geliştirilen muamele, beyaz ve zenci arasındaki farklılığın bir müddet sonra zencilerin aleyhine ekonomik, sosyal, siyasal vb. mahrumiyetler şeklinde sosyal adaletsizliğe dönüştüğünü görmekteyiz.
Kur’an-ı Kerim’in bakış açısından düşünüldüğünde bu farklılıklar toplumun bir gerçekliği olarak Tanrı’nın âyetleri şeklinde görülmektedir. “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması onun âyetlerindendir.”
[1] Hatta “Allah tektir, ancak varlık âlemindeki yansıması kesrettedir” şeklinde sıkça zikredilen İslami argüman fiziki ve toplumsal düzlemdeki çeşitlilik ve farklılığa göndermede bulunmaktadır. Eşit olma durumuna tekabül eden eşitlik kavramının iki boyutunu vurgulamalıyız. Birinci boyut, toplumda yaşayan insanların her bakımdan mutlak eşitliğine göndermede bulunur ki, böyle bir şeyin gerçekliğinin olamayacağı peşinen bellidir. İkinci boyut ise, bir toplumda yaşayan insanların potansiyel olarak birbirleriyle aynı haklara sahip olmasını ifade etmektedir. Burada fertlerin hukuk karşısındaki durumları doğuştan getirdiği haklar, fırsat eşitliği gibi konularda aralarındaki eşitlik bulunması durumudur. “Bir şeyi ait olduğu yere koymak” anlamını muhtevi olan adalet, toplumdaki insanların kendi yapıp etmelerinin karşılık bulması demektir. Hakikat, hak kelimeleri ile yakın ilintiler bulunan adalet kavramı, bu bağlamda hakların yerini bulmasını ifade etmektedir.
Bu tanımsal çerçevenin ardından şöyle bir mülahaza geliştirmek mümkündür: Toplumun farklılıklardan oluşması bir gerçekliktir ve verili bir durumdur. Fakat farklılıkların birbirini ötekileştirmesi sonucu doğacak olan adaletsiz uygulama ciddi bir sorundur. Eşitlik kavramını toplumda aynı haklara ve fırsatlara sahip olmak anlamında olumlarken; sosyal eşitsizliği de bu hak ve fırsatların herhangi bir sebeple kullanılmaması, toplumsal sınıflardan birinin diğerinin aleyhine hak ve kaynak kullanımı insanca yaşam için asgari koşulların tüm insanlar için sağlanamaması durumu açısından olumsuzlamaktayız. Burada aslında adalet kavramı belirtilen tüm olumsuzlukların giderilmesi ve hakların sahiplerine verilmesi bağlamında en uygun kavram olarak görülebilir. Bu bağlamda sosyal adalet kavramının daha doğru bir kullanım olduğunu düşünmekteyiz.
Klasik literatürümüzde adaletin “bir şeyi ait olduğu yere koymak”, zıttı olan zulmün ise “bir şeyi ait olmadığı yere koymak” şeklinde tanımlandığını tekrar hatırlatalım. Adaletin eşitlikten daha kapsamlı bir kavram olmasının sebebi, herkesin toplumda kendi durumu, emeği, üretimi vb. çerçevesinde paylaşıma katılımının gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla birinin hakkı olan bir şeyi ona vermemek tanım gereği zulümdür. Bu durumda adalet kavramı, hem hukuk karşısında eşitlik, toplumda fırsat eşitliği gibi eşitsizliğe dair içerimleri hem de gelirlerin ve kaynakların farklı parametrelerin de hesap edilerek bölüştürülmesini kapsamaktadır.
Adalet kavramına vurgu yapan dinler içerisinde özelde İslam’ın yaklaşımı, gelirlerin ve kaynakların adil paylaşımı üzerinedir. Bu noktada İslam’ın topluma bir genel toplam olarak baktığını ve paylaşımı da bu mantık çerçevesinde imkan dahiline soktuğunu belirtmeliyiz. Bunun anlamı; toplum bebek, çocuk, yaşlı, engelli, çalışma gücü olmayan, yetenekleri zayıf vb. farklı insanlardan oluşmaktadır. Toplumda yaşayan herkes asgari insani yaşam koşulları ile donatılmak zorundadır ve insani olarak hizmet alımlarında yararlanmalıdır. Bu anlamda liberalizmin öngördüğü şekilde bireyci olmadığı gibi sosyalizmin savunduğu biçimde toplumcu da değildir. Dolayısıyla “birey”i ve “toplum”u kutsamadığı gibi, bireyin atılım ve kazanma güdülerini de törpülemez.
