23 Haziran 2022’de Türkiye’nin en önemli dinî gruplarından biri olan İsmailağa Cemaati’nin postnişini Mahmut (Ustaosmanoğlu) Efendi vefat etti. Ertesi gün yapılan cenaze merasiminde Mahmut Efendi’nin oğlu, babasının vasiyeti gereği cemaatin başına Hasan (Kılıç) Efendi’nin geçeceğini açıkladı. Devlet erkânının da katıldığı, bütün medya kuruluşlarının takip ettiği bir cenaze töreninde yeni postnişinin kamuoyuna ilan edilmesi alışılmadık bir durumdu. 25 Haziran günü cemaatin resmi web sitesinde
23 Haziran 2022’de Türkiye’nin en önemli dinî gruplarından biri olan İsmailağa Cemaati’nin postnişini Mahmut (Ustaosmanoğlu) Efendi vefat etti. Ertesi gün yapılan cenaze merasiminde Mahmut Efendi’nin oğlu, babasının vasiyeti gereği cemaatin başına Hasan (Kılıç) Efendi’nin geçeceğini açıkladı. Devlet erkânının da katıldığı, bütün medya kuruluşlarının takip ettiği bir cenaze töreninde yeni postnişinin kamuoyuna ilan edilmesi alışılmadık bir durumdu. 25 Haziran günü cemaatin resmi web sitesinde
Cemaat kamuoyuna açıklığını taziyelerde de devam ettirdi ve pek çok cemaat lideri ve hoca efendinin taziye ziyaretlerine ait fotoğrafları sosyal medya hesaplarından paylaştı. Oysa dinî gruplar uzun yıllar boyunca bir strateji olarak gözlerden ırak kalmayı tercih etmişti. Acaba bu değişimin altında yatan faktörler nelerdi ve değişim nasıl bir süreç içerisinde meydana geldi?
Mehmet Halit Bayrı İstanbul folklorunu anlatan eserinde Osmanlı’nın son döneminde tarikatlara dair kıymetli bilgiler verir. Buna göre İstanbul’da 307 tekke vardı; en fazla tekke Kadirilere aitti, bunları Nakşiler ve Rufailer takip ediyordu. Fakat Bayrı, II. Mahmud döneminde kaldırılan Bektaşilerin kendilerini Nakşiler içinde gizlediklerini, dolayısıyla Nakşi tekkelerin bir kısmının Bektaşi tekkesi olduğunu da söyler. Bunun dışında açıkça Bektaşi olduğunu söyleyen tekkeler de az değildi. Her tekke haftanın bir günü öğle namazından sonra halka açık zikir yapardı. Hatta Mevlevi ve Rufai zikirlerine izleyici olarak gayrimüslimler bile kabul edilirdi. Dolayısıyla halk gündüz vakti istediği tarikatın zikrini seyredebiliyor; bu arada hastalıklarına şifa arıyordu. Fakat iki tarikat, Bektaşiler ve Halvetiler dışarıya kapalıydı. Bektaşiler ayinlerini akşam yaparlardı. Bayrı’nın ifadeleriyle, “İstanbul halkı Bektaşilere daima tereddütle bakar, onların korkulacak, kaçınılacak bir tarafı olduğunu farz ve tahmin eder, bu ruh hâli içinde Bektaşilerden uzak kalırdı. İstanbul halkının yanında Bektaşi tekkeleri birer kilitli kutu idi… Bektaşilerin ser verip sır vermedikleri söylenir, Bektaşi sırrı herkeste korku doğururdu… Bektaşilerden başka halk Halvetilere de pek memnun bir gözle bakmazdı. Gizlilik, kapalılık, görünmemezlik hoş bir telakki ile karşılanmaz, kalpleri şüphe ateşiyle tutuşurdu.”
