YERYÜZÜNÜN EKONOMİK KRİZİ VE KUR’AN İKTİSADININ GÜNCELLİĞİ
Sayı:18 / PARA tarihten geleceğe bütün yönleriyle - Dosya
Esat Arslan
-
Hazret-i Peygamber bu dünyanın sorunlarından kopuk bir ahiret dini tesis etmemişti. O hem bu dünyanın hem ahiretin güzelliklerine beraberce sahip olabilen bir uygarlık yaratmak için mücadele ediyordu. İlk inen surelerde, daha putları bile tartışma konusu yapmadan kavga ettiği mesele zenginlerin zekat vermiyor oluşuydu. Zekat meselesi, yani zenginlerden fakirlere sürekli kaynak aktarıp fakirliği tümden ortadan kaldırma meselesi Kuran’ın leitmotiflerinden biri olacaktı. Örneğin Allah Nahl Suresinde zenginlere şöyle hitap edecekti: “Neden servetinizi kölelerinizle paylaşıp bu hususta onlarla eşit olmuyorsunuz? Siz nankör müsünüz?” Daha sonrasında son inen Tevbe Suresinde ise Allah Ehl-i Kitap’la savaşın gerekçesini şöyle anlatacaktı: “Ehl-i Kitap’ın lider kadrosu serveti depolarlar ve bunu fakirlerin kalkınması için infak etmezler.” Günümüzde ruhunu ve gayesini yitirmiş cihad’ın esprisi de en temelde bu amacı gerçekleştirmekten ibaretti. Zira Nisa Suresinin dediği gibi cihad, yeryüzünde haklarından mahrum edilen erkek, kadın ve çocukların haklarına kavuşabilmesi için, yani yeryüzü ölçekli bir adaleti gerçek kılabilmek için Müslümanlara farz kılınmıştı.
YERYÜZÜNÜN EKONOMİK KRİZİ VE KUR’AN İKTİSADININ GÜNCELLİĞİ
Esat ARSLAN
-
Hazret-i Peygamber bu dünyanın sorunlarından kopuk bir ahiret dini tesis etmemişti. O hem bu dünyanın hem ahiretin güzelliklerine beraberce sahip olabilen bir uygarlık yaratmak için mücadele ediyordu. İlk inen surelerde, daha putları bile tartışma konusu yapmadan kavga ettiği mesele zenginlerin zekat vermiyor oluşuydu. Zekat meselesi, yani zenginlerden fakirlere sürekli kaynak aktarıp fakirliği tümden ortadan kaldırma meselesi Kuran’ın leitmotiflerinden biri olacaktı. Örneğin Allah Nahl Suresinde zenginlere şöyle hitap edecekti: “Neden servetinizi kölelerinizle paylaşıp bu hususta onlarla eşit olmuyorsunuz? Siz nankör müsünüz?” Daha sonrasında son inen Tevbe Suresinde ise Allah Ehl-i Kitap’la savaşın gerekçesini şöyle anlatacaktı: “Ehl-i Kitap’ın lider kadrosu serveti depolarlar ve bunu fakirlerin kalkınması için infak etmezler.” Günümüzde ruhunu ve gayesini yitirmiş cihad’ın esprisi de en temelde bu amacı gerçekleştirmekten ibaretti. Zira Nisa Suresinin dediği gibi cihad, yeryüzünde haklarından mahrum edilen erkek, kadın ve çocukların haklarına kavuşabilmesi için, yani yeryüzü ölçekli bir adaleti gerçek kılabilmek için Müslümanlara farz kılınmıştı.
Hazret-i Peygamber, Peygamberlik öncesi yaşamında bir tüccardı. Mekke’nin ticaret ağlarına bakıldığında o dönemin yetenekli bir tüccarı Roma, İran, Mısır, Hint ve Çin halklarıyla temas halinde bir insandı. Ve bir tüccar sadece mal satıp almaz, aynı zamanda muhataplarıyla kültür alışverişinde de bulunurdu. Kitabi bir geleneğin takipçisi olmayan Hazret-i Peygamber bu manada bir ümmiydi. Fakat bir tüccar olarak girdiği ilişkiler ve yaptığı sohbetler neticesinde yeryüzünün sorunlarını ve bu sorunların nedenlerini kavramış gayet kültürlü bir insandı. Ve mücadelesine başladığında takipçilerine yeryüzünün tüm halklarının bu mesajın peşinden geleceği müjdesini verebiliyordu. Zira Hazret-i Peygamber’in kavgası yeryüzünde zenginlerin sömürüsü ve baskısının sona erdiği küresel ölçekli bir adalet dünyası yaratmak içindi.
Kuran’ın dili öncelikle yedinci asır Hicaz’ının kültürüyle konuşur. Fakat bu dil öylesine sanatkarane işlenmiştir ki Hazret-i Peygamber’in deyimiyle kıyamete kadarki tüm sorunlarımızı Kuran’a müracaat ederek çözebilmek mümkündür. Zira Kuran, Ali İmran Suresinin deyimiyle ateşin yaktığı bir kurbanın sözüdür. Ateşin yaktığı kurban… yani insanlığın ve yeryüzünün ıstıraplarının ateş gibi yaktığı bir kalbin mahsulüdür Kuran’ın mesajı… Fakat Kuran’ın bu boyutunu görebilmek için müfessir öncelikle kendi çağının sorunlarını tanımalı, sonra Kuran edebiyatına gereken özeni göstermeli, yani onun yedinci asır kültüründen çağlar ötesi bir mesaj çıkaran sanatsal yapısını kavramalı ve Kuran’ı kendi çağına yanıt veren bir kitap olarak okumayı öğrenmelidir.
