Prof.Dr.Ahmet Ayhan Çitil / “İnsanlık mevcut karşıtlıkları giderecek bir aşma eylemine muhtaç.”
Sayı:15 / Sosyal Eşitsizlik, Varsıllık ve Yoksulluk - Söyleşi
Süleyman Gümüş
Yetkin Düşünce, bu sayısında, insanlığın kadim meselelerinden biri olan ve esasen bir problem değil problemler bütünü olarak değerlendirilen eşitsizliği konu ediniyor. Biz de söyleşimizde, eşitsizliğin metafizik, ontolojik ve epistemolojik sorgulamasının yanında, yaşadığımız sosyal gerçekliği kuran ve yeniden üreten yönlerini, yerel ve küresel ölçekte ne gibi örüntüler oluşturduğunu, alanlarında son derece kıymetli eserlere imza atan iki isimle ele almaya çalıştık.
İlk konuğumuz, “Matematik ve Metafizik” ve “Kant Okumaları” gibi önemli eserlerinin yanında “Dini Bir Perspektiften Bilimsel ve Toplumsal Değişimin Anlamlandırılması Sorunu”, “Ahlaki Üstünlük ve ‘Biz’” gibi mantık, matematik felsefesi ve ahlak felsefesi alanındaki birçok çalışmasıyla tanıdığımız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil.
İkinci konuğumuz ise, sosyolojik teori, şarkiyatçılık, öteki, Türkiye’de toplumsal değişim, tabakalaşma ve sosyoekonomik eşitsizlik alanlarında çalışmalar yapan;
“Marx ve Weber’de Doğu Toplumları”, “Türkiye’de İş Ortaklıkları”, “Marx an Weber on Oriental Societies”, “Türkiye’de Toplumsal Değişim”, “Eurocentrism at the Margins: Encounters, Critics and Going Beyond” ve “Debates on Civilization in the Muslim World: Critical Perspectives on Islam and Modernity” adlı kitapları ve çok sayıda makalesiyle akademinin velut isimlerinden biri olan Prof. Dr. Lütfi Sunar.
“İnsanlık mevcut karşıtlıkları giderecek bir aşma eylemine muhtaç.”
Prof. Dr. Ahmet Ayhan ÇİTİL İle Söyleşi
Konuşan: Süleyman GÜMÜŞ
1. Değerli Hocam, eşitsizlik çok sık kullanılan ama anlamının kuşatılması da oldukça zor görünen bir sözcük. Eşitsizliğin aynı zamanda sosyal bir olgu olması, tartışmayı birey kavramından başlatmayı gerektiriyor gibi. Ama modern insan tasarımına denk düşen bireyden önce, metafiziksel anlamıyla bireyi konuşmaktan başlamak iyiye daha uygun diye düşünüyorum. Bu bağlamda, bireyin onto-epistemo-aksiyolojik anlamı nedir? Bu haliyle bireyler arası tözsel bir eşitsizlikten bahsetmek mümkün müdür?
Ben bir mantıkçıyım biliyorsunuz, o nedenle mantıkla başlayalım müsaade ederseniz. Mantık perspektifinden bakarsak eşitlik bir eşdeğerlik bağıntısı… Bunu bir örnek üzerinden şöyle ele alabiliriz. “Aynı” veya “özdeş” sözcüğünü iki farklı anlamda kullanıyoruz. Mesela “Ayhan ve Süleyman aynı arabayı kullanıyor” derken bu iki kişinin kullandıkları arabanın markası aynı demek istiyor olabiliriz. Buradaki “aynı” ifadesine nitel özdeşlik veya eşdeğerlik adını veriyoruz. Öte yandan tek bir araba var bu iki kişi aynı arabaya sahipler demek istiyor da olabiliriz. Burada ise “aynı” sözcüğü nicel özdeşlik veya eşitlik ifade ediyor. Eşitlik bir eşdeğerlik bağıntısı ama en küçük eşdeğerlik bağıntısı... Yani bir kümeyi bireylere bölen eşdeğerlik bağıntısına eşitlik diyoruz. Başka şekilde söylersek eğer eşdeğerlik bağıntısı kümeyi sınıflara bölüyorsa bize nitel özdeşliği, bireylere bölüyorsa nicel özdeşliği veriyor.
