Cezalandırıcı Adalet Anlayışından Onarıcı Adalet Anlayışına Yönelişin Felsefî Arka Planı
Sayı:2 / Adalet ve İstikrar - Dosya
Ayşe Yaşar Ümütlü
1900’lü yıllara gelinceye kadar sistemler her ne kadar çeşitlilik arz etse de, genellikle inşa edilenlerin hemen hepsi cezalandırıcı adalet ve hukuk sistemleri olarak tasnif edilebilir. Daha çok bireyi suçlayan, davranışının tüm sorumluluğunu bireye atfeden teoriler, klasik cezalandırma uygulamaları ile adaleti sağlamak iddiasındaydılar.
Adil bir sistem inşa etme kaygısı tarihte pekçok yazılı belgede karşımıza çıkar. Hemen hepsinin ortak yönü, insanlığın bilgi birikiminden beslenmesidir. Bu yazının amacı, adalet sistemlerinin günümüze kadar gelen kümülatif gelişimi üzerinden, neden “adalet” alanında yeni bir kavramsallaştırma ve içerik belirlemeye yöneldiğini, kültürel ve manevi ilkelerin nasıl bir mahiyetle önem kazandığını genel hatları ile ortaya koymaktır. Düşünce tarihinde adil bir sistem kaygısı ile gerçekleştirilen her çaba, uzunca bir süre insanlığın bilgi tanımına bağlı olarak bir takım farklılıklar arz etti. Epistemolojiyi yani en basit ifade ile ‘neyi bilebileceğimizi’ temellendirerek, en başat kaygısı adalet olan bir devlet felsefesi ortaya koyması ile Platon bu bağlamda en sistemli filozof olarak bilinir. Öyle ki, kendisinden yüzyıllar sonra yaşamış bir başka düşünür Whitehead “Bütün Avrupa felsefesi Platon’a düşülmüş dipnotlardan oluşur” demiştir.1 Biz de en azından Platon’un kendisinden sonra ‘gerekçelendirerek sistemleştirme’ metodu içeren bütün adalet teorileri üzerinde etkili olduğunu ifade edebiliriz.
Platon’u böylesi bir sistem kurmaya sürükleyen neydi? En belirgin nedenler, kendinden önceki filozofların insanın nasıl bilebileceğine yani bilginin ne olduğuna dair iddiaları ve hocası Sokrates’in dönemin otoritelerince adaletsiz bir biçimde ölüme mahkum edilmesi idi. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi kısaca şöyle açıklayabiliriz. İlkçağ maddeci filozoflarıyla başlayan bilgi teorisinin içinde, cevaplanması gereken pekçok soru vardır. Nasıl biliyoruz? Bilgimizin kaynağı nedir? Bilgi türleri nelerdir? ve benzeri gibi… Fakat bugün dahi geçerliliğini koruyan, siyaset ve devlet politikalarına etki eden en mühim ‘bilgi temelli’ soru; ‘Bilgimiz nesnel, genelgeçer (evrensel) midir yoksa göreceli (izafî) midir? ’Çünkü adalet için en hassas soru budur. Şayet bilgimiz ya da doğrularımız göreceli yani insana göre değişen verilerden oluşuyor ise, bu durumun siyaset alanındaki etkisi, mutlak yasaları bulmanın imkansız olmasıyla neticelenir. Kim kendi bilgisini ya da yasasını en iyi savunur veya güç yoluyla dayatır ise onun yasası kabul olunur. Nitekim Platon’un yaşadığı dönemde Atina demokrasisi tam da böyle işliyordu. Bu nedenle de retorik yani hitabet son derece önemli idi. Retorik öğreticileri para karşılığında insanlara nasıl kendi bilgilerini ya da haklarını, isteklerini en etkili biçimde savunabileceklerini öğretiyor, ama bu ustalığın içinde herhangi bir değer ve ahlak ilkesi olup olmamasını önemsemiyordu. Çünkü pekçok argümanla detaylandırılan görecelilik teorisini basite ve tek bir söyleme indirgeyerek ifade etmek istesek, Protagoras’ın “Her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle.. Üşüyen insan için rüzgar soğuk, üşümeyen insan için soğuk değildir” diyerek insanı tüm şeylerin ölçüsü yapan argümanı ile açıklayabiliriz. İlkçağ septikleri ve sofistleri mutlak bir bilginin, genel geçer, nesnel doğruların olabileceğine bu ve benzeri gerekçelerle inanmıyordu. Taki Sokrates’e