Genel olarak bir filozof kendini insanlığın sorunları karşısında helak etmez. Fakat Hazret-i Peygamber’le beraber tüm peygamberler insanlığın ıstırabı dinsin diye seferber olmuşlardır. Genel olarak bir filozof sadece toplumun seçkin kesimiyle konuşur. Hazret-i Peygamber’le beraber tüm peygamberler ise konuşurken seçkinleri ve avamı beraberce gözetir. Genel olarak bir filozof tek anlamlı bir dil kullanır. Bir peygamber ise çağlar üstü bir beyana ulaşabilmek için sembolik dile müracaat eder. Bir peygamberin mesajını evrenselliğe taşıyan ondaki sembolik dilin her asırda farklı açılımlar yaratma kabiliyetinde olmasıdır.
Tüm bu sebeplerle diyebiliyoruz ki eğer Hazret-i Peygamber bu çağda yaşasaydı kendine en başta yeryüzü ölçekli iktisadi zulümleri mesele edinirdi. Ve iktisat hakkında konuştuğu zaman da içinde yaşadığı çağın iktisadi bilgi birikimine hakim bir noktadan konuşurdu. Ve getirdiği çözümler insanlığın sadece ahiretteki değil, bu dünyadaki mutluluğunu da gözeten çözümler olurdu.
-
Günümüzün dünya ekonomisinin işleyiş mantığına baktığımızda ne görüyoruz? Nobel ödüllü ikitsatçı Stiglitz’in deyimiyle ‘eşitsizliğin bedeli’ni… Yeryüzünde ekonomiye hükmeden ve sayısı bini aşmayan az sayıda firma var. ABD ekonomisindeki servetin yüzde ellisine yakını beş yüz şirkete ait. Almanya, İngiltere ve İsveç gibi gelişkin ülkelerde topu topu elli yüz firma ülke servetinin yüzde ellisine yakın bir kısmına sahip. Bu dev firmalar ülkeler arası rekabette güçlü olmak isteyen devletler tarafından korunuyor. Ve bu firmalar bu rekabette devletten sürekli teşvik alıyor. Düz konuşursak devletler tüketimden ve fakir halktan vergi alıyor ve bu firmalara sürekli teşvik veriyor.
Bu firmalar gücünü ve servetini teknolojiye hükmetme yeteneğine borçlu. Bu şirketler bilgiyi patent haklarıyla sımsıkı koruyor. Bu şirketlerin sahiplerinin bilgi üretme yetenekleri yok. Sadece paraya ve finansa sahipler. Ve bu para sayesinde AR-GE laboratuarları kuruyorlar. Ve dünyanın her yerinden bilim adamı ve mühendisine son derece iyi olanaklar sunarak yetenekli beyinleri kendilerine çekiyorlar. Onların yarattığı bilgiye patent hakları yoluyla el koyuyorlar ve bilgiyi kimseyle paylaşmıyorlar. Normalde belli bir risk alındığı için bir yere kadar korunması gereken patent hakları günümüzde o kadar zalimane işliyor ki bugün örneğin Türkiye’de bir toplu iğneyi bile sıfırdan üretecek teknolojiden yoksunuz. Bir toplu iğneyi bile üretebilmek için bu şirketlerin ürettiği makineleri ve bilgiyi kullanmak zorundayız.
Bu şirketler teknolojik gelişimi halkların menfaatine kullanmıyor. Bu gelişim kapitalist ve merkantilist çıkarlar için işliyor. Yani şirketin daha çok kar etmesi için ya da şirkete sahiplik yapan devletin daha çok güçlenmesi için. Teknolojik gelişimin halka yansıması daha çok şu yolla oluyor: Malların maliyeti teknoloji yoluyla ucuzluyor ve halklar aynı gelirle daha çok ve daha kaliteli mal alabiliyor. Fakat teknolojik gelişim isithdamı giderek daha gereksiz hale getirdiği için büyük şirketler güvenceli tüm istihdam sözleşmelerini son kırk yılda iptal etmiş ve esnek istihdama geçmiş durumda. Esnek istihdam, yani şirket istediği sürece çalışırsınız, şirket vazgeçtiği anda işten çıkarılırsınız. Ve şirketin istediği kadar çalışırsınız, yani gerekirse günde on iki saatten daha fazla…
Bu şirketler piyasayı kontrol ettiği için muazzam ölçekte kar elde ediyorlar reel sektörden. İktisatçıların deyimiyle oligopol rantına sahipler. Ve reel sektörde ettikleri bu kazancı tekrar kara tahvil etmek için kendilerine mahreç arıyorlar. 1970’lerde ABD böylesi şirketler için finansal piyasaları bir kar mahreci olarak işlevsel hale getirdi. Ve finansal spekülasyon yoluyla kar elde etmeyi alabildiğine cazip hale getirdi.
Bu devasa şirketlerin reel üretimden elde ettikleri kazançları tekrar reel üretime tahvil etmesi karlı değil. çünkü halkların geliri bu kadar üretimi karşılayacak kadar fazla değil. Yani küresel ölçekli talep yetersizliği var. Talep yetersizliği olduğu ve bu şirketler bu sebeple eksik kapasite çalıştığı için küresel ölçekli istihdam eksiği var. Ve bu karlar reele tekrar dönmediği için küresel ölçekli tasarruf fazlası var.
Yani eğer bu şirketlerin olağanüstü karları şirket ya da devlet gücü için değil de, John Kennedy’nin iktisat danışmanı Kenneth Galbraith’in önerdiği gibi halkların menfaatine kullanılsa bugünkü olanaklarla küresel ölçekli istihdam sorunu biter ve halkların manevi kalkınması için ciddi bir fon ayrılabilir. Fakat bu kazançlar kapitalist sistem altında şirketlerin ve devletlerin güç savaşında kullanıldığından fakir ülke ve sınıfların giderek daha güvencesiz hale geldiği ve zengin ülke ve sınıfların giderek daha da güçlendiği bir sistem işliyor.