Bu genel mülahazaların ardından bugün dünya ölçeğinde kaynaklardan ve gelirlerden adil bir biçimde faydalanamamak anlamında bir sosyal adalet olgusunun kriz boyutunda olduğunu söyleyebiliriz. Doğrusu küreselleşen dünya bu krizi daha çok açığa çıkarmış ve görünür kılmıştır. Dünya ölçeğinde büyük oranda gelir dağılımı adaletsizliği başta olmak üzere insani yaşam koşulları açısından da büyük bir eşitsizlik söz konusudur. Zygmunt Bauman’ın verdiği rakamlara bakacak olursak, 1991’de dünyanın tepesindeki %20; dünyanın gayrisafi hasılasının %84.7’sini, küresel ticaretin %84.2’sini ve iç yatırımın %85’ini elinde tutarken tabandaki %20 için bu oranlar sırasıyla %1.4, 0.9 ve 0.9’du.
[2] Yine dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülke olan Hindistan’da 800 binden fazla insan günlük 20 rupiyle yaşamaktadır.
[3] Dünyanın bir yerinde insanlar açlıktan ölürken, ciddi oranda yükselen obezite çarpıklığın bir başka göstergesidir. Bu makalede biz sosyal eşitsizliği doğuran ve derinleştiren global ölçekte etkili birkaç unsuru analiz etmeye çalışacağız.
1-Sömürü:
Gerek tüm dünyada gerekse farklı bölge ve ülkelerde devam eden farklı ölçeklerde sömürüleri bilmekteyiz. Sömürü güçlü olanların herkese ait kaynakları hakkı olmaksızın manipülasyonlarla ya da güç ve baskı uygulayarak kendilerinin kullanımına açmalarıdır. Sömürüyü gerçekleştirim itibarıyla iki farklı boyutta ele alabiliriz. Bunlardan ilki son birkaç yüzyıldır devam eden coğrafi keşifler, modernleşme ile birlikte Batılı ülkelerin diğerleri üzerinde sürdürdükleri askeri, siyasi, kültürel, ekonomik tüm alanlarda devam eden sömürü. Diğeri de daha küçük ölçekte gerçekleşen emek başta olmak üzere her türlü sömürü.
Öncelikle en gelişmemişinden en gelişmişine kadar bütün toplumlarda farklı göstergeler üzerinden okunabilecek bir sömürü görünmektedir. Bazı Batılı toplumlarda asgari düzeyde bir geçim standartı ve emek ücreti belirlenip sürekli kılındığından bu ülkelerdeki bir takım iç sömürü sorunları belirgin olarak ortaya çıkmayabilir. Meselâ; Amerika Almanya, Norveç, İngiltere, Hollanda, Fransa, Japonya gibi ülkelerde gayrısafi milli hasıla dediğimiz kişi başına düşen gelir yüksek olduğu için bu ülkelerin refah payı oldukça iyidir. Özellikle Batılı ülkelerin kendi iç üretimleri, kültürleri, üniversiteleri, ihracat ve ithalat girdileri göz önüne alındığında bu refahın ülkenin iç dinamiklerini üretme anlamında karşılıklarının olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ileride bahsedeceğimiz üzere bu ülkelerin geçmişten bugüne dünyanın farklı yerlerindeki sömürgecilik faaliyetleri, hem bu ülkelerin refahını beslemekte hem de dünya ölçeğinde zayıf ülkelerin yoksulluğunu derinleştirmektedir.
Bunların dışında ekonomik açıdan zayıf, güçsüz ülke ve toplumlarda genel emek değerinin zaten son derece düşük olduğunu görmekteyiz. Bu tür ülkelerde borçluluk düzeyinin yüksekliği, kaynakların oldukça verimsiz kullanımı, planlamanın olmaması gibi sebeplerle insanlar sadece gündelik beslenmeye odaklanırlar. İş ve üretim kaynakları üretilmediği, üretilse bile bağımlılıklardan ve plansızlıktan ötürü istihdam ve verimin düştüğü bu ülkelerde emek olabildiğince ucuzlar ve değersizleşir. Dolayısıyla klasik sonuç burada da tekrar eder: “Çalışanların kazanmadığı, kazananların ise çalışmadığı bir toplum.” Hele Afrika gibi bir takım ülkelerde bu sömürü o denli yüksek boyutlara ulaşmıştır ki, hammadde kaynağı olan bu coğrafyada kimi toplumların açlıkla boğuşması söz konusudur.
