Adalet, Ahlak ve Aidiyet
Sayı:2 / Adalet ve İstikrar - Dosya
Ömer Çaha
Aristo’dan beri siyaset teorisinde adalet kavramı iki anlayış üzerinden tartışıla gelmiştir. Birisi Aristo’nun dağıtım dediği kavram üzerinden anlamını bulan ve genel olarak sol düşüncenin öngördüğü adalet anlayışı. Diğeri ise herkesin piyasa şartlarında hak ettiğini almasına işaret eden prosedürel veya hakkaniyetçi adalet anlayışı.
Aristo, adaleti “genel” ve “özel” olmak üzere iki ana kategoriye ayırır. Genel adalet, insanların birbirine karşı gözettiği bir ilke iken, özel adalet devletin vatandaşına karşı yükümlülüğünü ifade eder. Özel adaleti de “onarıcı” ve “dağıtıcı” şeklinde ikiye ayırır. Vatandaşlar birbirlerine karşı yükümlülüklerini yerine getirmedikleri veya birbirlerinin haklarına tecavüz ettikleri durumlarda, devlet haksız tarafı cezalandırmak suretiyle devreye girdiğinde onarıcı adaleti hayata geçirir. Başka bir deyişle, bozulmuş ilişkileri, yerine getirilmeyen sözleşmeleri onarır. Oysa dağıtıcı adalet, devletin, elindeki imkanları (makam, mevki, şan, şöhret vs.) dağıtması sürecinde söz konusu olan bir mekanizmadır. Devletin, dağıtım yaptığında göz önünde bulundurması gereken en temel ilke hakkaniyet ilkesidir. Yani dağıtımı hakkaniyete göre yapması gerekir.
Aristo’dan beri siyaset teorisinde adalet kavramı iki anlayış üzerinden tartışılagelmiştir. Birisi Aristo’nun dağıtım dediği kavram üzerinden anlamını bulan ve genel olarak sol düşüncenin öngördüğü adalet anlayışı. Diğeri ise herkesin piyasa şartlarında hak ettiğini almasına işaret eden prosedürel veya hakkaniyetçi adalet anlayışı. Liberal adalet anlayışı esas olarak budur. Son zamanlarda dezavantajlı grupları avantajlılarla veya azınlıktaki grupları baskın olan gruplarla sonuçta eşitlemeyi öngören bir adalet anlayışı daha siyaset teorisinde yaygın biçimde tartışılmaktadır. John Rawls’un kapsamlı biçimde tartıştığı bu adalet anlayışını bugün en yaygın biçimde feministler, kadınları erkekle eşitlemek üzere savunmaktadırlar.
Aristo, dünyayı bir bahçeye, devleti de bu bahçeyi koruyan duvara benzetir. Devlet, hukuk, egemenlik ve halka dayanır, bunun da temelinde adalet yer alır. Birbirine bağlı altı unsur Aristo felsefesinde bir tekerleme şeklinde zikredilir. İbn Haldun, adalet anlayışını anlatırken Aristo’nun bu düşüncesine atıfta bulunur. Osmanlı mütefekkirleri İbn Haldun üzerinden Aristo’dan aldıkları altı unsura iki unsur daha ilave ederek daire-i adalet dedikleri bir adalet çarkı geliştirmiştir. Adalet çarkı, birbirine karşılıklı bağlı sekiz halkadan oluşmuş ve asırlar boyunca tekerleme şeklinde söylene gelmiştir:
Dünya, duvarı devlet olan bahçedir
Devlet, hukukla yönetilen egemenliktir
Hukuk, hükümdar eliyle icra edilen yasadır
Hükümdar, orduyla ayakta kalan yöneticidir
Ordu, hazineyle oluşan teşkilattır
Hazine, halkın vergileriyle oluşan güçtür
Halk, adaletle korunabilen kullardır
Adalet, dünyayı ayakta tutan direktir “
Daire-i adaletin sekiz halkası sırasıyla dünya, devlet, hukuk, hükümdar, ordu, hazine, halk ve adalettir. Bunu bir çark şeklinde değil de, bir bina gibi düşündüğümüzde o zaman sıralama şöyle olur: Adalet, halk, hazine, ordu, hükümdar, hukuk, devlet, dünya. Demek ki, adalet sadece devletin değil, aynı zamanda dünyanın da temelini oluşturur. Adaleti çekip alırsak, onun üzerine bina edilen her şey yıkılıp yerle yeksan olur.