Bu firmalar finansal piyasalardaki tasarruflarını kullanarak tüketicileri, küçük üreticileri ve devletleri borçlandırıyor ve onların gelirlerinden faiz payı alıyor ve hisse senedi piyasaları yoluyla reel üretimle uğraşan şirketlerin karına ortak oluyor. Ve bu şirketler finansal piyasalar aracılığıyla kendi şirketlerine de borç veriyor ve kendi şirketlerinin de hisse senetlerine ortak oluyor. Küresel ölçekli iktisadi büyüme bu borçlandırma mekanizmaları sayesinde sağlanıyor. Finansal piyasalara baktığımız zaman tüm üreticiler, tüketiciler ve devletler borçlu. Fakat finansal piyasalarda işleyen tasarrufların kaynağına baktığımız zaman bu tasarrufların yüzde yetmişinden fazlası bu devasa şirketlere ait.
Büyüme tıkırında işlediği zaman bu şirketler faiz ve kar payı alıyor. Büyüme durup da kriz çıktığı zaman (örn 2008) bu şirketler borç karşılığı ipotek edilmiş servetlere el koyuyor, devletleri kendi zararlarına kefil ediniyor ve haliyle büyüme zamanlarında da kriz zamanlarında da küresel ölçekli eşitsizlik artıyor.
Bugün iktisadi büyümeyi sağlayan lokomotif, borçlandırma siyaseti. Bu firmalar medya, reklam ve eğlence sektöründeki güçlerini kullanarak sürekli yeni ihtiyaçlar yaratıyor ve sınırsız hedonizmi teşvik ediyor. Bu yolla sürekli tüketim artışını garanti ediyor.
Teknolojik yatırım, verimlilik artışı, küresel mübadelede genişleme ve derinleşme ve altyapı yatırımları yoluyla dünya ekonomik pastası sürekli büyüdüğü için fakir sınıflar büyümeden devamlı pay alıyor. Zengin şirketlere göre hayli küçük bir pay olsa da, fakir sınıfların tüketim olanakları sürekli geliştiğinden fakir sınıflar büyük şirketlerin yarattığı bu sömürü mekanizmasına yeterli kadar duyarlı değildi 2008 krizine kadar. Fakat 2008 kriziyle beraber bu sömürü dinamiği merkez ülkelerdeki halklar tarafından çıplak gözle görülebilir hale geldi.
-
Kapitalizmin merkez ülkelerde işleyiş mantığı bu. Kapitalizmin çevre ülkelerdeki işleyişine gelince… Petrol rantına sahip veya Güneydoğu Asya’daki birkaç kaplan ülke dışında çevre ülkelerin ekonomik şekillenişi kapitalist merkezin taleplerine bağlı.
Bu ülkelerde Avrupa emperyalizminin işleyişi çok çalışıldı. Fakat ABD merkezli yeni emperyalizm çalışmaları cılız. Avrupa emperyalizmini gözlemlemek kolaydı, zira Avrupa’nın sömürge valisini gözlerinizle görebiliyordunuz. Oysa ABD merkezli yeni emperyalizmde sömürge valisi yok. ABD çevre ülkelerin iç siyasal işleyişine karışmıyor.
Fakat ABD bu ülkelerin ekonomik yetersizliğini manipüle etmeye yönelik bir kontrol siyaseti izliyor. Zira bu ülkelerin ortak özelliği ülke kalkınması için gerekli teknoloji, tasarruf ve nitelikli emek kapasitesine sahip olmaması. Bu ülkeler teknoloji ve tasarrufu ABD gibi merkez ülkelerden sağlamak zorundalar. ABD gibi merkez ülkeler de gerekli teknoloji ve tasarrufu bu ülkelere aktarırken bu ülkelere istediği biçimi veriyor ve bu ülkelerin kaynaklarını sömürüyor.
Yeni emperyalizm bu ülkelerde nasıl işliyor? ABD gibi merkez ülkeleri ve şirketleri bu tip ülkeleri küresel mübadele ilişkisine girmeye ve serbest ticareti kabul etmeye mecbur kılıyor. Bunu kabul etmeyen ülkelerle teknoloji ve sermaye paylaşımını reddederek bu ülkeleri cezalandırıyor.
Bu ülkeler küresel işbölümüne katıldığında mecburen düşük katma değerli ürünlerde yoğunlaşıyorlar. Zira emekleri niteliksiz ve yeterli teknolojiye sahip değiller. Böylece ABD gibi merkez ülkeler bu ülkelerden düşük katma değerli ürünleri alıp bu ülkelere yüksek katma değerli teknoloji yoğun malları satıyor. Bu ticaret ilişkisi çevreden merkeze sürekli kaynak akışı demek.
ABD gibi merkez ülkeler çevre ülkelerde kalkınma adına sürekli altyapı yatırımlarını teşvik ediyor. Altyapı yatırımları yoluyla bu ülkelerin küresel mübadele ağlarına katılımı genişliyor ve derinleşiyor. Büyük şirketler bu altyapı yatırımlarına gerekli teknolojik desteği verme sayesinde büyük karlar elde ediyor. Ve bu ülkelerin ekonomik pastası bu yolla büyüyünce, bu ülkelerin insanları büyük şirketlerin mallarını tüketecek olanaklara kavuşuyor.