Nicel (veya nümerik) özdeşlik anlamında eşitliği dikkate alırsak “herhangi iki şey birbirine eşittir” diyemeyeceğimizi de fark etmemiz gerekir. Farklı adlarla anılan tek bir şeyin eşitliğinden söz edilebilir. Örneğin, birisi, beni kastederek “Ayhan Ahmet’tir” diyebilir.
Bunun söylemesi şu önermenin doğruluğunu varsayar: Ayhan ve Ahmet eşittir (nicel olarak aynıdır) ancak ve ancak Ayhan’ın sahip olduğu tüm özelliklere Ahmet, Ahmet’in sahip olduğu tüm özelliklere Ayhan sahipse. Burada karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: Farklı şeylerin eşitliğinden söz edilemez. Ama bir cihetten, belirli bir niteliği paylaşmak üzerinden eşitlikten yani eşdeğerlikten söz edebiliriz.
Öte yandan, burada karşımıza “kendisiyle aynı şeyler var mıdır?” sorusu çıkmaktadır. Yani dil bunu söyleyebilir. “Kendisiyle aynı, kendinde bir varlığa sahip bireyler vardır” diyebiliriz. Lakin bu fikri temellendirmek pek o kadar da kolay değildir. Yoksa her şey bir bütüne aidiyeti, bir kavramın altına düşürülmesi, … bakımından mı kendisiyle eşittir? Ayhan insan olduğu için mi bireydir? Ya da canlı olduğu, fiziksel bir nesne olduğu için mi? Ayhan’ın bir birey olması tüm bu kavramsal belirlenimleri aşan bir zemine sahip olabilir mi?
Dolayısıyla, eşitlik – eşitsizlik konularına dalınca iki farklı sorun grubuyla uğraşmamız gerektiğini fark etmeliyiz. İlk sorun grubunun temelinde “kendisiyle aynı düşünülen, kendindeliği olan bireyler var mıdır?” sorusu yer almaktadır. Bu soru da, birazdan üzerinde duracağımız gibi “Bireyin varlığının hakikat ve adaletle nasıl bir ilişkisi vardır?” sorusunu beraberinde getirmektedir.
İkinci grup sorun ise ilk soruya olumsuz cevap vermemizle birlikte karşımıza çıkmaktadır. Eğer kendinde bireyler var denilemiyorsa bireyler ancak bir kümeye üye olmak yahut bir bütüne ait olmak üzerinden var olabiliyorlar demektir. Durum böyleyse “eşit oluşun (yahut eşit haklara sahip oluşun) bir bütüne aidiyet üzerinden düşünülebilmesi nasıl sorunlara yol açar?” sorusunu da ele almak durumunda kalırız. Burada “sorun” ile şunu kastediyorum: Belirli bir cihetten aynı olduğu düşünülen iki farklı şeyin aynı oldukları cihet itibariyle hak ettiklerine veya aynı oldukları cihetin gerektirdiği imkanları tam olarak gerçekleştirebilmek için sahip olmaları beklenen kaynaklara eşit olarak erişim sağlayamamaları. Örneğin A ve B bireylerinin insan olmak cihetinden eşit düşünülmelerine rağmen her ikisinin insan olarak kendilerini gerçekleştirebilmek için gerekli gıdaya, eğitime ve bunun gibi şeylere eşit olarak sahip olamamaları…
Şimdi öncelikle ilk grup soruna yönelelim. Bireylerin varlığıyla hakikat ve adaletin ilişkisini kurmak çok önemli. Burada aradaki bağı şöyle ifade edebiliriz: “Adalet veya hakikat varsa birey vardır.” Neden böyledir? Birey belirli olandır. Belirli yüklemlere, bu itibarla da (eğer bireyle bir şahsı kastediyorsak) belirli haklara sahip olabilendir. Bir bireyin kendinde bir varlığından söz ediyorsak:
1. Onun kendine has yüklemleri olduğunu, bu yüklemlerin onun hakikatini ifade ettiğini;
2. O bireyin belirli haklara sahip olduğunu, onun sınırlarının ihlal edilmesinin zulümle nihayetleneceğini söylemiş oluruz.