Aslında tüm dünyada coğrafi keşifler ile başlayan, modernleşmenin hız kazandırdığı ve küreselleşme ile doruk noktasına ulaşan global bir sömürü düzeni hakimdir. Bilinmektedir ki, Kristof Klomb’u Hindistan’a yönlendiren ana saik bu coğrafyada hayalleri süsleyen nimetlere ve zenginliklere ulaşmaktır. Nitekim o dönemde İspanya, Portekiz, Hollanda ve İngiltere’nin artan deniz gücü siyasal, askeri, kültürel vb. desteklerle birlikte Hindistan ve çevresi (Uzak Asya) ile birlikte Afrika ve Ortadoğu’nun Batı’nın sömürge ve tasallutuna girmesini sağlamıştır. Batı dünyası bunu bir yandan askeri işgallerle gerçekleştirmiş, öte yandan antropoloji, arkeoloji, sosyoloji vb. bilimlerin lojistik desteklerini de seferber etmiştir. Öyle ki Edward Said’in
Oryantalizm’inde çok yerinde işaret edildiği üzere bir müddet sonra bu epistemolojik tasallutlar haline dönüşen bir takım bilimler, artık Batı’nın propagandasına gerek kalmadan diğerlerinin kendi zihinlerini sömürgeleştirmeleriyle sonuçlanmıştır.
Batı’nın bu tasallutu Afrika’dan milyonlarca insanın başta Amerika olmak üzere Batı’ya götürülerek köleleştirilmesiyle bir başka boyutu gözler önüne sermektedir. Amerika’da halen zencilerin sosyal adaletsizlik konusundaki mağduriyetleri devam etmektedir. Bu mağduriyetler sosyal, eğitsel, kültürel, ekonomik boyutlarıyla sosyal adaletsizliğin ne kadar derinlerde seyrettiğini bize göstermektedir.
Açık askeri işgallerle yürüyen bu sömürgeleştirme, 1940’lı 50’li yıllardan itibaren boyut değiştirmiştir. Açık işgallerden vazgeçen Batı yine askeri vesayet, çatışma, baskıyı da kullanarak dünyanın geri kalan ülkelerinde sömürülerini devam ettirmektedir. Post-kolonyal olarak adlandırılan bu süreç, bugün küreselleşme ile doruk noktasına ulaşmıştır. Yüksek sermayeli küresel aktörler, devletlerin de yardımıyla bütün dünyaya yön vermeye çalışmaktadırlar. Makalenin girişinde belirttiğimiz gelir dağılımı ve Hindistan’da verdiğimiz örnekler zaten sosyal adaletsizliğin vardığı boyutları gözler önüne sermektedir. Bu durum dünyanın geri kalan halkları için aynı zamanda eğitsel, sosyal, kültürel erişimlerin zayıflamasıdır ki, burada bir fırsat eşitliğinden bahsetmenin imkanı yoktur. Afrika’da açlık, yoksulluk, susuzluk, hastalık, diğer ülkelerde yetersiz beslenme, asgari yardım koşullarının olmaması, kimi bölgelerde savaş ve çatışmalar sömürüyü bize net bir şekilde resimleştirmektedir. Yoksullar ve zayıfların (Mustazaf) hakları olan gelirler, farklı sömürü araçlarıyla dünyanın zengin ülkeleri ve şirketlerine akmaktadır.
2-Borçlan(dır)ma:
Kavramın “borçlan(dır)ma” şeklinde kullanımı, küresel dünyada bunun bir yönetim stratejisini haline gelmesi sebebiyledir ki, Lazzarato’nun “
Borçlandırılmış İnsanın İmali” kitabının ismine göndermeleri bulunmaktadır. “Borç” insanlık tarihinde bir şekilde gündelik hayattaki yerini muhafaza etmekle birlikte, günümüzde üç önemli faktör borçlandırma stratejisini daha da belirginleştirmiştir. Bu faktörlerden ilki sömürgeleştirmenin ardından gelen fakirleşmedir. İkincisi, en temel ihtiyaçların bile borçlanmadan elde edilmemesi sebebiyle insanoğlunun temel ihtiyaçlarına erişiminin maddi olarak zorlanmasıdır. Üçüncüsü de, tüm bunların ötesine geçen tüketimdir.