Ekonomisi kapitalist merkezin şekillendirişi yoluyla sürekli büyüyen çevre ülkeler, ekonomik pasta sürekli büyüdüğü ve halklar bu pastadan zengin ülkelere göre çok küçük de olsa sürekli daha fazla miktar aldığı için sürekli bir müferrehleşme yaşıyor. Fakat bu ülkelerin düşük katma değerli ürünlere ve altyapı yatırımlarına yoğunlaşmış ekonomileri gerçek anlamda kalkınmaya muktedir değil. Zira bu büyüme modelleri teknoloji üretebilir hale gelmeye izin vermiyor. Ayrıca kullandığı teknoloji için sürekli dışarıya patent bedeli ödeyen, kullandığı sermaye için dışarıya sürekli faiz ödeyen ve merkez ülkelerden katma değeri yüksek malları ithal ederken merkez ülkelere sürekli düşük katma değerli mal satan bu ülkelerden merkez ülkelere sürekli kaynak çıkışı yaşanıyor.
Bu süreç bir yandan çevre ülke ekonomilerinin sürekli ekonomik kriz yaşamasına sebep oluyor, bir yandan da bu sömürgen gelişim yüzünden merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki eşitsizlik sürekli artıyor. Ve bu durum, çevre ülkelerden merkez ülkelere sürekli bir beyin göçü olarak tezahür ediyor. Haliyle çevre ülkeler kendi kalkınmaları için gerekli insan kaynaklarını da sürekli bir biçimde yitiriyor.
Dediğim gibi çevre ülke halkları dünya ekonomik pastasının sürekli büyüyor olması sebebiyle refahtan sürekli artan miktarda pay aldıkları için bu sömürü ilişkisini yeteri kadar hissetmiyordu. Fakat 2008 kriziyle beraber çevre ülkelerin de çöküşe geçmesi sonucu bu saadet zinciri inandırıcılığını yitirmiş durumdadır.
-
ABD 1973’e kadar Soğuk Savaş’ın baskısı altında gerek kendi ülkesinde fakir sınıflara karşı gerekse de yeryüzü ölçekli olarak fakir ülkelere karşı görece adil bir iktisadi model uyguladı.
Bu model refah devleti olarak biliniyor. Zenginden vergi alıp fakire kaynak aktaran ve tam istihdamı sağlayan ve fakir ülkelerin kendi halklarının sağlık, emeklilik, eğitim gibi ihtiyaçlarına yanıt veren ve fakir ülkelerin mühendis yetiştirmesine ve uzun vadeli kalkınma programı izlemesine izin veren bir modeldi bu.
Fakat 1973’te ABD, Almanya ve Japonya gibi ülkelere karşı zayıflayınca, petrol krizi refah kapitalizminin işleyişine zarar verince ve fakirler lehine kendinden vergi alınan zengin şirketler isyana kalkınca ABD yerküre ölçekli bir neoliberal modele geçti. Ve Soğuk Savaş’tan sonra küreselleşme projesi altında bu modeli tüm dünyaya yaydı.
Neoliberal modelin işlemesiyle beraber çevre ülkeler merkez devletlerden uzun vadeli kalkınmaya yönelik borç alma yeteneğini yitirdi ve finansal piyasalardan kısa vadeli hesaplarla borç almaya zorlandı. Neoliberal devrimle beraber her ülke, ekonomisini finansal piyasalara açmaya zorlandı. Neoliberal devrimle beraber çevre ülkeler bütçelerini refah harcamaları için değil, borç faizlerini ödeyebilmek önceliğiyle yeniden yapılandırılmaya zorlandı. Bu devrimle beraber çevre ülkelerin merkez bankaları devlete değil, küresel finans piyasalarına hesap vermeye zorlandı. Yine bu devrimle beraber çevre ülkeler kriz koşullarında kamu iktisadi teşebbüslerini oldukça ucuz fiyata özelleştirmeye zorlandı. Yine bu devrimle beraber çevre ülkeler iktisadi sorunlarında ulusal hukuklarını değil, küresel finans piyasalarıyla göbek bağı olan uluslararası tahkim kurullarının buyruklarını kabul etmeye zorlandı.
Çevre ülkeler 1973 öncesi dönemde de ciddi zorluklar yaşıyordu. Fakat neoliberal rejim bu sorunların sonu değil, yeni ve çok daha derin sorunların başlangıcı oldu. 1973’ten sonra aşama aşama çevre ülkeler için en öncelikli mesele yabancı yatırımcıyı ülkeye çekmek oldu. Yabancı yatırımcı da Çin ve Güney Kore gibi jeopolitik olarak ABD tarafından desteklenmiş bir kaç ülke hariç, bu ülkelere kendi şartlarını zorla dayattı. Ülkeler servetlerini ipotek ettirip yabancı sermayeye borçlandı. Yabancı sermaye de büyüme zamanlarında faiz ve kar payı yedi, yüksek teknolojili mallarını bu ülkelere ciddi bir kar oranıyla sattı, bu ülkelerin ucuz istihdama dayalı ürünlerini ithal etti; kriz zamanlarında ise bu ülkelerin servetine el koydu.
Dediğim gibi küresel ölçekli teknolojik gelişim, altyapı yatırımları, küresel işbölümünün artması ve finansal akışkanlık sayesinde küresel pasta sürekli büyüdüğü ve fakir ülkeler de bu büyümeden bir nebze nemalandığı için bu sömürü düzeni yeteri kadar hissedilmiyordu. Fakat 2008 dünya ekonomik krizinin üstesinden gelemediğimiz bu dönemde, yani Türkiye, Arjantin, Endonezya, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, Doğu Avrupa’da krizin kendini hissettirdiği ve küresel ölçekli otoriter yönetimleri beslediği bu dönemde bu saadet zinciri tamamen tükenmiş durumdadır. Dünya bir bütün olarak 1929 sonrası bir ekonomik kriz atmosferine girmiş durumdadır. Ya yerküre ölçekli bir önlem alınacak. Ya da yerküre ölçekli bir felakete doğru adım adım gideceğiz.