kadar… Sokrates Atina’daki tüm güçlü ve bilgi sahibi olduğu kabul edilen kişileri, mesleğinin uzmanı olan ve toplumda kararların alınmasında etkili olan kişileri, bildiklerini düşündükleri konular hakkında sorduğu sorularla şaşırtıyor, sıklıkla ironi yapıyor, aslında bildiklerini sandıklarını pek de bilmediklerini anlamalarına sebep oluyordu. Yani toplumun güçlü otoritelerini sarsıyordu. Ona göre insanların ortak doğruları, evrensel ilkeleri vardı ve bunlarla herkes için adil ve mutlu olabilecekleri bir sistem kurabilmeleri mümkün olmalıydı. Çünkü Sokrates’e göre insan, şu an yaşadığı aleme gelmeden önce ideaları başka bir alemde öğrenmiş fakat unutmuş durumdadır. O, diyalektik sorgulamayı, herkes için aynı olan doğruları bulmada bir yöntem olarak kullanır. Buna “bilgiyi doğurtmak” der. Sokrates’in de temsilcisi olduğu rasyonalizmin, insanın doğru ve yanlışı ayırt etmesini sağlayacak verilerle yüklü olduğunu iddia eden dogmatik epistemoloji teorisinin gerekçesi budur. Nihayet bu otoriteler Sokrates’i, Atina’nın Tanrılarına inanmamak ve gençleri yoldan çıkarmakla suçlayarak, yukarıda ifade ettiğimiz Atina demokrasi sistemi içinde ölüme mahkum ettiler. Sokrates kaçabileceği halde Atina’yı terketmedi; kendisine yardım teklif eden ve bir açıklama dileyen dostlarına, Atina’da yaşamayı kabul ettiği gün, yasalarına uyacağını da kabul etmiş olduğunu, kaçmanın bu sözünü tutmaması anlamına geleceğini söyledi. Ölümü seçmesi ile dahi; ilkeli olmayı ( ölçülülüğü) amaç edinmeyi ve adalet gibi yüksek bir değer (erdem) içeren sonuca odaklanmayı öğütlemiş oldu. Bu bağlamda Sokrates için bilgi erdemdi; sorun ise yasalarda değil, yasayı uygulayıcıların erdemsiz, başka bir deyişle, ilkesiz olmasında idi.2
O gün bugündür; insanlığın yazılı adalet sistemleri inşa ederken, hangi bilginin ya da mutlak ilkelerin üzerine yasalar ve cezalar koyacakları hakkında çeşitli düşünceler üretilmiş, ideolojiler türetilmiştir. Bunlarla medeniyetler, devletler kurulmuş ve yıkılmıştır.
İlkçağda Sokrates’le başlayan adaletin gerisinde mutlak ilkeler arama gayesi, ortaçağda teokratik devletlerin adalet sistemlerinin temellerine din ve inanç ilkelerini koymaları ile devam etti. Artık Aristo’nun realist fakat hiyerarşik, köleliği de meşrulaştıran ve teolojinin kendisiyle uyumlu bulduğu siyaset anlayışı, Thomas Aquinas kilise papazlarının da siyaset felsefeleri üretebildiği bir döneme girilmesini sağladı.3 Bu bağlamda artık dinlerin ya da inançların kabul ettikleri otoritelerin bunlarla bağlı bilgi kabulleri, ceza ve yaptırımlarda belirleyici oldu. Özellikle Batı’da hıristiyan etiğin adalet mekanizmasında kurulan engizisyon mahkemeleri çağın en karanlık dönemi olarak kabul edilir. Batı, Tanrı’nın tahtına aklı oturttuğu aydınlanma dönemine 17’nci yüzyılla birlikte geçmeye başlar. Bu zamana kadar teolojiyle bağlı bir adalet sisteminden ve teokrasi ya da monarşi düzeninden sıyrılmanın yolunu, bilgi kaynağı olarak artık teolojiyi yadsımakta buldu. Din ve devlet işlerini ayırdı. Sekülarizm ya da laisizm böylece doğdu. Başta dinin tamamen devlet yönetiminden çekilmesi hedeflense de, Aydınlanma’nın ilk dönemindeki keskin ayrım zamanla yerini sadece birbirinin alanına müdahale etmeme fakat otoritesini kabul etme şekline dönüştü. Cezalandırma odaklı adalet sistemleri de ( bugün Türk Adalet Teşkilatının Örgütlenmesinde belirleyici bir ilke olan) kuvvetler ayrılığı da yine Aydınlanma dönemi düşünürlerinden Locke, Rousseau, Montesqiue gibi isimlerin eserlerinden sonra gelişti. Montesqiue, Yasaların Ruhu isimli eserinde ve özellikle “İngiltere Anayasası Üzerine” başlıklı bölümünde kuvvetler ayrılığı ilkesini temellendirdi. Otorite ve özgürlük dengesinin kurulabilmesi iktidarın sınırlanması prensibine dayanmaktadır. 