Her hâlükârda din ve tarikatlar hayatın merkezinde yer aldıklarından Kurtuluş Savaşı’nda Ankara Hükümeti de yoğun dinî seremonilerle faaliyetlerine başladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi özel bir tarih olarak cumaya denk gelen 23 Nisan’da açıldı, açılış öncesi Kur’an hatmi ve Buhari-i Şerif tilavetine başlandı, bütün milletvekilleri Cuma namazını Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde kıldılar. Namaz sonrası Hz. Muhammed’in mübarek sakalı ve sancak-ı şerif ile kortej halinde meclis binasına geçildi, kurbanlar kesilip dualar edilerek binaya girildi. Bu kadar yoğun bir dinî gösterinin altında son şeyhülİslâm Dürrizade Abdullah Efendi’nin 11 Nisan 1920’de yayınlanan ve Kuvayı Milliyecileri dine ve halifeye karşı gelmekle itham eden beş fetvasının etkili olduğunu söylenir.
Büyük Millet Meclisi açıldıktan bir gün sonra başkanlık divanı seçimleri yapıldı, Mustafa Kemal Paşa birinci başkanlığa, birkaç ay sonra ilk Adalet Bakanı olacak Celaleddin Arif Bey ikinci başkanlığa getirildi. Birinci başkan vekili olarak Abdülhalim Çelebi, ikinci başkan vekili olarak ise Cemaleddin Çelebi seçildi. Bu son iki isim oldukça dikkat çekicidir. Abdülhalim Çelebi Konya Mevlana Dergâhı’nın azledilmiş postnişini idi, 1921’de tekrar şeyhlik görevine iade edildi. Cemaleddin Çelebi ise Hacıbektaş Veli Dergâhı’nın şeyhi ve Kırşehir milletvekili idi. Hasta olduğunu bildirmesine rağmen bu göreve seçilmişti.
İki şeyhin ilk mecliste başkan vekili olarak seçilmesi İstanbul’daki Halife Padişah ve Şeyhülİslâm fetvaları karşısında hâlâ kafası karışık olan Anadolu halkına karşı Ankara Hükümeti’nin, büyük dinî gruplar aracılığıyla meşruiyetini pekiştirme çabası olarak da yorumlanabilir.
ile tekkeler kapatıldı. Binalar cami ve mescit olarak kullanılabilecek ancak zikir yapılamayacaktı. Aynı kanunla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik unvanlarının kullanımı, bunlara ait faaliyetlerin ifası ve özel giysilerin giyilmesi de yasaklandı. Kanuna göre şeyhlik, halifelik iddiasında bulunanlara asgari altı ay hapis, ağır para cezası ve en az bir yıllık sürgün cezası verilecekti.
Kanundan sonra tarikat gruplarının bir kısmı faaliyetlerini yavaş yavaş durdurdu, ama önemli bir kısmı tekkeleri olmaksızın devam etti. Örneğin kanun çıkana kadar Ankara, İstanbul, İzmit ve Kastamonu gibi illerde canlı tekkeleri bulunan Bayramiyye tarikatının daha sonraki faaliyetleri hakkında bir bilgi yoktur.
Kanun sonrası Mevleviler asitanelerini Halep’e taşıdılar, 1944’e kadar dervişler bu yeni merkezde çilelerini çıkarıp sema törenlerini icra ettiler. Daha sonra Mevlevilik tarikat vasfını kaybedip kültürel bir yapıya büründü.
Anadolu’ya 18. yüzyılda gelen Sa’diyye tarikatının varlığı tekke olarak yeterince kurumsallaşamadıkları, maddi kaynak yetersizliği, müritlerinin azlığı ve bir kısmının Arap ülkelerine göç etmesi gibi sebeplerden dolayı çok zayıfladı, ama tamamen yok olmadı.
Özellikle Nakşibendiler, Kadiriler, Halvetiler ise faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat bu tarikat grupları içerisinde de kendilerini tamamen gizleyenler vardı. Örneğin tekkeler kapatıldığı zaman Halvetiliğin Uşşakiye kolu postnişini olan Yamalı Baba ululemre itaat ilkesi gereği “mahfi” yaşamış, kendisine bağlı olanlar dışında kimse onun şeyh olduğunu öğrenememişti.