Bunun için “mülkün temeli adalettir” denmiştir. Çünkü mülk, yani devlet ancak adaletle ayakta kalabilir. Müslüman düşünürler öteden beri “dünya inançsız yönetilebilir, ama adaletsiz yönetilemez” anlayışını dillendirmişlerdir. İbn Sina’ya göre adil olmayan bir yöneticiye veya yönetime itaat edilmez ve rıza gösterilmez. Hatta adaletten sapmış zalim bir yönetimi başında bulunduran halka karşı savaş caiz olur. Çünkü zalim bir yönetime rıza gösteren bir halk yönetimin zulmüne ortak olmuş olur. Başka bir deyişle, zulme rıza zulümdür.
Müslümanlarda adalet, mülkün temelini oluşturagelmiştir. Adalet ilkesine göre devlet, inancına ve kimliğine bakmaksızın tabasının temel haklarını teminat altına almak zorundadır. Bu haklar can, mal, inanç, akıl ve ailedir. Onun için Müslümanların yönetimi altındaki toplumlar tarih boyunca çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli toplumlar olmuşlardır. Çünkü toplumu bu esaslar üzerinde yönetmek Müslümanların yönettiği devlete yüklenen temel bir görevdir.
Adaletin Ahlâk ve Aidiyetle İlişkisi
Adaletle ahlâk arasındaki ilişkiyi üç noktada değerlendirebiliriz: İnsanın insanla ilişkisi, devletin vatandaşıyla ilişkisi ve örgütlü grupların devletle ilişkisi. İnsanın insanla ilişkisi ahlâkî değerlerle ilgili olduğu gibi adaletle de ilişkilidir. Adalet, sadece devletin kendi vatandaşlarıyla ilişkisini belirleyen bir değer değil, aynı zamanda insanların birbiriyle ilişkisini de düzenler. Aristo’nun genel adalet dediği şey tam da budur. Kişinin, başkasına haksızlık etmemesi, başkasının haklarına tecavüz etmemesi, başkasını incitmemesi adaletin gereğidir. Bu tür davranışlar aynı zamanda ahlâkî olan davranışlardır.
Devletin veya devlet otoritesini kullanan yöneticilerin vatandaşla kurduğu ilişkide de benzer biçimde ahlâkî olanla adlî olanı el ele görürüz. Halkını kandıran, halkın rızasına dayanmadan iktidarı kullanan, halkına zulmeden, gereksiz yere barışı bozan, liyakat ilkesini göz ardı eden, halkı arasında ayrımcılık yapan, vatandaşlarını kimlik ve aidiyetlerinden dolayı mağdur eden bir yönetim ve yönetici ahlâklı değildir. Böyle bir yönetim aynı şekilde adaletli bir yönetim de değildir.
Yine örgütlü toplulukların (sivil toplum örgütleri) devletle kurduğu ilişki biçiminde de ahlâkla adalet el ele gider. Devletin elinde yoğunlaşan kaynakları sosyal bir güç veya baskı mekanizması olarak lobi, şantaj, protesto, gösteri gibi etkinlikler yoluyla transfer etmek gayri ahlâkîdir. Benzer biçimde, hak edilmeden devletten alınan maaş, yardım, teşvik, kredi, lisans gibi talepler de gayri ahlâkî taleplerdir. Kamu işçilerinin sendikal güçlerini ya da işveren derneklerinin sermaye güçlerini kullanmak suretiyle hükümetleri etkileyip, hükümetlerin vesayet ettiği toplumun ortak kaynaklarını transfer etme çabaları gayri ahlâkî olduğu gibi gayri adildir.
Bu yönüyle değerlendirdiğimizde adaletle ahlâkın el ele giden iki kardeş değer olduğunu söyleyebiliriz. Ahlâkî olan adil, adil olan da ahlâkîdir. Kuşkusuz ahlâkî davranışların kaynaklandığı yer insanın vicdanı ve hür iradesidir. Oysa adalette yaptırım mekanizması vardır. Ne var ki, güçlü azınlıkların hükümetler üzerindeki baskısı örneğinde olduğu gibi ahlâkî değerlerin ihlali durumunda adaletin gerektirdiği yaptırımlar çoğu zaman uygulanamamaktadır.