Dünya ölçeğinde potansiyel olarak tüm insanlara yetecek temel ihtiyaçlar üretildiği halde, gelir dağılımında meydana gelen adaletsizlik fakirliği birçok insan için yerleşik hale getirmektedir. Bu yoksulluk açlıktan ölen insanlardan çok düşük gelirlilere kadar geçiş bir tayf ve çeşitlilik içinde fakat çok yüksek bir yüzdelikle tebellür etmektedir. Önemli sayıda insan dünyada bu zorluklarla maddi bağlamda baş edecek bir durumunda iken, bir kısmı da borçlanmaktadır. Bu tür borçlanmanın amacı temel ihtiyaçları giderebilmektir.
Bu arada modern hayatın yaygınlaşması oranında borçlanma artık eş, dost ve akraba gibi ilişkiler içinden değil, kurumsallaştırılmış biçimde bankalar aracılığıyla olmaktadır. 1970’li yıllardan itibaren bugüne kadar geçen elli seneye bakıldığında, geleneksel ilişki biçimlerinin çözülmesi oranında bankalara olan borç(lu)lar da giderek artmaktadır. Kimi zaman ihtiyaç, kimi zaman da ev ve araba kredileri şeklinde gerçekleştirilen bu borçlanma, insanların özgürlüklerini ellerinden alıp geleceklerine ipotek koyarken onu tabiri caizse sadece biyolojik bir yaşama maruz bırakmaktadır. En temel ihtiyaç olan konut ödemelerinin 10-15 yılı bulduğu düşünüldüğünde, durum daha iyi anlaşılacaktır. Bu tür borçlanmalar bir yandan satın alınan emtianın maliyeti artırması diğer yandan ihtiyaçlarına erişimin daha maliyetli olması şeklinde toplumda sosyal adaletsizliği daha da artırmaktadır.
İçinde yaşadığımız zaman diliminin aynı zamanda bir tüketim toplumunu imlemesi, tüketimin borçlandırıcı ve sosyal adaletsizliği derinleştirici etkisinin de konuşulmasını gerektirmektedir. Burada öncelikle en temel değişim dinlerin ve kadim geleneklerin ihtiyaçların sınırlı olduğu argümanına karşılık “insan ihtiyaçları sınırsızdır” şeklindeki öncül üzerinde izlenebilir. Bu durumda son kertede insanın tüm “arzu”larını ihtiyaca tahvil edebilmektedir. Günümüz postmodern tüketim toplumunun iletişim teknolojileri üzerinden gerçekleştirdiği en önemli şey “arzu”lar yaratmaktır. Dinler insanın “arzu”larının kontrol edilmesine odaklanırken, postmodern dünya tüm arzuların yerine getirilmesini önermektedir. “Her istediğini yemen israftandır”
[4] diyen bir Peygamber’in dünya ile irtibat kurma biçiminden “arzu”larınızı ertelemeyin” zihniyetine dönüşüm ile bir kere dünya ölçeğinde bütün insanların geliri yetersiz hale gelir. Bu ifadeler fakirlere sabır tavsiyesi ile gelir dağılımı adaletsizliğini örtmek üzere söylenmemektedir. Dolayısıyla tüketim de son kertede yaygın bir borçlan(dır)mayı sonuçlar ve nihayetinde sosyal adaletsizliği derinleştirir.
Kişisel düzeyde gerçekleşen bu borçlan(dır)mayı bir de ülkeler düzeyinde düşünmek gerekir. Aslında sonuçları itibarıyla ülkeler içinde aynı negatif çıktıları beraberinde getirmektedir. Özellikle “gelişmemiş” ve “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkeler yüksek maliyetlerle (faiz) borçlanmakta, giderek artan faiz yükü ise hem zengin ülkeleri daha da zenginleştirmekte hem de yoksul ülkelerde istihdam, üretim ve gelir dağılımını daha da bozmaktadır. Üstelik bugün küresel dünyada üretilen emtiaya erişimin kolaylığı, “arzu”ların kışkırtılmasıyla bir tüketim çılgınlığı ve borçluluğa dönüşmektedir. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün raporuna göre, dünyada tüm ülkelerin varlıklarının toplamı 65 trilyon dolar iken, borçlanma miktarı 272 trilyon dolar civarındadır.
[5] Borçlanmanın varlıklardan dört kat daha fazla olduğu bu durum, bir yandan insanların olmayan muhayyel gelirlerini; bir başka ifadeyle geleceklerini tükettiklerini, diğer yandan geleceğe doğru artan oranlarda borçlandıklarını göstermektedir. Üstelik küresel aktörler bu borçları bir şekilde farklı strateji ve yollarla yoksulların sırtına yüklemektedirler.