Cumhuriyetin ilk yıllarında doğrudan dinle ve tarikatlarla ilişkilendirilen ilk sansasyonel olay Menemen’de asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın öldürülmesidir. Menemen Olayı’nda dahli olduğu gerekçesiyle Nakşi şeyhi Erbilli Esad Efendi yargılanmak üzere Menemen’e sevk edildi. Esad Efendi II. Abdülhamid’in damadı tarafından saraya çağrılan, İstanbul’da şeyhlik alan, daha sonra II. Abdülhamid tarafından Erbil’e sürgün gönderilen, II. Meşrutiyet’le birlikte İstanbul’a dönen, Cemiyet-i Sufiye’nin ikinci başkanlığını yapan çok tanınmış bir kişiydi. 1925’te tekkelerin kapatılmasından sonra İstanbul’daki evinde polis gözetimindeydi. Menemen Olayı’nda idama mahkûm edildi, ancak hastanede tedavi görürken vefat etti (1931), oğlu Şeyh Mehmed Ali Efendi’nin idam cezası ise infaz edildi.
İlerleyen yıllarda kamuoyu Ticaniler isimli bir tarikat grubunun eylemlerini duydu. Cezayir kökenli Ticani tarikatına bağlı olduğunu iddia eden Kemal Pilavoğlu ve müritleri 1949 yılında Millet Meclisi’nde Arapça ezan okumaya kalkıştılar. Anadolu’da bilinmeyen bu tarikatın adı ikinci kez 1951’de Atatürk heykellerine saldırılarla gündeme geldi. 27 Şubat 1951’de önce Kırşehir’deki Atatürk büstü parçalandı, daha sonra yirmi ayrı yerde büst ve heykellere yönelik saldırılar görüldü. Kamuoyunda “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen
’un Demokrat Parti iktidarı tarafından gündeme getirilip 25 Temmuz 1951’de yasalaşmasını sağlayan da bu eylemlerdir.
Daha sonra Pilavoğlu tutuklandı, bir süre hapis yattı ve sonra Bozcaada’ya sürgüne gönderildi.
1951’de özellikle Siyonizm ve Masonluk aleyhine yazıları ile tanınan gazeteci yazar Cevat Rifat Atilhan tarafından İslâm Demokrasi Partisi isimli bir parti kuruldu ve teşkilatlanmaya başladı. Partinin kuruluşu İslâmcı dergiler dışında medyada yankı bulmadı ancak partinin kısa sürede Anadolu’nun farklı illerinde şubeler açması kamuoyunun dikkatini çekti, hakkında yazılar yazılmaya başlandı. Fakat dikkat çekici biçimde Said Nursi, kendisinden destek talep edilmesine rağmen İslâm adını kullanan bu partiye karşı mesafeli durdu ve Demokrat Parti’yi destekledi. İslâm Demokrasi Partisi dini siyasete alet etmek ve din propagandası yapmak gibi gerekçelerle 1952 yılında kapatıldı.
1930’lu yıllarda gazete manşetlerinde irtica, şeyh, mürit, tarikatçı, tarikat ayini gibi kelimeler yer almaya başladı. Bu manşetlerin bir kısmı Nurcularla ilgiliydi, fakat basın açık bir şekilde “Nurcu” kelimesini 1953’ten itibaren kullanmaya başladı. 22 Kasım 1952’de Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’a suikast girişimi (Malatya Hadisesi) bir taraftan çeşitli dernek ve yayın organlarını da içine alan geniş bir soruşturmanın konusu olurken (suçlananlar arasında Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti ve Cevat Rifat Atilhan da vardır) diğer taraftan basının din ve irtica konusunu yoğun bir şekilde işlemesine yol açtı. Aslında Nurcuların bu olayla herhangi bir şekilde ilgisi olmamasına rağmen medyada Malatya hadisesi ve Said Nursi hakkındaki haberler beraber verildi. Bu yıllarda çok sayıda manşette “Said Nursi”, “Nurcular” ve “Nurcular Cemiyeti” ifadeleri yer aldı.
Bu gelişmeler içerisinde dinî gruplar kendilerini ön plana çıkarmaktan, bir başka ifadeyle “görünür” olmaktan özellikle kaçındılar. Aşağıda göreceğimiz üzere gazeteler, kitaplar ve broşürler ile aleyhlerinde çok fazla propaganda yapılan Nurcular ve Süleymanlılar erken tarihlerde kendilerini kamuoyuna tanıtacak hamleler yaptılar. Fakat onlar bile lüzum gördükleri kadar açıklama yapıyorlardı. Dinî gruplar bilinçli olarak kendilerini kamuoyundan gizliyorlardı.