1787 Amerikan Anayasası ve 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi de dahil modern devlet yapılarının hukuk sistemlerini etkiledi. İngiltere, Kanada, Amerika gibi hukuku bir bütün sayan ülkeler yargı birliğini benimserken, Kara Avrupası ülkeleri hukukta özel ve kamu hukuku ayrımını, dolayısı ile idari ve adli yargı ayrımını kabul etti. Türkiyede bu ikinci ayrıma tabii bir ülkedir.4 Tüm bu süreç oldukça detaylı ve yazımızın esas konusu bu olmadığı için sadece “onarıcı adalet”e geçmeden önceki gelişmeleri kısaca özetledim.
1900’lü yıllara gelinceye kadar sistemler her ne kadar çeşitlilik arz etse de, genellikle inşa edilenlerin hemen hepsi cezalandırıcı adalet ve hukuk sistemleri olarak tasnif edilebilir. Daha çok bireyi suçlayan, davranışının tüm sorumluluğunu bireye atfeden teoriler, klasik cezalandırma uygulamaları ile adaleti sağlamak iddiasındaydılar.
Ceza sorumluluğuna bir örnek olması bakımından, özellikle çocuk adalet sistemi üzerinden baktığımız zaman, Antik Yunan döneminde babanın çocuk üzerinde mutlak hakimiyetinin kabul edildiği, çocuk suçluluğuna ayrı bir kavram olarak yer verilmediği görülür. Germenlerde babanın çocuk üzerindeki hakimiyeti mutlak ve sınırsız kabul edilip çocuğu satma, sokağa bırakma, hapsetme ve hatta öldürme yetkilerini kapsadığı kabul edilmekteydi. Çocuk suçluluğu kavramı ilk olarak Roma İmparatorluğu döneminde “12 Levha Kanunları”nda5 ergen olanlar ve olmayanlar olarak ayrıma tabi tutulmuştur. Erkek çocuğu 14 kız çocuğu 12 yaşında ergen kabul edilirdi. Bu koşullara göre ergen olmadığı kabul edilen çocuğa eylemi, ölüm cezasını bile gerektirse ceza verilmeyip, ihtar edilmesi ya da meydana getirdiği zararın iki katının ödettirilmesi olarak belirlenmişti. Takdiri bir indirime tabi tutularak hükmedilmesi esası kabul edilmişti. Ortaçağda katolik kilisesi, doğruyu yanlışı ayırt etme yaşını/yedi yaşı “akıl yaşı” olarak belirlemiş ve cezai sorumluluğa tabi tutmuştur. Yedi yaş altındakileri, akıl hastaları gibi, kastının bulunmadığını kabul ederek sorumsuz kılmıştır. Aydınlanma ile, çocuğu ilk günahın tezahürü gören anlayışın yerine masumiyetin simgesi olarak kabul eden anlayış gelişmiş ve onun korunarak iyi bir yurttaş olmasının sağlanması savunulmuştur. Böylece babanın çocuk üzerindeki mutlak otoritesinin kalmadığı söylenebilir. Kadınlar için ise durum ancak 18’nci yüzyılın sonlarından itibaren değişmeye başlamıştır. Bu zamana kadar kadın; köleler ya da mallar ile aynı statüden kabul edildiği Batı adalet sisteminde, uzun dönemler boyunca vatandaş yani birey dahi sayılmamıştır. Feodaliteden sanayi dönemine geçişte hem çocuk hem de kadınların ağır yoksulluk koşullarından suça yöneldikleri, işçiliklerinin ise yüksek mağduriyetler içinde gerçekleştiği görülüyor. Herhalükarda modern pozitif hukuk6 -yani monarşi, teoloji temelli bilginin ve otoritenin kaynağı olmaklık iddiasının yerini- adalet sisteminde artık ceza anlayışının, hükümdarın intikamı için olmaktan çıkıp, toplumun savunması amaçlı bir sisteme doğru evrildiği görülür.7
‘‘Dolayısıyla insanlığın ortak dilinin yahut dominant medeniyetlerin kavramlarına hakim, fakat kendi kültürel kodlarına da asla yabancı olmayan bir ıslah çalışması ortaya konulabilmeli. Bunun dışında her yol onarıcı adalet çalışmalarında bu toplumu değerler ve etik çatışmasında boğucu bir iklime taşıyabilir.’’