-
2008 ekonomik krizi niye oldu? Yeryüzü ölçekli küresel talep yetersizliği koşullarında tüm tasarruflar finansa aktı ve değerleri karşılıksız bir biçimde şişirdi. Finans o kadar ısınmıştı ki kendi haline bırakılsa 1929’daki gibi kendi kendine patlayacaktı. ABD merkez bankası bu riskin önüne geçmek için küresel ölçekli faizleri artırınca finanstaki tasarruflar geri çekildi ve sistem en zayıf halkasından, yani borç karşılığı ipotek edilmiş evlerin şişirilmiş değerinin düşmesi sonucu patladı. Krize sebep olan ipotekli evler değildi. Ekonominin tüm bünyesi hastaydı. İpotekli krediler kanser olmuş bünyenin verdiği uçtan ibaretti.
Peki kriz nasıl çözüldü? Aslında çözülmedi. Sadece günü kurtaracak önlemler alındı. (1) Devletler batık kredilerin ve batık şirketlerin külfetini üzerine aldı. (2) piyasalara karşılıksız para ve likidite pompalandı sürekli. (3) Türkiye ve Hindistan’da örneği görüldüğü üzere reel ekonomiye lokomotif olsun diye küresel ölçekli altyapı yatırımları teşvik edildi. (4) Finansal piyasalar gelecekten ümitli olsun diye Dördüncü Sanayi Devrimi ilan edildi. (5) istihdam daha da esnetildi, yani işten çıkarmalar daha kolay hale getirildi.
Şu an itibariyle finansa aktarılan likidite ve para reel ekonomiyi büyütmüyor. Aksine finanstaki değerlerin şişmesine sebep oluyor. Sistem finansal piyasalara sürekli para pompalanarak ayakta tutuluyor. ABD 2013’te faizleri yükselterek bu finanstaki kızışmayı durdurmak istedi fakat bu siyaset finansta büyük dalgalanmalara sebep olunca faizleri yeniden düşürmek zorunda kaldı. Pandemiyle beraber finansa çok daha yüksek miktarlarda likidite akıtıldı. Ve finanstaki değerler reel ekonomiden tamamen koptu. Bu kopuş finans balonunun oldukça riskli bir biçimde şişmiş olması anlamına geliyor. Hele ki Dördüncü Sanayi Devriminin ilanıyla ileri teknoloji şirketlerinin finanstaki değerinin reel ekonomideki değeriyle hiçbir ilişkisi kalmadı.
Ekonomideki bu bozuluş jeopolitiği ve demografileri de bozuyor. ABD’de Trump’ın merkez siyaseti sarsmış olması sadece bir başlangıç Ayrıca temelde ekonomideki bozukluk yüzünden merkez ülkelerde göçmen düşmanlığı artıyor. İslamofobiye Doğu Asyalı düşmanlığı ekleniyor. Ve ABD’nin birbirine giderek düşmanlaşan sağcıları ve solcuları artık farklı sebeplerle de olsa kendi elitlerinden nefret ediyor. Ve halkın birikmiş borçları ve esnek istihdam düzenindeki güvencesizliği pek çok insanı borç kölesi ve prekarya (yarınından bile emin olmayan bir kırılganlık insan) olmaya doğru evirmiş durumdadır. Ve ekonomik kriz ABD-Çin jeopolitik savaşını daha da çekilmez hale getiriyor. Ve şu anda çevre ülkeleri vurmuş kriz adım adım merkez ülkeleri de batağa çekiyor. Küresel ölçekli bir faiz yükseltme hamlesinin finanstaki şişmiş değerleri nasıl dibe vurduracağı ve çöken finansın reel ekonomiyi nasıl çökerteceği artık tahmin bile edilemiyor.
Krizin ana sebebi küresel talep yetersizliği ve küresel talep yetersizliği sonucu finans piyasalarına akan tasarrufların değerleri şişiriyor olması. 1929 krizinden sonra Keynes zenginden fakire kaynak aktararak tam istihdamı ve tüketimi garantileyen ve finansal kazançlara ciddi sınırlar koyarak finans sektörünün reel ekonominin sömürücüsü değil de, destekçisi olmasını sağlayan bir model sunmuştu. Bu model 1945-73 arasından kapitalizmin altın çağını getirmişti. Daha sonrasında, 1970lerde Kenneth Galbraith en zengin şirketlere akan muazzam karların ekonomiyi ve toplumu ifsat etmeyecek bir şekilde zenginlerin değil de tüm halkların menfaatine kullanılması gerektiği yönünde fikir beyan etmişti. Fakat 1973’ten sonra fakirlerin ve halkların yanındaki Keynes ve Galbraith değil de, zenginlerin sözcülüğünü yapan neoliberaller iktisada yön vermişti. Bugün Milton Friedman ve Hayek gibi zengin iktisatçılarının yaratmış olduğu cehennemi yaşıyoruz insanlık olarak.
-
Kuran’ın iktisadi normlarının ve Hazret-i Peygamber’in mücadelesinin güncelliğini ancak şimdiye kadar verdiğim bilgi altyapısı sayesinde kavrayabiliyoruz. Zira bu yazının başında da dediğim gibi kendi çağının sorunlarını çok iyi bilen Hazret-i Peygamber’in mücadelesi iki dünyanın güzelliklerine birden sahip bir toplum yaratma mücadelesiydi. Yani onun mücadelesi yeryüzünden kopuk bir ahiret cenneti için değil, ölüm sonrası cennetin izdüşümlerini bu dünyada da tattırabime mücadelesiydi.