Din sosyolojisi kitaplarında kamuoyuna açık olmayan ve “sır cemiyetleri” denilen gruplardan bahsedilir. Simmel bu toplulukların varlığını baskıya ve kolluk kuvvetlerinin sıkı kontrolüne bağlar. Topluluk baskıdan kurtulmak için önlemler almaya çalışır ve Simmel’e göre bu “koruyucu önlemlerin en radikali görünmezliktir”. Bireyler tek tek toplumda olağan hayatlarını sürdürürler ancak grup olarak varlıkları bir sırdır.
Türkiye’deki dinî gruplar da resmi kimliklerini kaybettiklerinden ve kamusal alanda legal faaliyetlerde bulunamadıklarından dolayı zaman içerisinde toplumun çoğunluğu tarafından bilinmeyen gizli gruplar haline geldiler. Şüphesiz özellikle aile, akraba veya arkadaşlarından dolayı gruplara dâhil olmadığı halde varlıklarından haberdar olan insanlar söz konusuydu. Bunların dışında bazı kişiler yüzeysel bilgilere sahipti, bazı kişiler ise grupların varlığını hiç duymamıştı. Toplumun normal şartlar altında bu grupları duyması, merak edip bilgi toplaması oldukça zordu. Her şeyden önce devletin resmi televizyon ve radyosunda bu gruplar haber olarak bile yer almazdı. Yukarıda bahsettiğimiz üzere zaman zaman özel gazete ve dergilerde haberler oluyordu. Gruplarla ilgili çok az basılı kaynak vardı. Ancak bu kaynaklardan haberdar olmak ve edinmek de kolay değildi.
Bazı kişiler dinî gruplar hakkında kabaca “Nurcular ve Hûcular” diye bir tasnif yapmıştı. Aslında bu oldukça gerçekçi bir tasnifti. Hûcular denildiğinde tarikat grupları, Nurcular denildiğinde Risale-i Nur grupları anlaşılıyordu. Yine de bu tasnifi kullanan herkesin detay konusunda bilgisi yoktu.
Dinî gruplar hakkındaki bu bilgisizlik beraberinde bazı önyargıları da getiriyordu. Dinî gruplar içerisinde efsunlu olayların olduğu, grup mensuplarına yurt dışından paralar geldiği, dinî gruba giren bir kişinin bir daha çıkamayacağı gibi şeyler söyleniyordu. Genel anlamda dine saygılı Anadolu halkı, bu bilinmezlik ve resmi takibattan dolayı cami cemaatini ve Diyanet’i tercih ediyordu.
Türkiye’de dinî grup mensupları hâkim kültür içerisinde bir alt kültür oluşturuyorlardı. “Alt kültür” kavramı en başta yadırgatıcı gelebilir. Ancak Türk toplumunun yaşadığı dindarlık sosyolojik anlamda halk dindarlığına daha yakındır, dinî gruplarda ise kitabi dindarlık, hatta bunun ileri boyutu söz konusudur. Toplum dinî grupların içerisinde var olan bir takım tutum, davranış ve ibadetlerden habersizdi. Örnek olarak tarikat gruplarında zikir yapılıyor ve virdler okunuyor, Nurcular arasında uzun tesbihatlar yapılıyor ve Cevşen okunuyordu. Grup mensupları sadece karşılaştıklarında değil, ayrıldıklarında da “selamün aleyküm” derler; birisi hapşırdığında “Çok yaşa,” yerine “yerhamükellah”, “yehdîna ve yehdikümüllah” gibi sözler söylerler; müzik dinlenmez, spor giysiler tercih etmez, evlerde haremlik-selamlık misafir kabul eder, bayramlarda namahrem diye yengelerle veya karşıt cinsten kuzenlerle tokalaşmazlardı... Fakat grup mensubu her davranışını topluma detaylı olarak açıklamaz, genelde bir mazeret uydururdu: Düğünlerden sıkıldığını, spor giysi tercih etmediğini söylerdi. Tarikat mensubuysa rabıtasını gizli yapar ya da Nurcuysa namaz sonrası “Salaten tuncina” duasını kimse yokken okurdu. Aslında grup mensuplarının dikkat çekmemeye çalışarak yaptıkları bütün bu hususlar dinî eğitim almış imamlar ve din dersi öğretmenleri gibi kişiler tarafından da bilinirdi. Ancak onlar bu detaylara çok ehemmiyet vermediklerinden ve uygulamadıklarından dolayı grup mensupları tarafından eleştirilirdi..