İslam hukuku söz konusu olduğunda ise, çocukların ceza sorumluluğunda mümeyyiz veya gayri mümeyyiz olmaya bağlı bir tasnif yapılmış, kişisel olgunlaşma için varlığı gereken sebeplerin oluşup oluşmadığına bakılmıştır. Çocuklar için cezai sorumluluk kabul edilmiş fakat yetişkinlere uygulanan cezalar yerine azarlama, öğüt verme, sopa, teşhir etme gibi cezalardan birisinin seçimi yargılamayı yapan Kadı’nın takdirine bırakılmıştır.8
Batıda bahsettiğimiz anlamda değişim ve dönüşüm geçiren adalet sisteminin “onarıcı adalet” olarak adlandırılması ancak 19’ncu yüzyılda gerçekleşti. Onarıcı adalet, failleri, direkt olarak mağdurlara ve topluma karşı sorumlu tutan bir yaklaşım ve değişimin ürünüdür. Modern olarak 1990’larda ifade edilmeye başlamasına rağmen, bu türden bir adalet anlayışı eski kabilelerde de görülmekte idi. Onarıcı adaletin başlangıcı 1970’lerde Kanada’daki dinî liderlerin failler ve mağdurlar arasında görüşmeler yapması olarak kabul ediliyor.9
Cezalandırıcı adalet sistemi, suçlu cezasını çektikten sonra topluma döndüğünde daha büyük suçlar işlemesiyle yüzleşmiş, caydırıcılığına güvenini kaybetmiştir. Islah ve tedavi olmadan cezalandırmanın tek başına işe yaramadığı görülmüş, yeniden suç işleme eğiliminin azaltılması gaye edinilmiştir. Hürriyeti bağlayıcı, yaşam hakkını alıcı cezalar yerine; manevi rehberliklerin, faili ve mağduru, hatta ailelerini, dolayısı ile toplumu rehabilite eden bir adalet sistemine geçişi hedefleniyor. Aşırı bireycilik veya aşırı kollektiflik yerine toplumculuğun benimsendiği bir adalet anlayışı olarak gelişiyor. Fakat bu sistemin özellikle Türkiye adalet sistemine uyarlanması bakımından henüz oldukça yeni olduğu söylenebilir. Adli Sosyal Hizmet Uygulamaları ile desteklenen bir takım çalışmaların yaşandığı bazı çelişkiler var. Alan, akademik ve idari anlamda belirsizliklerinin giderilmesi ve kültür kodları ile uyum sağlamaya yönelik ciddi bir çalışma gerektiren eksiklikleri barındırıyor. Özellikle ıslah ve rehabilite ağırlıklı olması gereken onarıcı adalet, değerler ve etik temelinde ilerleyebilmek için bile, yukarıda anlattığımız nedenlerden ötürü pozitif hukuka yaslanmak zorunda. Fakat manevi rehberlik; Batı’da sekülarizmin, -yazının başında özetlediğim uzun bir tarihi geçmişine de dayandığı için-, her ne kadar din ve hukuk alanına ayrıştırarak uyguluyor olsa da, kendi içinde tutarlı bir sistem ile karşı karşıya olduğu söylenebilir. Bunun yanında bizim sistemiz, manevi rehberliğin, ‘fıtrat’, ‘hidayet’, ‘hikmet’, ‘imtihan’ gibi önkabullerini destekleyici bir psikolojik, sosyolojik, pedogojik, sosyal hizmet eğitimi tam olarak mevcut olmadığı, yapılan çalışmaların henüz yansımadığı, yine Batının Freud ağırlıklı yaklaşımlarını içeren ıslah ve rehabilite çalışmaları yaklaşımıyla sürdürüldüğü için belli bir takım dönüşüm ve değişimleri gerektiriyor. En azından içinde bulunduğu kültürün kavramlarına açık ve yenilenebilen, failin de mağdurun da rehabilite edenin söyleminden empati ve sempati geliştirebileceği