Yüklemler bakımından konuyu ele alırsak, eğer ben bir insansam bana “insan” diyen hakikate sadık bir söz söylemiş olur. Eğer insan yükleminin kendinde bir hakikati yoksa, neye veya kime insan denileceği belirsizse benim insan olarak belirlenmiş olmamdan ve benden “insan” olarak bahsedilmesinin doğruluğundan söz edemeyiz.
Haklar bakımından konuyu ele alırsak, benim varlık hiyerarşisinde bir yerim, bir değerim varsa benimle amel eden herhangi birisinin geçmemesi gereken sınırlar var demektir. Bunların ihlali haksızlıkla ve zulümle nihayetlenir. Benzer şekilde bir bireyin kendinde bir varlığı, varlık düzeninde bir yeri olduğundan söz edilemiyorsa birey olmak bakımından vaz geçilmez (doğal) haklarımın olduğundan bahsedemeyiz.
Bu itibarla bireyin varlığının ve değerinin garantörü adaletin ve hakikatin varlığıdır. Adalet ve hakikat var olduğu sürece, bizim algılarımızdan ve kurmacalarımızdan bağımsız olarak birey vardır. Tersinden düşünürsek, eğer kendinde bireylerin var olduğu fikri hasar alırsa – ki almıştır – “kendinde bireyler yoktur” fikir öne çıkarsa bu “zaten adalet ve hakikat de yok” fikrinin benimsenmesiyle nihayetlenir. Günümüzde insan olarak düşünülen bireylerin birbirlerine (ve hatta canlı olarak düşünülen diğer bireylere) zulmü farklı biçimlerde tezahür etmekte. Hakların ihlali bugün neredeyse kanıksanmış durumda.
2. Hocam felsefe literatürüne bakıldığında Platon ve Aristoteles’in davranışlara atfettikleri anlamlarda kayda değer bir farklılıklar var. Her ne kadar söyleşi konusu bu iki önemli şahsiyet olmasa da konuyu daha iyi anlayabilmemize yardım edecektir diye düşünüyorum. Aristoteles’e göre bireyin davranışlarını toplum açısından değerli kılan ‘alışkanlık’ kavramı iken Platon’a göre mağara hakikate uygun davranmayı zorlaştırıyor. Bu kısa açıklamada bir bilgi sorunu yoksa, hangi evren daha az eşitsizlik üretmeye daha yatkındır?
Konuya bireyin varlığını neye borçlu olduğu açısından bakabiliriz.
Platon’a göre kendinde olan İdea (Tanrı) ve Bir, İyi, Güzel ve Adil gibi adlarla anılıyor. Farklı adlarla anılsa da aslında kendinde bir varlık var ve o da İdea. İdea ile bilmek üzerinden ilişki kurulursa o bize kendini İyi olarak (Hayır olarak) ifşa ediyor. Bilme çabası bir şeyin ne için var olduğu sorusunu, varlık sorusu o şeyin ne için iyi olduğu sorusunu getiriyor. Dolayısıyla bir şeyi ancak ne için var olduğunu veya ne için iyi olduğunu (işlevini) bildiğimizde biliyoruz. Bu arayışın sonu kendinde İyi ile nihayetleniyor. İdeaya aşk ve arzu üzerinden yönelirsek kendini bize Güzel olarak açıyor. Her var olan varlığını İdeaya borçlu olduğu için bir şeyin niçin var olduğu ve neden başka türlü değil de o şekilde var olduğu sorusunun cevabı da bizi Adalet olarak ideaya getiriyor. Yani Platon bize eğer bir birey varsa varlığını Bir’e borçlu olduğunu söylüyor. Bu itibarla her var olanın varlığının bir zemini var ve bu zemin itibariyle eşitler. Öte yandan İdeayı temaşa edenle etmeyenin eşit olduğundan söz edemiyoruz. Bu itibarla adalet ancak filozof bir kralın yönetiminde yasaları yapılan bir devlette tecelli edebiliyor. Burada yasayı yapan ve uygulamasını gözeten ile yasaya uyan arasında asimetrik bir durum söz konusu. Biraz “bilenle bilmeyen bir olur mu?” gibi bir durum…