Dinî grupların kendi içlerinde veya birbirleri aralarında kamuoyuna yansımayan bir takım tartışmalar olabiliyordu. Örneğin bir şeyhin vefatından sonra –gayet olağan bir şekilde- liderlik mücadelesi yaşanıyordu. Tarikat gruplarındaki mürşid-i kamil ve rabıta yaklaşımları tarikat mensubu olmayanlar tarafından eleştiriliyordu. Bunun yanında Türkiye’nin darül-harb olup olmadığı, Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı,
gayrimüslimlerin cennete gidip gitmeyeceği gibi tartışmalar yaşanmıştı. Bütün bu tartışmalar grupların kendi kamuoylarında veya yayınlarında yer alır, ancak geniş halk yığınları tarafından bilinmezdi. Dışarıya aktarılan bilgi oldukça sınırlı olduğu için bazen bir dinî grubun liderinin kim olduğunu öğrenmek bile çaba gerektirirdi.
Gruplar arasında yazılı olmayan bir “centilmenlik anlaşması” vardı. Bunun hâlâ devam ettiğini söyleyebiliriz. Eğer bir grup kavgalı bir şekilde diğerinden ayrılmadıysa onun hakkında açıkça suçlayıcı ifadeler kullanmaktan çekinirdi. Burada hâkim söylem bütün grupların esas olarak aynı amaca hizmet ettiği, bu amaç uğrunda herkesin farklı bir araç kullandığı şeklindeydi. Genelde gruplara yeni katılanlar bir süre sonra diğer gruplardan da haberdar olurlar, büyüklerine bu gruplar hakkında soru sorarlardı. Bu soruların bir tanesi, aynı ümmetin fertleri olarak niçin farklı grupların olduğu idi. Burada ulaşım araçları örnek verilirdi. Buna göre, her bir dinî grubun hedefi aynıydı ama bu hedefe ulaştıran vasıtalar farklıydı. Kimi otobüs, kimi tren, kimi uçak kullanarak aynı hedefe doğru gidiyordu.
Gruplar arasındaki bu görünmez centilmenlik anlaşması, onların birbirine oldukça yakın olduğu anlamına gelmiyordu. Gruplar esas itibarıyla birbirlerinin rakibidirler, grup kimliğinin oluşması için sosyolojideki iç grup-dış grup (biz ve onlar) ayrımının
[1] işletilmesi gerekir. Öncelikle dinî grup (iç grup) kendini dindar olmayanlardan ayırt eder, ikinci olarak da diğer dinî gruplardan farkını ortaya koymaya çalışır. Böylelikle dinî grup mensupları uhrevi açıdan en kolay ve emin bir şekilde kurtuluşa erecek bir topluluğun parçası olmaktan büyük bir memnuniyet duyar.
Dini gruplar doğal olarak daha fazla insana ulaşmak hedefindedir. Ancak bunun için yakın tarihte kitle iletişim imkânlarından faydalanmak yerine birebir ilişkiler tercih ediliyordu. Çünkü kitle iletişim araçları her şeyden önce dinî grupların deşifre olması anlamına geliyordu. Oysa 1990’larda Hristiyan misyonerler “Hiç İncil okudunuz mu?” sorusuyla ulusal gazete ve dergilere ilanlar veriyorlar, kendilerine mektup yollayan kişilere çeşitli dokümanlar ve kitaplar gönderiyorlardı. Dinî gruplar deşifre olma pahasına böyle bir reklam yolunu tercih etseler, yani örneğin Risale-i Nur külliyatının reklamını vermek isteseler muhtemelen büyük medya kuruluşları tarafından reddedileceklerdi. Bu ve benzeri gerekçelerden dolayı dinî gruplar kartopu tekniği ile genişlemeyi tercih ediyordu: Gruba her gelen kişi bir arkadaşını da getirmeye çalışıyor ve bu başarıldıkça grup yavaş yavaş büyüyordu.