Adaleti tehdit eden en önemli unsurların başında aidiyet gelmektedir. Özellikle aidiyet ve kimlik üzerinden gelişen modern toplumlarda, aidiyet adaletle karşı karşıya gelebilmektedir. Bir bakıma adaletle aidiyet bir araya gelemez oldu. Çünkü makam ve mevki sahipleri, insanlara adalete göre değil, aidiyetine göre muamele ediyor. Ahbap çavuş, mezhep meşrep ve parti teşkilat ilişkileri çoğu zaman her tür muamelenin mihenk taşları haline gelebiliyor. Adalet, insanların inancına, kimliğine, kılığına, kıyafetine bakmaz. Adalet nokta-i nazarından, Mecusi bir dilenciyle saraylı bir Müslüman arasında fark yoktur. Şayet fark gözetirsek o zaman adaletten saparız. Oysa kimlik ve aidiyet üzerinden derinleşen günümüz toplumlarında yönetimi elinde bulunduranlar nepotizm ve patronaj sistemi içinde devlet kaynaklarını kendilerine yakın olanlara transfer ederler. Bu durum gücün istismarı olup adaletin ihlali anlamına gelir.
Antik Yunan düşünürü Platon, gücün yöneticilerin elinde istismarını önlemek için dünyevi nimetlere karşı hiçbir arzusu ve ihtirası olmayan bilge filozoflara yönetimi teslim etmeyi öneriyordu. Ona göre yanlışın, günahın, suçun kaynağı insanın zihni olduğu için, sıkı eğitim disiplininden geçen, böylece zihinleri her tür kötülükten arınmış olan bilge filozoflara yönetimi teslim ettiğimizde kanunlara bile gerek kalmayacaktır. Platon bununla da yetinmemiş, yöneticilerin aile bağlarının ve mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.
Kuşkusuz bunların aşırı görüşler olduğunu düşünmemek elde değil. Ama aidiyet bağlarının yöneticileri yoldan çıkaran önemli bir sosyolojik zemin olduğunu dikkate aldığımızda bu düşüncenin arkasında yatan kaygıyı anlamak da gerekir.
Adaletin Üç Sacayağı
Adalet, üç sac ayak üzerinde ayakta durur: Liyakat, hakkaniyet ve eşit muamele. Liyakat ilkesine göre birini bir göreve atarken en fazla hak edeni atamak gerekir. Kur’an’ı Kerim’de (Nisa/58) “Emaneti ehline veriniz ve insanlar arasında adaletle hükmediniz!” diye emredilir. Emanet, ana hatlarıyla iki şeye işaret eder: Biri, devlet tarafından belli makamlara ve mevkilere yapılan atamadır; diğeri de devletin elindeki kaynakları topluma vermesidir. Atamalarda, görevlendirmelerde liyakat bu bakımdan esastır. İslam hukukuna göre yönetimin dayandığı beş temel ilke barış, adalet, istişare, rıza (biat) ve liyakattir. Şayet görevlendirmelerde liyakat ilkesine uyulmazsa o zaman güç istismar edilmiş olur.
Liyakat alım süreciyle, hakkaniyet ise dağıtım süreciyle ilgilidir. Herkese hak ettiğini vermek hakkaniyetin gereğidir. Topluma sağlık, eğitim veya benzeri hizmet verirken kimsenin kimliğine, inancına, mezhebine bakılmaması gerekir. Hakkaniyet ilkesi, aynı zamanda insanların inancından, mezhebinden, aidiyetinden doğan haklarına riayet etmeyi de gerektirir. Mesela Müslüman bir toplumda Müslüman olmayanların inançlarının gereğini yerine getirmeleri hakkaniyetin gereğidir. Ya da farklı bir dili konuşan, farklı kültürü olan bir topluluğun dilini ve kültürünü yaşatmak, bunun için gerekli ortamı ve imkânı sağlamak hakkaniyetin gereğidir. Devletin bunların yaşamasını sağlaması için lütufta bulunmasına gerek yoktur. Bunlara karışmaması, yasaklamaması, asimile etmemesi kültürlerin ve dillerin yaşaması için bazı durumlarda yeterli olabilir.