Aristoteles’te ise birey kendi etkinliği ile var. Kendindeliğinden ve kendi hareket ilkesini kendisinde barındırmasından hareketle var. Birey ancak hareketinin sürekliliğinin garantörü olarak Tanrı ile bağ içerisinde... Bireylerin hep bir eksikliği, yoksunluğu var ve onu tamamlanmak üzere hareket halinde. Asıl bireyler de canlılar. Canlılar çevreleriyle etkileşimlerinde alışkanlıklar geliştirebilen varlıklar. Ancak akıl sahibi bir canlı olarak insanın kendisi olabilmesi ancak ahlaki eylem yoluyla gerçekleşebiliyor. İnsan aklını kullanarak altın ortayı bulabildiği eylemleri üzerinden kendisi – tam anlamıyla bir birey – olabiliyor ve nihai gayesi olan mutluluğa erebiliyor. Aristoteles’te insanların bir
polis içerisinde bir arada yaşamaları birey olabilmeleri için kendilerine gerekli bağlamı sağlıyor. Şehrin veya devletin yasalarının asıl amacı tüm vatandaşların bu bağlamlara erişimini kolaylaştırmak ve ençoklaştırmak. Bu itibarla tüm vatandaşlar eşitler. Öte yandan Aristoteles’in düşüncesinde asıl eşitsizlik vatandaş olanlarla olmayanlar arasında çıkıyor.
Bunların hangisi daha az eşitsizlik üretir sorusu önemli bir soru. Bir önceki sorudan hareketle Platon’un çerçevesinin İdea dolayımıyla tüm kavramsal ve türsel belirlenimleri aşacak şekilde bireylere varlıksal bir zemin sağladığını düşünebiliriz. Aristoteles’in çerçevesinde ise yine ilk soruya cevaben ifade ettiğim gibi bir bütüne mensubiyet, bir şehrin vatandaşı olmak belirleyici oluyor.
İnsanlık bugün, tüm içsel sorunlarına rağmen Aristoteles’in yaklaşımına daha yakın bir noktada duruyor. Öte yandan hukuk önünde eşitliğin ya da adil bir gelir dağılımının gerçekleştiği devlet sayısı son derece az. Yani herkesin eşit vatandaş olduğu devletlerden söz etmek çok zor. Sanki birileri hep daha “eşit” oluyor.
Bireylerin varlığının, aidiyetlerinden, mensubiyetlerinden bağımsız olarak değerli olduğu bir düzenden söz edebilmek ne ölçüde mümkündür? Sanıyorum asıl soru bununla ilgili…
3. Eşitlik ve adalet iki farklı paradigma mıdır? Fransız İhtilali ile birlikte motto olarak ortaya çıkan eşitlik nasıl bir paradigmanın içinde anlamlandırılabilir?
Bu soruyu ilk iki sorunuzdan hareketle ele alabiliriz. Fransız devrimi ile metafiziksel yahut teolojik bir perspektiften düşünülen adaletle ilişkisi üzerinden var olan birey ve hakları gidiyor, bir cumhuriyetin vatandaşı olmak üzerinden birey fikri öne çıkıyor. Yani kendinde bir bireyden artık söz edemiyoruz. Bireyler ancak bir devletin vatandaşı olarak eşit haklara sahipler. Burada Platoncu bir perspektiften Aristotelesçi perspektife kayma olduğu da düşünülebilir. Ancak durum Fransız devrimimin sınıfsal arka planı nedeniyle tam olarak böyle de değil. Çağdaş cumhuriyetlerde aristokratlardansa burjuva ve emekçi sınıflar kurucu konumda. Bir devletin birinci sınıf vatandaşı olmakla sahip olunan eşitlik son derece değerli…
Bugün dünyanın herhangi bir yerinde sokağa çıkıp “insanlar için iyi olduğunu düşündüğünüz şeyler nelerdir?” diye sorsak hemen herkesin listesinde “çağdaş, müreffeh bir hukuk devletinin eşit bir vatandaşı olmak” cevabı yer alır. Öte yandan bu eşitlik anlayışı bazı ciddi sorunları da içinde barındırıyor. Özellikle azınlıklar ve göçmenlerle ilgili konularda bu sorunlar son derece görünür hale geliyor. Bildiğiniz gibi insanlık Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan devletlerin göçe zorladığı insanların medeniyetin haklarından tüm haklardan mahrum bırakılmış kaldığı bir dönemi geçen yüzyılda yaşadı. Bunu çözebilmek için insan hakları söylemi gündeme geldi. Ya da eşitliği tesis edebilmenin ön bir koşulu olarak devletlerin tevhid-i tedrisat, asimilasyon vb. araçlarla giriştikleri türdeşleştirme girişimlerinin olumsuz etkileri bugün de varlığını sürdürüyor.