Tüm bunlar düşünüldüğünde Maurizio Lazzarato’nun “
Borçlandırılmış İnsanın İmali” isimli kitabının nasıl bir dünyayı tanımladığı ve aynı zamanda borçlan(dır)manın nasıl bir strateji haline getirildiğini görmek mümkündür. Öte yandan küresel aktörlerin ve dünyadaki zengin azınlığın farklı borçlan(dır)ma yöntemleri ile diğer ülkelerin zenginlik ve topraklarını elde ettikleri bilinmektedir. Arundhati Roy’un “
Kapitalizm: Bir Hayalet Hikayesi” isimli kitabı ise, Hindistan özelinde adaletsizliğin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik vb. görünüşlerini başarıyla sunmaktadır.
Bir Analiz:
Hiç şüphesiz sosyal adaletsizlik konusundaki analize dahil edilmesi gereken daha başka faktörler vardır. Ancak bugün sosyal adaletsizlik küresel ölçekte giderek derinleşmektedir ve bu krizi besleyen en temel üç faktör kapitalizmin kapsamlı yayılımı ile birlikte daha da sistematik hale gelen sömürü ile borçlandırma ve tüketimdir. Bir yandan gündelik gıdasını sağlamada zorlanan ve düşük ücrete mecbur edilen kitleler, diğer yanda milyar dolarlık servetleriyle küresel şirketler; bir yanda dünyanın gidişatını belirleme gibi bir hakkı kendisinde gören küresel aktörler, diğer yandan bu politika ve stratejilere zorlanan ülke ve halklar. Öyle ki geleceğin dünyasında bu dengesiz durum, “sürdürülebilirlik” kavramı altında kavileştirilmek istenmekte, burada dünyanın geri kalan devletlerine de bu dünya düzeni için rıza istemek ve üretim işlevi verilmektedir.
Daha çok ekonomik analizlere yoğunlaştığımız sosyal adaletsizlik sorunu, gerçek ekonomiye bağlı olarak siyasal, toplumsal, kültürel vb. görünümlere sahip olduğu gibi bu alanların stratejilerine de ihtiyaç duymaktadır. Söz gelimi bu dengesizlik hem ülkelerin kendi içinde hem de dünya ölçeğinde eğitimde fırsat eşitliğini de bozmaktadır. Ayrıca yaşam kalitesi, kültürel ve sanatsal araçlara ulaşma, kendini ifade etme, özgüven vb. aklımıza gelebilecek gündelik mikro alanlarda dengenin bozulmasını birlikte getirmektedir. Öte yandan iletişim araçlarının büyük desteğiyle bu dünya düzeni kültürel propaganda, siyasal baskı, toplumsal zorlamalar ile devam ettirilmeye çalışılmaktadır. En basitinden toplumların tam anlamıyla tüketim dengesinin içine girmesi doğrusu global politika ve stratejileri daha da kuvvetlendirmektedir.
İçinde bulunduğumuz bu durumda en önemli soru(n); insanı çepeçevre kuşatan bu ilişkiler ağından nasıl kurtulacağız? Anlaşılmaktadır ki, bu gidişat gezegenimizin helakine doğru gitmektedir. Küresel dünyanın devasa büyüklüğüne bakıp, ilişkiler ağını tanıyan biri olarak bunlarla baş etmenin zor olduğu söylenebilir. Gerek birey gerek toplum olarak insanların bu devasa küresel sistem karşısında bir acziyet hissine kapıldıkları doğrudur. İnsan(lık)dan eksiltilerek yükseltilen bu küresel sistemin iletişim araçları üzerinden gerçekliğin simülasyonu üzerine dayalı bir propaganda ile ayakta durduğu anlaşıldığında, sihirbazların elindeki değnekler ile Musa’nın asası arasındaki gerçeklik açısından hiç şüphesiz yeniden bir tercih olacaktır.
Kapitalist sistem “fücur” yönünü kışkırtsa da, insanın “takva”sını ortaya çıkarabilecek bir imkan her zaman vardır. İnsanlar “kendilik”lerinden çalınarak sürdürülen bu gayrıtabiiliğe ancak bir metafizikle cevap vermeleri halinde yollarının açıldığını göreceklerdir.
[2] Zygmunt Bauman, Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları, Çev. İsmail Türkmen, 2. Baskı, İst., Ayrıntı Yay., 2013, s. 86-87.
[3] Arundhati Roy, Kapitalizm: Bir Hayalet Hikâyesi, Çev. Çiçek Öztek, İst., Sel Yay., 2015, s. 58.