Fakat bu güncelliği anlayabilmek için Gadamer’in deyimiyle Kuran’ın ve çağımızın ufuklarının kaynaştırılması gerekiyor. Yani savaşa ve avcılığa dayalı bir toplumun diliyle gelmiş Kuran’ın ticarete, teknolojiye, piyasaya vs dayalı bir toplumun gerçekleriyle temas noktalarını yakalamak…
Buradan bakınca Kuran’da bugüne bakan ne gibi hükümler görüyoruz? Öncelikle zekat konusu… Yani bugünün en zengin bin şirketinin elindeki kazançlarının ne yapılacağı konusu… Kuran’ın Nahl Suresinde “nankör değilseniz servetinizi kölelerinizle paylaşıp onlarla bu hususta eşit hale gelin” dediğini söylemiştim. Aynı şekilde Haşr Suresinde Allah –bugüne kadar salt fetih siyasetiyle sınırlı tutulmuş oysa ekonominin bütünü açısından anlamlı başka bir ilke sunar: “Şehir halklarından fakirlere kaynak aktarılmalıdır. Ta ki servet üç yüz beşyüz kişinin arasında dolaşan bir talih olmaktan çıksın. Ve refah herkese yayılsın.”
Burada emredilen şey bir anda tepeden bir devrimle bir eşitlik toplumu yaratmak değil. Daha çok ekonomik kurumların yapılanışının uzun vadede eşitliğe doğru yol alacak şekilde inşa edilmesi ideali söz konusu. Hazret-i Peygamber de kendi çağında zekatı böyle işletmişti. Bu ideal ünlü liberal John Rawls’ın iktisadi adalet idealiyle aynı ruh ıstırabından doğuyor.
Kuran finansal piyasalar hususunda da oldukça güncel emirler verir. Önce Bakara Suresinde ticareti ve reel üretimi finansal piyasalardaki kazanç çabasıyla denk tutmayı yasaklar. Sonra Ali İmran Suresinde “ribayı, yani bir bütün olarak finansal kazançları “ed’afen mudafaae” yapmayın” yani “finansı ticaretteki ve reel üretimdeki gibi kat kat üstüne kazanç getiren bir alan olmaktan çıkarın” diyerek aynı Keynes’in teklifi gibi finansı reel ekonomiye alternatif ve onu sömüren bir yer olmaktan çıkarıp, salt atıl fonların düşük kazançlarla değerlendiği ve reel ekonomiye hizmet ettiği bir alan haline getirme doğrultusunda bir vizyon kazandırır okuruna.
Peki zekat verirsek ne olur? Kuran Bakara Suresinde “zekat verirseniz bire yüz kazanırsınız” der. Ve yine aynı surede “zekat vermezseniz bahçeniz, yani toplumunuz ve kültürünüz helak olur” der. Ve “eğer ribaya sınır koymazsanız şeytan çarpmış gibi kalkarsınız” diye tehdit eder. Buradaki vaatler şimdiye kadar hep ahirete yönelik tehditler ve teşvikler olarak ele alındı. Oysa bu vaatler ahiret yanında bu dünyayla da alakalıdır. Zira zekat verilmeyen bir toplumda zengin fakir kutuplaşması artar ve 1929 sonrası Almanyasındaki ya da 2008 sonrasındaki ABD’deki gibi toplum ifsad olur. Ribaya, yani finansal piyasalara katı sınırlar çekmeyen bir toplum ise 1929’daki ve 2008’deki gibi ekonomik kriz gelince şeytan çarpmış gibi ağır şok yaşar. Zekatı egemen kılmış gibi toplumsa, yani zengin ülke ve sınıflardan fakir ülke ve sınıflara kaynak aktarımını kurumlaştırmış bir toplumsa hem kalıcı bir iç barış yaratır, hem de refahtan faydalanan halkların yeteneklerini geliştirebilecek olanaklara sahip olması yoluyla, yani böylesi bir toplumda girişimcilik ve bilgisel ilerlemenin kurumlaşması yoluyla dinamik bir ekonomi yaratma imkanına sahip olur.
Kuran serbest piyasa ve piyasanın nimetleri konusunda da bir vizyon kazandırır okuruna… Maide Suresinde “sözlerinize sadık olun ve ‘behimetül’enam’dan avlanın” ayeti serbest bir piyasanın tesisi içindir. Zira ‘behimetül’enam’, sadece vahşi hayvan anlamına gelmez. Bu ibare, “elde edebilmek için zorluk, çaba ve mücadele gerektiren her nimet”tir. Sadece vahşi hayvanları avlamak değil, serbest piyasada kazanç elde etmek için mücadele etmek de övülmüştür bu ayette. Zaten ayetin piyasanın temeli olan ‘sözüne sadık olmak’ ilkesiyle ‘avlanmak’ serbestisini beraberce zikretmiş olmasının sebebi budur. Yani her iki emir de serbest piyasanın kurucu ilkelerini tesis eder.
Maide Suresinin devamında ‘boğulmuş olanı, uçurumdan düşürülmüş olanı, boynuzlanmış olanı vs yemeyin’ gibi emirleri tevriyeli bir anlatımla hem fiziki avlanma yasaklarını, hem de piyasadaki rekabet hukukunu tesis etmek için gelmiş mucizevi ibarelerdir. Yani bu ayetler bir yönüyle “piyasadaki rekabetinizde rakibinizi boynuzlamayın, yani onu arkadan vurmayın ve aldatmayın, rakibinizi kaynaksız bırakarak onu boğmayın, rakibinizi iflas ettirerek onu uçurumdan aşağı atmayın” gibi rekabet hukukunun temel prensiplerine işaret eder.