4. Bilindiği gibi Modernitenin en önemli olaylarından birisi Fransız İhtilali ve bunun temel değerlerinden birisi eşitlik. Size göre modern insan olarak bireyin eşitsizlikten kaçınma olanakları geleneksel toplum düzenine göre daha az mı yoksa daha fazla mı?
Az önce ifade ettiğim gibi müreffeh bir hukuk devletinin vatandaşı olmak bugün çok değerli. Geleneksel toplum düzenine dönüş arzusunun gerçek bir zemini yok. Ancak buradaki “müreffeh” sıfatının gerçekleşebilmesinin sermaye birikimi ile çok yakından bir ilgisi var. Sermaye birikimi yeterli düzeyde olmayan bir toplum diğer toplumlara göre daha az “eşit”; o toplumların fertleri de gelir dağılımı adaletsizlikleri nedeniyle daha az “eşit”. İnsanlık buradan bir çıkış yolunu henüz bulabilmiş değil.
5. Peki, eşitlik ile adalet hangi koşullarda birbirlerine daha eşit hale gelebilirler?
Daha önce ancak tek tek bireylerin kendisiyle eşitliğinden söz edilebileceğinden; iki farklı bireyin eşitliğinden ise ancak ortak bir özellikleri, yani birlikte ait kılındıkları bir bütün itibariyle söz edilebileceğinden bahsetmiştim. Aslında bu sorunuzun cevabı sanıyorum tam da burada yatıyor. Adil olan eşitlik herkesin biricik ve kendisi olabildiği bir eşitlik hali olabilir. İnsanların var olmak, tanınmak, kendileri olmak için bir bütünün parçası olmak zorunda kalmayabilecekleri bir eşitlik hali adalete en yakınsayan eşitliği bize verebilir. Bunun gerçekleşebilmesi güçlendirici bir eğitime, tahammüle, farklılıkların katma değer üretimine yansıyabileceği bir ekonomik sisteme ve bunun gibi pek çok önşartın sağlanabilmesine bağlı görünüyor. Ama imkânsız değil.
6. Bu ifadelerine göre adalet için, insanların ellerinden alınamaz hakları ile yetenekleri, bilgileri, eğitimleri gibi dışsal koşullarının uygun bir bütünlüğü yorumu yapabilir miyiz?
Çok güzel ifade ettiniz. İçsel ve dışsal diyebileceğimiz her iki cihetin bir araya geldiği bir noktada adalet tecelli ediyor.
7. Sayın Hocam, modern toplum inanılmaz derecede güçlü ve karmaşık hukuki düzenekle biçimlendirilmiş durumda. Ayrıca bununla eşgüdümlü olan demokratik kamusal düzen, en azıdan kuramsal olarak bireylerin failler olarak toplumda bulunmasını kolaylaştırıyor. Ama diğer taraftan eşitsizlik değişmez gündemlerden birisi olmaya devam ediyor. Size göre bu çelişkinin sebebi nedir? Bu, toplumun işlemesi ile sınırlı bir sorun mudur yoksa bunlar ilkesel sorunlardan kaynaklanan krizler midir?