‘‘O halde adil olmak için “eşitlemek” değil, “eşit muamele etmek” gerekir. Baskın gruba verilen hakların zayıf konumda olana da verilmesi eşit muameledir. Baskın grubun diliyle eğitim yapılıyorsa, azınlıkta kalanın diliyle de eğitim yapılması gerekir. Devlet, baskın olan bir inanç sistemine göre dini hizmet veriyorsa, azınlıkta kalana da kendi inancına göre dini hizmet vermek zorundadır.’’
Üçüncü sac ayak olan eşit muameleye gelince: Eşit muamele, eşitlikten farklıdır. Eşitlik adaletsizlik ve ayrımcılığın zeminini oluştur. Çünkü eşitlik, daima baskın olan grubun değerleri üzerinden yürür ve bu değerler üzerinden eşitlemeyi öngörür. Bu da dezavantajlı konumda olanları mağdur eden bir durum yaratır. Mesela Fransa’da yaşayan “herkesin dili eşit derecede Fransızcadır ya da herkes Fransızca konuşmakta eşittir” dediğimiz zaman ana dili Fransızca olmayanlara eşit muamelede bulunmamış oluruz. Aslında onlara karşı ayrımcılık yapıyoruz demektir. Engellileri sağlıklıların şartlarına, kadınları erkeklerin şartlarına, çocukları büyüklerin şartlarına, azınlıkları baskın grupların şartlarına göre koşturduğumuz zaman eşit davranmış oluruz. Ama bu dezavantajlı olanı daha işin başında mağdur etmek anlamına gelir. Avantajlı olanların çıtası üzerinden eşit şartlarda yarıştırdığımızda zayıf konumda olanı mağdur ederiz. Bu tarz eşitlik daima güçlü olanın lehine çalışır.
O halde adil olmak için “eşitlemek” değil, “eşit muamele etmek” gerekir. Baskın gruba verilen hakların zayıf konumda olana da verilmesi eşit muameledir. Baskın grubun diliyle eğitim yapılıyorsa, azınlıkta kalanın diliyle de eğitim yapılması gerekir. Devlet, baskın olan bir inanç sistemine göre dini hizmet veriyorsa, azınlıkta kalana da kendi inancına göre dini hizmet vermek zorundadır. Devlet bunu yapmadığı zaman birinin hakkını alıp ötekine vermiş olur. Çünkü devletin bu hizmetleri yerine getirmek üzere sahip olduğu kaynak esas itibariyle halka aittir. Devlet o kaynak üzerinde sadece bir emanetçidir. Emaneti eşit muamele yoluyla hakkaniyetçi bir şekilde dağıtmadığı zaman ilahi yasaya aykırı muamele etmiş olur ve adaletten sapar.
Bu şekilde politika yürüten bir devlete itaat edilmez. Zira devletle ilişkimiz karşılıklı hak ve yükümlülüklere dayalıdır. Biz devletin ortaya koyduğu nizama ve kurallara uyarız; devlet de bunun karşılığında hakkımıza ve hukukumuza riayet etmek zorundadır. Dilimiz, kültürümüz, inancımız doğuştan edindiğimiz haklar olup, masum ve vazgeçilmezlerimizdir. Şayet biz sözleşmeye uymaz isek o zaman devletin bizi cezalandırması hakkı doğar. Peki ya devlet sözleşmeye uymazsa? Devleti cezalandırma gücümüz ve yetkimiz olmadığına göre devlete karşı itaatsizlik ederiz. İşte bu, sivil itaatsizliktir ve bu tür durumlarda meşru hale gelir.
Yüce Mevla, “Peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır” (Kur’an: Hadid/25) der. Bu ayeti esas aldığımızda peygamberlerin üç şey getirdiğini söyleyebiliriz: Kitap, mizan ve demir. Yani yasa, denge ve otorite. Yasa, yapılması gerekeni önümüze koyar. Denge, adil muameleyi hayata geçirmeyi öngörür. Bunların ihlal edilmesi durumunda da otorite devreye girerek onarıcı işlevini yerine getirir.
Yöneticileri Adaletten Saptıran Zaaflar
Tüm inançlar adaleti insan yaşamındaki en üstün değer olarak kabul etmiştir. Adil yöneticiyi de en üstün insan olarak. İslam inancında da öyledir. Müslüman âlimler tarafından dile getirilen bir anlayışa göre, “bir günlük adalet, yetmiş yıllık ibadete eşdeğerdir.” İnanç sistemimize göre, “adaletli yöneticiler, kıyamet gününde Rahman’ın sağındaki nurdan minderler üzerinde oturacaklardır” (Hadisi Şerif).