Aslında dinî neşriyat (kitap, gazete, dergi) 1940’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de güçlenerek günümüze kadar gelmiştir. 1970 ve 80’lerde de çok sayıda dinî dergi ve dinî kitap vardı. Ancak bu dinî dergiler, diğer popüler dergiler gibi gazete bayilerinde değil, özel kitabevlerinde satılır veya abonelik yoluyla okuyucusuna ulaşırdı. Dinî gazete ve dergi satışlarının popüler medyanın önüne geçtiği istisna durumlar olsa da büyük yayın kuruluşları “kendinden menkul olduğu” gerekçesiyle bu rakamları kabul etmiyordu. Büyük şehirlerde dinî yayıncılığın belirli merkezleri bulunuyordu. Ankara’daki Hacı Bayram ve İstanbul’daki Beyaz Saray bunların en bilinenleridir. Şehirler küçüldükçe daha küçük pasajlar veya kitabevlerinde bu yayınlar bulunurdu.
Bu dönemde dinî gruplar bir taraftan kendilerini topluma anlatmak istiyor ama diğer taraftan tam anlamıyla da görünürlükten kaçınıyorlardı. Çünkü bu durumda kolluk kuvvetlerinin dikkatini çekebilirlerdi. Kitle iletişimindeki maddi imkân(sızlık)lar da onların bu durumlarını destekliyordu: Görünmek isteseler de görünemezlerdi ve gerçekte o kadar da görünür olmak istemiyorlardı.
Görünür Olmamanın Felsefesi: İhtiyat, Teenni, Tedbir
Dinî grup faaliyetlerinin sürekli gözetim altında tutulması “ihtiyat”, “teenni”, “tedbir” gibi ilkelerin gelişmesine yol açtı.
Kâmûs-ı Türkî’de ihtiyat, “İleride lüzum görülür ihtimal ve mülahazasıyla tedbirli davranma; basiret, tedbir, gafletin aksi; hâlihazırda zait gibi görünüp ancak ileride lüzumu ihtimâline binaen saklanan şey” olarak tanımlanır.
[2] Nurcu gruplar tarafından neşredilen bir sözlükte ihtiyatın anlamları, “Sakınmak; işleri iyi düşünmek; tedbirlilik; işlerde basiret üzere bulunmak; yedek” şeklinde sıralanır.
[3] Görüleceği üzere
Kamus-ı Türkî’de ikinci planda kalan sakınma ve basiret bu sözlükte ön plana çıkmıştır. Bunun sebebi açıktır, zira Said Nursi’nin eserlerinde sürekli olarak ihtiyata vurgu yapılır, hatta “tam ihtiyat” terkibi kullanılır. İhtiyat ilkesine göre Risale-i Nur talebeleri yabancılarla ilişki kurarken dikkatli olmalı, siyaset konularına girmemeli, dindar olmayanların dikkatini çekecek faaliyetlerde bulunmamalı, hatta güvenmedikleri kişilere Risale-i Nurlardan bahsetmemelidir.
[4] Nurcu gruplar arasında hâlâ ihtiyat ilkesinin sürdürülmesi gerektiği noktasında görüşlerin serdedildiğini görüyoruz. Örneğin
Yeni Asya gazetesi köşe yazarlarından Cevat Çakır 2021’de konuyla ilgili peş peşe altı köşe yazısı kaleme aldı. Bu dizinin ilk yazısı, “Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur’un teşekkülü esnasında talebelerine sürekli ihtiyat ile hareket edilmesini tavsiye etmiştir. Gerek Risalelerin basımı, dağıtımı ve gerek mahkeme safhaları gibi her konuda ihtiyatı tavsiye etmesi bugün de aynı hassasiyetin bizler tarafından da uygulanması gerektiği kanaatini taşıyorum,” cümleleriyle başlar.
[5]
Risale-i Nurların dışında çeşitli İslâmcı dergilerde ihtiyat, teenni ve tedbiri konu edinen yazıların kaleme alındığını görüyoruz. 1997 yılında
Ribat dergisinde çıkan bir yazıda, bazı konular istisna olmak üzere, söz konusu ilkelerin Müslümanların tutum ve davranışlarında esas olması gerektiği vurgulanır.