Hz. Muhammed’in nübüvvetinin erken dönemde uğraştığı meselelerin pek çoğunun (temel iman konuları bir kenara bırakılırsa) eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ile ilgili olduğunu görüyoruz. Ayrımcılıkla, yoksullukla, kayıtsızlıkla mücadele eden bir peygamber portresi karşımıza çıkıyor. Çağdaş bir tabirle söylersek Hz. Muhammed’in peygamber olarak ilk ve en önemli hedefi yapısal şiddetin azaltılması ve yok edilmesi. Burada yapısal şiddetle, bireylerin kendileri olabilmelerini, kendilerini gerçekleştirebilmelerini engelleyen her türlü olumsuz unsuru kastediyorum. Örneğin yapısal şiddetin en önemli biçimlerinden birisi yoksulluk. İnsanlar bireysel olarak çok iyi, çok ince, çok nazik olabiliyorlar ancak içinde yaşadıkları ekonomik ve politik düzen eğer belirli bir işsiz kitlesinin varlığını zorunlu kılıyorsa, bu düzene uyumlu yaşamayı sürdürürken birilerine yoksulluk üzerinden yapısal bir şiddetin uygulanmasına izin vermiş oluyorlar. Bu bağlamda belki de en önemli eşitsizlik insanların yeterli bir eğitim almamaları nedeniyle beyinlerini, bilinçlerini tam anlamıyla geliştirememeleri nedeniyle karşımıza çıkıyor. Bunun sonucunda en genel anlamda bir “farkındalık fırsatı”ndan mahrum kalıyorlar. Aynı yerküreyi paylaşıyorlar ama farklı dünyalarda yaşıyorlar.
Bu tür sorunlar bireysel girişimlerle, hatta siyasete katılımla bile kolay kolay çözülemiyor. Bir peygamberden örnek vermemin nedeni de bu. İnsanların kendilerine, topluma, varlığa bakışlarını çok derinden bir biçimde dönüştürmeksizin bu tür sorunlara çözüm üretmek neredeyse imkânsız. İnsanlık en temel sorunlarından birisi olan eşitsizliği çözmek için bir türlü failleşemiyor. Farklılıkları, husumetleri, kurmacaları aşan perspektiften zulme uğrayanın durumu ile yüz yüze gelemiyor.
8. Bu durumda, modern işleyişiyle eğitimin eşitsizliklerin azaltılmasında etkili olduğunu düşünebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz. Adaletin tecellisini belki de birinci koşulu her bir bireye az önce ifade ettiğim farkındalığı kazandıracak bir eğitimin verilmesi olabilir. Bizim belki de her şeyi bir kenara bırakıp böyle bir eğitimin içeriğini ve her bir bireye nasıl ulaştırılabileceğini konuşmamız lazım.
9. Size, okuyucuya tuhaf gelecek bir soru sormak istiyorum. Sizce daha eşitlikçi bir toplum için nasıl bir metafiziksel ve fiziksel bir zeminden hareket etmek gerekiyor? Bunu sormak istiyorum çünkü Klasik Düşünce Okulu’ndaki derslerinizde metafizik-modern fizikle ilgili açıklamalarınızda güçlü normatiflikler seziliyor.
Metafizik “ne var ne yok?” sorusu kadar “insanlık kendisini varlıksal bakımdan nerede ve nasıl konumlandırmalı?” sorusu ile de ilgilenen felsefe dalının adı. Bu itibarla insanlığın belki de en önemli sorunlarından biri olan eşitsizliğin en aza indirilmesi ve ortadan kaldırılması ancak doğru bir konumlandırmayla mümkün olabilir. İnsanlık yoksulluktan ayrımcılığa, çevre felaketlerinden salgınlara devasa sorunlarla karşı karşıya. Ancak dışlayıcı olmayan bir “biz” fikrinden çok uzak görünüyor. Az önce ifade ettiğim gibi bir fail olamama sorunu yaşıyor. Ben bunun bir nedeninin yeterince kuşatıcı bir varlık anlayışına sahip olmamamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Günümüzde özgürlüğü önemseyen ama kemâl ve derinleşmeyi ihmal ve iptal eden; tarihselliği ve sermaye birikimini önemseyen ama kendindeliği ve dayanışmayı dışlayan bir anlayış hâkim. İnsanlık mevcut karşıtlıkları giderecek bir aşma eylemine muhtaç. Bu ise teleoloji ve mekaniği mezceden, Tanrı – canlı – unsur ilişkilerini farklı bir bakışla ele alan yeni bir rasyonel kozmolojiyi gerekli kılıyor. İnsanlığın neyin zulme yol açtığı konusunda bir uzlaşmaya varabilmesi, kendisini içinde bulduğu varlık sahnesinin en geniş halini tasavvur etmesiyle mümkün olabilir.