Enfal Suresinin sadece savaş hukukuyla sınırlı tutulmuş “enfal Allah ve resulüne aittir” cümlesi de sadece savaştaki ganimetlerle sınırlı değildir. Zira ‘enfal’ ‘nafileden gelen her çeşit kazanç’ anlamına gelir. Ve günümüz ekonomisinde tekelci ve oligopolistik şirketlerin normalin üzerinde elde ettiği kazançlar, yani iktisadi rant anlamına gelir. Kuran’a göre enfal, yani rant zenginlerin değil, Allah ve resulü için, yani halkın menfaatleri için kullanılmalıdır.
Kuran patent haklarına da işaret eder. Ali İmran Suresinde Ehl-i Kitap’a söylenen şu söz sadece dini bilgiye inhisar etmez. Aksine bu ibare dini ya da dünyevi her bilginin insanlarla paylaşılması ve belli zümrelere inhisar ettirilmemesi emridir. “Bilgiyi saklayıp bundan ucuz kazançlar ediniyorsunuz ey ehl-i kitap! Böyle yapmayın. Bilgiyi paylaşın.” Belli bir risk alındığı için patent haklarının bir yere kadar korunması zorunludur. Fakat bugünün dünyasında bir çevre ülke kendi toplu iğnesini bile üretecek teknolojiye sahip olmaktan acizse patent haklarının ciddi olarak yeniden düşünülmesi gerekmektedir. Ve Kuran bu ayetiyle okuyucusuna patent konusunda ciddi bir bilinç verir.
Kuran ekonomik kalkınmanın ve teknolojik gelişimin temeli olan eğitim konusunda da okuyucusuna ciddi bir vizyon sunar. Kuran’ın ilk emri olan “Kalemle öğreten Rabbinin adına oku!” emri zaten muhatabını her türlü bilim konusunda söz sahibi olmaya zorlar. Zaten Adem’e hilafetin verilme sebebi de onun eşyaya isim koyma yetisi, yani bilim yapabilme yetisiydi. Kuran bu konuda dini ilim-dünyevi ilim ayırmaz. Zira Yusuf’un ve Musa’nın pagan Mısır sarayında aldıkları eğitime referansla “Biz Yusuf ve Musa’ya (peygamberlik öncesinde) ilim ve hikmet verdik” dediğinde kökeni pagan olsa bile seküler bilim ve hikmeti övmüş olur Kuran. Mesaj nettir: “Ey bugünün Müslümanı seküler bilim ve hikmeti Yusuf ve Musa gibi öğren.” Ve Kuran yine Casiye ve İbrahim Surelerinde “yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa Allah insanlığın hizmetine vermiştir” dediğinde insanın ve İslam medeniyetinin evrendeki varlıkları kontrol etme ve onları insan hizmetinde kullanma sanatına, yani teknolojik gelişime teşvik etmiş olmaktadır.
Kuran iş ahlakı konusunda da okuyucusuna ciddi bir perspektif kazandırır. Şuayb’la Musa’nın macerası buna bir işarettir. Zira geldiği Medyen toplumunda hiçbir statüye sahip olmayan Musa’ya servet sahibi Şuayb’ın iş teklifi Müslümanca olmasını isteyeceğimiz her iş sözleşmesinde temel olmalıdır: “Benim için çalışırsan bu işin sonunda hem servetimi seninle paylaşırım, yani işçi olmaktan çıkarsın ve sen de benim gibi iş sahibi olursun. Hem de kızımı seninle evlendiririm, yani toplumda benimle aynı statüye yükselirsin.” Şuayb’ın Musa’ya bu teklifi, Selçuklu ve Osmanlı zamanındaki ahi teşkilatlarının iş sözleşmelerinin de ruhudur muhtemelen. Zira ahilerde de kişi işe çırak olarak başlardı. Fakat iş sözleşmesinin sonunda o da kendi işvereni gibi bağımsız bir usta ve işveren olurdu. Zaten Hud Suresindeki şu ibare de sadece ahirete yönelik bir vaat değil, bu dünyada gerçekleştirilmesi istenen bir idealdir: “Allah’ın dinini kabul edin. Ta ki Alah her fazl sahibine fazlının karşılığını versin.” Fazl yani insandaki üstünlük sebebi olan yetenek ya da meziyet… Kuran’ın ve Hazret-i Peygamber’in yaratmak istediği toplum bir hiyerarşi ya da kast toplumu değil, fakir olsun zengin olsun kimsenin toplumsal kökeninden dolayı yeteneklerini geliştirme imkanından mahrum kalmadığı eşitlikçi bir toplumdur. Yani Kuran öyle bir toplum yaratmak ister ki kişi, toplumun en fakiri bile doğmuş olsa yeteneklerini ve meziyetlerini geliştirecek olanaklara sahiptir ve toplumda yetenekleri ölçüsünde yükselebilir.
Kuran insanlığın evrensel sorunlarına ve ıstıraplarına bir yanıttır. Fakat İbrahim Suresinin deyimiyle her peygamber öncelikle kendi kavminin diliyle, yani o kavmin kültür birikimi üzerinden derdini anlatır. Burada evrensel ve çağlarüstü olan Kuran’daki yedinci asır kültür birikimi değil, o birikimin sanatkarane işleniş şeklidir. Savaşçı, avcılıkla geçinen, ticaretle uğraşsa da özünde bir tarım toplumu olan, cinlere ve büyüye inanan bir toplumla ilk muhataplığını kurmuş olan Kuran’ın bugüne hala söyleyebileceği bir sözü olduğunu görebilmek istiyorsak (1) çağımızın sorunlarını iyi bilmeli, (2) Kuran’ın edebiyatını hissetmeyi öğrenmeli ve (3) yedinci asır kültür havuzunda ifade edilmiş ibarelerin sanayi devrimini, demokrasi devrimini, bilim devrimini vs yaşamış yirmibirinci asır için ne anlama geldiğini anlamak yani Gadamer’in deyimiyle ufukları kaynaştırmak zorundayız. Bir not olarak söyleyeyim: Kuran’ın ve çağımızın ufuklarını kaynaştırmadığımız sürece dinin ve İslam’ın kaybetmeye mahkum olduğunu da söylemek zorundayız. Bugünkü deizm tartışmaları bu ilişkisizliğin ürünüdür herşeyden önce.