bir mekanizma örüntüsü oluşturulmasını gerektiriyor. Dolayısıyla insanlığın ortak dilinin yahut dominant medeniyetlerin kavramlarına hakim, fakat kendi kültürel kodlarına da asla yabancı olmayan bir ıslah çalışması ortaya konulabilmeli. Bunun dışında her yol onarıcı adalet çalışmalarında bu toplumu değerler ve etik çatışmasında boğucu bir iklime taşıyabilir. Onarıcı adaletin suçun failini topluma kazandırıcı düzenlemelerinde “mahkeme tarafından alınacak eski hale getirici (tazmin edici) ve onarıcı tedbirler, fail-mağdur uzlaşma programları, barıştırma girişimleri (genellikle gurupların kendi içerisinde karşılıklı konuşma yapmalarına yönelik girişimler), toplumsal onarım kurulları ve jürileri, iyileştirici veya cezalandırıcı çevre şeklindeki”10 mevcut düzenlemelerin etkisi de bunlarla bağlantılıdır.
Cezalandırma ve rehabilite etme ayrımı, tıpkı verdiğimiz çocuk ceza sorumluluğu örneğindeki gibi devletin vazifeleri hususunda da adalet sistemindeki tutarlılığı son derece önemlidir. Önemli bir ilke olarak ‘Devletlerin birinci vazifesi güvenliktir’11 ilkesi özellikle 19’ncu yüzyıl liberal ve sosyalist devlet anlayışlarının ortak kabulüdür diyebiliriz. Fakat bu elbetteki sadece dış tehlikelere karşı güvenlik demek değildir. İçte güvenliği de içerir, bireyin ya da vatandaşın öteki vatandaşlara karşı güvenliğini… Güncel bir problem üzerinden analiz edecek olursak bir bireyin şiddet ve istismar mağduriyetinde eksiklik devletin güvenlik vazifesinde bir kusur olarak belirir. Özellikle çocuk istismarında ana ve babanın yükümlülüğünün tamamlayıcısı cezalandıran adli uygulamalara güven duyan bir toplumu gerektirdiği gibi artık sadece faili cezalandıran değil, mağduru ve ailesini de rehabilite eden bir adalet mekanizması ihtiyaç haline geldiğinin en belirgin toplumsal olgusudur. Terör ne kadar güvenlik problemi ise, şiddet ve istismar da o kadar güvenlik problemidir. Fakat kimi zaman sadece mağdur ile failin uzlaştırılması olarak anlaşılabilen onarıcı adalet sisteminin gerçekçi hedeflerden uzak ve içinde bulunduğu sistemin kültür ve inançları ile çelişen bir uygulamaya dönüşmemesi gerekir.
Bir ülkede gereksiz ve aşırı yasalaşmanın olduğundan bahsedebilmek için, ahlak ilkeleri gibi toplum inanç ve benzeri dinamikleri tarafından oluşması gereken kısmı yasayla tamamlamak türünden çarpık bir durum olması gerekir. Yine bir ülkede yasa azlığından bahsetmek ise, işlenen suçlara karşılık, öncelikle evrensel fakat aynı zamanda toplumun inanç ve ahlak ilkelerini de karşılayan cezalandırıcı yasaların olmadığı anlamına gelir. Tek başına ahlak yaptırımları suçu onaramaz; işlenmeden önce onarıcı gücü vardır. İşlenmiş özellikle insanlık dışı suçlara cezalandırıcı yasalar zorunluluktur. Ceza sonrası için ahlak ve onarıcı sistemler ıslah ve rehabilite süreçlerinde tekrar devreye girer. Bu tür tutarlılıkları sağlamayan, kendi içinde birbiriyle çelişen yasal düzenlemelere dönüşmemesi için bu uzun yolda sisteme dahil edeceklerimize son derece dikkat etmemiz gerekiyor.