10. Tanrı – canlı – unsur ilişkilerini kısaca nasıl açıklayabiliriz hocam?
Bu soruya Aristotelesçi kozmolojinin neyi eksik bıraktığından hareketle bir cevap verebiliriz. Aristotelesçi evrende asıl bireyler canlılar. Onları kendisi kılan bir suretleri var. Aristotelesçi evrende Tanrı ile bireyin sureti arasındaki bağıntı açıklığa kavuşturulmamıştır. Tanrı sadece ilk hareket ettirici olarak evrendeki hareketin devamının garantörüdür. Benzer şekilde akılsal olmayan kuvvetlere göre hareket eden fiziksel unsurların mevcut olduğu bir mekânda, fiziksel unsurlardan mürekkep ancak suret sahibi ve akılsal kuvvetlere göre de hareket edebilen bir canlının nasıl olup da mevcut olduğu da açık değildir. Bu sorunlar modern dönemde daha da ağırlaşmıştır. Biz bu konular sanki hallolmuş gibi bir yanılsama içerisindeyiz. Bu sorunların çözümlenememiş olmasının amelî sonuçlarının da tam olarak farkına varamıyoruz. Fiziksel unsurlarla canlıların, canlılar ile Tanrının ilişkisini yeniden düşünmek durumundayız. Bunu ifade etmeye çalışıyorum.
11. Size göre postmodern felsefe adalete uygun bir eşitlik için umut vadediyor mu?
Postmodern felsefenin büyük anlatılara, tek tip düşünme biçimlerine eleştiri yöneltmesinin kıymetli bir yanı var. Ancak ister pragmatist isterse nihilist kökenleri dikkate alınsın, postmodern felsefe, “adalet” düşüncesinin altını oyması itibariyle eşitlik için çok umut vaat etmiyor. Pragmatist yaklaşımlar insanı sadece beşerî bir varlık olarak, herhangi bir canlı türünden farksız olarak ele alıyor. Hayatta kalmanın ötesinde anlam yüklenebilecek bir çaba öngörmüyor. Nihilist yaklaşımlar ise adalet de dahil değerlerin aslında birer kurmaca olduğunu düşüncesini telkin ediyor. Bu itibarla postmodern felsefe farklı düzeylerde karşımıza çıkan eşitsizlikleri olağan kabul etmemizin ve kanıksamamızın yolunu açıyor.
12. Doğuşa gelen olarak insanda telafi edilemez bir yoksunluk olmasına rağmen adil bir eşitlik hangi koşullarda kurulabilir?
Felsefe tarihi boyunca filozofların ölümsüzlüğe atıf yapmasının bir nedeni, adalete “var” demek istemeleri, ancak görünüşte adaletin bu dünyada tam olarak tecelli etmediğini fark etmeleri olmuştur. Elbette herkes dünya hayatının ötesinde bir ahiret hayatının olduğuna ve adaletin iki dünya birden dikkate alındığında tecelli edeceğine inanmak durumunda değildir. Bu bizi bu dünyada adalete yakınsama çabası ile baş başa bırakıyor. Adaleti, hakikati ve bireyler olarak adalet ve hakikatle irtibatımızı bir kez daha düşünmemiz gereken bir çağda yaşıyoruz.
13. Sayın Hocam, ayrımcılık, tam olarak neyin istismar edilmesidir?
Ayrımcılık bir bireyin kendi seçimlerinden bağımsız olarak ait görüldüğü bir bütün esas alınarak yargılanması ve kendisiyle bu esasta amel edilmesinden doğar. Bu itibarla ayrımcılık bireyin kendinde varlığının ve değerinin açık ve seçik biçimde ortaya konulamamasının istismarına dayanır.
14. Gayri ahlaki özelliklerden, uygun bir eşitliğe en çok zarar verenler hangileridir?
En çok zarar veren özellik bir başka bireyin sınırlarına, hassasiyetlerine, mahrumiyetlerine kayıtsız kalmaktır. Bu kayıtsızlık insan veya canlı olarak bireylerin kendileri olabilmek, kendilerini gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duydukları hakların veya kaynakların kendilerine sağlanamamasına ve çok vahim düzeyde bir şiddete maruz kalmalarına yol açar.