Başta Farabi olmak üzere, Müslüman düşünürler yöneticiyi (hükümdarı) devletin direği olarak kabul etmişlerdir. Bunun için her birisi iyi bir hükümdarın sahip olması gereken vasıfları zikretmiştir. Farabi, yöneticileri Hazreti Peygamberin varisleri ve ondan sonraki en üstün mertebeye sahip insanlar olarak kabul eder. Çünkü yöneticiler, dinden ve felsefeden yararlanarak dünyayı erdemli bir yer haline getirme misyonuna sahip kimselerdir. Erdemli devlet, iyi bir yönetici, iyi kanunlar ve iyi bir halk üzerine bina edilir. Bunlardan biri iyi değilse o zaman devlet dejenere olur ve erdemden uzaklaşır.
Bir yöneticiyi adaletten saptıran beş şey olduğunu söyleyebiliriz: kişisel ihtiras ve kaprisi, zalim kişiliği, ailesi ve akraba çevresi, sosyal aidiyeti ve etrafındaki dalkavuklar.
İhtiras ve kapris, yöneticiler için en büyük tuzaktır. Çünkü makam ve mevki insan benliğini okşar ve ona aşırı özgüven kazandırır. Alman düşünür Robert Michels, “otorite deli gömleği gibidir” der; onu giyen delirme potansiyeline sahip olur. Şayet yöneticiyi sınırlandıran bir kaynak yoksa (hukuk, muhalefet, ciddiye aldığı çevresi vs.) o zaman yönetici kendisini her şeye muktedir olarak görür, doğal olarak yanlış yapma eğilimine girer. Bu durumda yöneticide gelişen iki değer ihtiras ve kapris olur. İhtiras, yöneticinin hiçbir şeyle doymamasının yolunu açar. Yönetici sadece kendi makamını koruma hevesine kapılmaz, aynı zamanda halkının elindekini de kapma düşüncesine yönelir. Başka bir deyişle, ihtirası siyasetin sınırlarını aşarak, maddi güç elde etme arzusuna dönüşür. Kapris ise, yöneticinin kimsenin sesine kulak vermemesine, her şeyi ben bilirim havasına girerek onu despotluğa sevk eder.
Zalim kişilik herkeste bulunduğu gibi yöneticide de bulunan bir özelliktir. Genetik özelliklerine, fıtratına, yetişme tarzına, yaşadığı mahrumiyet ve mağduriyetlere bağlı olarak kazanılmış olan kişilik, yöneticiye intikam ve öfke gibi değerler üzerinden zalim bir karakter kazandırabilir. Zalim bir yönetici, doğal olarak yönettiklerine veya yönettikleri arasından bir kesime zulmetme eğilimine girerek adaletten sapar.
Sadi Şirazi, Gülistan adlı eserinde şöyle bir mesel anlatır: Halkına zulmeden Padişah bir gün bilge birine, “Padişah için en üstün ibadet nedir?” diye sormuş. Bilge biraz düşündükten sonra, “senin gibi bir Padişah için en üstün ibadet uzun öğlen uykusudur,” demiş. Padişah, “neden?” diye sorunca, Bilge adam, “hiç olmazsa o süre içinde halk senin şerrinden korunmuş olur!” diye cevap vermiştir. Zalim bir yönetici halkına pozitif değer katmaz; aksine negatif değer katar. Bu bakımdan onun yokluğu, halkı için varlığından daha iyidir.
Yöneticiyi adaletten saptıran diğer bir unsur, yöneticinin kendi ailesi ve akraba çevresidir. Çünkü bunların her birinin yöneticiden beklentisi vardır ve yöneticiyi kendi beklentilerini gerçekleştirmek üzere etkilerler. Yöneticinin ailesine ve akraba çevresine karşı zaafı varsa bu durumda onları kayırarak veya devletin imkanlarını onlara transfer ederek adaletten sapar. Buna siyaset bilimi literatüründe nepotizm denir. Tarihte nepotik ilişkilerden dolayı birçok yönetici halkının nezdinde itibarını kaybetmiştir.