-
Bu yazıyı geleceğe yönelik ümitli bir ruh haliyle ve geçmişimizi bu ümitle eleştirerek bitirebilirdik. Yani Soğuk Savaş sonrasında komünist ütopya tümden çökmüşken ve kapitalizme alternatif bir iktisadi düzenin tartışılmasına bile izin verilmezken Kuran’ın iktisadi normlarının ne kadar güncel olduğunu ve bu normların bugünün tüm iktisadi zulümlerine ve sömürülerine nasıl mani olup sadece en zengin yüzde bir için değil, fakir sınıflar ve fakir ülkeler başta olmak üzere tüm insanlık için nasıl bir kalkınma vaadi sunduğunu ve İslam’ın nasıl olup da iki dünya saadetinin dini olduğunu…
Ve bu bitirişte geleneksel İslam’la sınırlı kalmaya çalışmanın nasıl handikaplara yol açtığını ve açabildiğini de ümitli bir ruh haliyle dile getirebilirdik. Osmanlı ve Endülüs barışını yaratabilmiş geleneğimizin içinde yaşıyor olduğumuz çağı nasıl ıskaladığını, iyi niyetlerle yaratılan faizsiz finans sisteminin nasıl olup da bir faiz düzeni yaratmış olduğunu, güncellenmemiş zekat fıkhının –ki bugün fakire verilen zekat kullanılmış mendil kadar bile bir değere sahip değildir- nasıl olup da muazzam bir zengin-fakir kutuplaşması yaratmış olduğunu, laik devleti kafir sayan geleneksel fıkhın Müslüman zenginlerde nasıl olup da hiç vicdan azabı duymadan vergi kaçırmaya sebep olduğu, “Allah’ın verdiği nimeti üzerinde tezahür ettir” hadisinin yanlış uygulamasının nasıl olup da doksan yıldır ilk defa dindar kesimde zenginlere karşı bir nefret yaratmış olduğunu, son yirmi yılda geleneksel fıkha dayanılarak nasıl olup da kamusal olanakların dindar kesimce talan edilmiş olduğunu, ya da pasif devrimi, yani Türkiye’de dindarların son yirmi yılda nasıl olup da kapitalist bir ahlaka teslim olmuş olduğunu, geleneksel fıkhın bu zaaflarında bu fıkhın seküler bilimlere kapalı oluşunun ve fıkhın tedvin edilmiş olduğu dönemde ısırıcı saltanatın hakim olmuş olmasının geleneksel fıkhı nasıl İslam’ın çağlar üstü devrimci değerleri konusunda kısır bırakmış olduğunu vs konuşabilir, ümitli bir ruh haliyle İslam’ın kökten bir biçimde tecdit edilmesi gerektiğini tartışabilir ve İslam’ın iktisadi normlarının sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için ne kadar büyük bir kazanım vaat ettiğini ve bunun için İslam halklarının bir yandan kendi kalkınmalarını yeniden tasarlarken bir yandan Tevbe Suresindeki Cihad Ayeti’nde zikredildiği gibi “altını ve gümüşü istifleyip bunu halkın yararına infak etmeyen en zengin yüzde birle savaş” ayetinin nasıl yeryüzünün tüm halkları namına küresel bir mücadeleyi ve cihadı bize buyurduğunu konuşabilirdik.
Fakat son on yılda yaşadığımız travmalar bizleri o kadar ümitsiz bir ruh hali içine soktu ve düşünce dünyalarımızı öylesine dar bir alana hapsetti ki, bir zamanlar bir medeniyet ve insanlık davasıyla yola çıkmış ümmetin –ki bir entelektüel olarak motivasyonumu hep bu idealden aldım- bu yazıda söylediklerime en ufak bir kulak kabartıp kabartmayacağına bile emin değilim. Dünya 1929 ölçeğinde ağır bir buhran geçiriyor, dünya önümüzdeki elli yıl içinde ciddi dönüşümler geçirecek ve yeryüzünde adaletin şahidi olması gereken Müslümanlar o kadar dar dünyalara hapsolmuş durumdalar ki, bu sorunları tartışmak isteyecek ve bu hususta yeryüzünde söz sahibi olmak isteyecek bir 21. Asır Ali Şeriatisi, Seyyid Kutup’u ya da Seyyid Hüseyin Nasr’ı bulabileceğimizden pek o kadar emin değilim. Ümmetimiz son on yılda Sad Suresinin deyimiyle ‘muzziqtum kulle mumazzaqin’ yani unufak oldu ruh haliyle. Bir ‘halki cedit,’ yani yeni yaradılış mümkün… Fakat bu yeni yaradılış için kendi sorunlarımızı yeryüzünün sorunlarına bağlamayı öğrenmemiz gerekiyor. Türkiye’nin ve İslam aleminin krizini yeryüzünün kriziyle beraberce düşünüp sadece İslam ümmeti ve Türkiye için değil, tüm insanlık için güzel bir yeryüzü hayali peşinde düşünmeyi ve eylemeyi… Yani şu anda tek başına birer birey olarak bu acıları hissediyor olsak da, kendi küçük çevremizde aynı Muhammedmiş gibi tek başına yeryüzü ve insanlık için yola çıkmayı…