Yöneticileri adaletten saptıran bir unsur da yöneticinin mensup olduğu aidiyet çevresidir. İnanç, mezhep, meşrep, ideoloji, siyasi parti gibi hususların her biri insana bir aidiyet kazandırır ve bu aidiyet üzerinden insanı çevreler. Bu durum doğal olarak yöneticiler için de söz konusudur. Dolayısıyla yönetimin sağladığı imkanları liyakat ilkesine göre değil de kendi aidiyetine yakınlığa göre dağıtan yönetici adaletten sapar. Demokrasilerin en zayıf boyutlarından biri patronaj denen bu husustur. Zira demokrasilerde siyasi partiler birer sosyal örgüt olarak mücadele eder ve hükümeti elde ederler. Devletin sağladığı imkanları ve nimetleri iktidardaki siyasi parti, patronaj sistemiyle kendi partisine mensup olanlara dağıtır. Bu da yöneticilerin ellerindeki emanete riayet etmemelerine ve adaletten sapmalarına yol açar.
Yöneticinin adaletten sapmasına yol açan unsurlardan biri de yöneticilerin etrafını saran dalkavuklardır. İbn Haldun, “yöneticilerin dalkavuklara teslim olduğu bir devlet, yıkılmaya yüz tutmuştur” der. Yöneticiler gündüze akşam deyince, “işte ay, işte pervin” diyen dalkavuklar, yöneticileri yoldan çıkaran en önemli unsurdur. Akıllı bir yönetici bu tür insanlara itibar etmez; kendisini eleştiren, yanlışını uygun bir lisanla anlatan insanlara daha fazla değer verir. Bir yöneticinin akıllı olup olmadığı etrafındaki insanlardan anlaşılır. Etrafında dalkavukluk yapan sünepe bir zümre birikmişse o yönetici ne yazık ki akıllı biri değildir! “Arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” deyimi, bu bağlamda “etrafındakileri söyle nasıl bir yönetici olduğunu söyleyeyim” şeklinde okunabilir.
Yöneticinin etrafını, yapmacık gülücükler atan, abartılı hareketlerle iltifatta bulunan, yöneticiyi yere göğe sığdırmayan, vur deyince öldüren, akşam deyince işte ay işte pervin diyen insanlar sarmışsa bu iki nedenden dolayıdır: Korku veya umut. Etrafındakiler ya bu davranışları yöneticinin korku salan tarzından veya umut dağıtan tutumundan dolayı sergilerler. İkisi de yöneticinin iyi bir yönetici olmadığını gösterir. Korku, yöneticinin despot, umut ise saf biri oluşuna işaret eder. Yönetici, etrafındakilerin dalkavukluğuna kanarak onlara umut veriyor, onlar da yöneticiyi parmaklarında oynatıyorlar demektir.
Dalkavukların belli bir duruşu, omurgası, ilkesi, inancı, görüşü yoktur. Onlar iktidara ve kuvvete odaklı kişiliklerdir. Onlar için tek geçerli değer, “kral öldü yaşasın kral!” anlayışıdır. Dalkavuklar, her yönetimin altında bir kılıfını bulup tüm basamakları tırmanarak en yüksek makamlara kadar çıkabilen cingözlerdir. Gılgamış Destanı’ndaki dalkavuklar tanrıların katına bile çıkabilmişler. Destanda anlatıldığına göre Gılgamış, tembel ve asalak bir insan olan Utanapişti’yi tanrılar arasında görünce şaşırır ve sorar: “Yan gelip yatmaktan başka bir şey yapmıyorsun! Söyle bana nasıl oldu da Tanrılar Meclisi’ne katılıp ölümsüzlüğe eriştin?!” Utanapişti, o makama nasıl çıktığını ayrıntısıyla anlatınca altında yalakalık ve dalkavukluk yattığı anlaşılır.
Tüm bunları dikkate aldığımızda yöneticinin mütevazi, söz dinleyen, eleştiriye açık, başkasının görüşlerine değer veren, hak ve hukuka riayet eden, işgal ettiği makamın geçici olduğunu idrak eden bir mizaçta olması çok önemlidir. Ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi, otorite melek gibi bir insanı bile yoldan çıkarıp adaletten uzaklaştırabilir. Bu bakımdan hukuk temelinde kurulan, yöneticinin yetki ve iradesini hukukun sınırları içinde tutan açık ve şeffaf bir sistem teşkil etmek önemlidir. Yönetimin ve yöneticinin adalete hizmet etmesi ancak böyle bir yoldan sağlanabilir.