[6] Yazıda yer alan teenni “Bir işi acele etmeden iyice düşünerek yapma, temkinli ve ihtiyatlı davranma” anlamına gelmektedir ve Hz. Peygamber’in “Teennî Allah’tan, acelecilik şeytandandır” buyurduğu rivayet edilir.
[7] 1995’te
Değişim dergisindeki bir soruşturma dosyasında İbrahim Ethem Deveci Türkiye’de yoğun bir değişim talebi olduğunu, bu talebin büyük bölümünün dindar insanlardan geldiğini belirttikten sonra “değişim aktörlerinin teenni ile, basamakları atlamadan hareket etmeleri” tavsiyesinde bulunur.
[8]
Ahmet Belada tedbirin “bilgi ve ihtiyat esasına dayandığı”nı; korkma, kaçma gibi manalara gelmediğini, tedbirli davranmanın iman ve akl-ı selim sahibi kişilerin özelliği olduğunu belirttikten sonra ekler: “Aksi takdirde sivri, ricid davranış ve çıkışlarla dikkatleri üstüne çekmektir ki, bu olabilecek işlerin olmasını baltalamak demektir. Emeklerin telef olması, elemanların telefi anlamına gelir.”
[9]
Hatırat kitaplarına baktığımızda ihtiyat ilkesinin hem grup hem de bireysel olarak uygulandığını görüyoruz. Gümüşhanevi Dergâhının halifelerinden Ömer Lütfi Efendi’nin kızı Atiye 1940’lı yıllarda lisenin kapısına geldiğinde başını açar. Öğretmenleri onun başını örttüğünün hiçbir zaman farkına varmaz, zira “Atiye kendisini gizlemeyi çok küçük yaşlardan itibaren öğrenmiştir.”
[10] İmam Hatip liselerinin kuruluşunda büyük emeği olan Celalettin Ökten’in kızı Dr. Hümeyra Ökten, 1949’da mezun olduğu Tıp Fakültesi öğrenciliğinde ve akabindeki asistanlık yıllarında namaz kıldığını hep gizler. 1953’te görevli olarak gittiği hac dönüşü başını kapatsa da hocalarının kabul etmemesi üzerine başını açar. Dr. Ökten uzmanlığını bitirdikten sonra başını örtmeye başlar.
[11]
Nevzat Kor 1960’ta üniversitede asistan iken şeyhi Mehmet Zahit Kotku ile hacca gider. Fakat üniversite hacca izin vermediği için Beyrut üzerinden yolculuk yapar, iznini de Beyrut ziyareti olarak alır.
[12] 1961-62’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü müdürlüğünü fizik profesörü Celal Saraç yürütür. Hayreddin Karaman’a göre Saraç, “dindar bir aileye mensup gizli dindar”dır.
[13]
Ümit Meriç İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde çalışırken, 1970’lerin sonuna doğru namaza başlar. Fakültede namazını kılarken kimsenin görmemesi için odasının kapısını kilitler, ışıkları söndürür. Kendi ifadesiyle, “Loş bir mağaranın kuytularında dua eden ilk Hristiyanlar gibi böyle kaçamak namaz kılar.”
[14]
1997’ye kadar 14 yıl 7 ay öğretmen subay olarak görev yapan İskender Pala namaz kılarken kendisini kimsenin görmemesi için özel bir çaba sarf etmiştir ve bu süre içinde karargâh içinde namaz kılarken sadece bir kişi onu görmüştür. Dışarıda Cuma namazlarına gider, ama vakit namazlarını diğer dindar subaylar gibi ya kapısını kilitleyip gizlice kılar ya da akşam evinde kaza eder.
[15]
Simmel “Herhangi bir konu hakkında sessizlik beklenmeden önce, sessizliğin öğrenilmesine ihtiyaç duyulur,” der.
[16] Tam da bu tespite örnek olacak şekilde Mehmet Efe, 1980’lerdeki dindar gençleri ele aldığı
Mızraksız İlmihal isimli romanda, kendini gizleme, sürekli bir tedbir ve temkin halinin dindarın psikolojisi haline geldiğini -eleştirel bir şekilde- şu cümlelerle anlatır: “Tedbirli olmalı, her şeyi her yerde söylememeli tamam da, bu felsefe bizim bütün hayatımız oldu nerdeyse! Belki bu yüzden kendimi her an düşecekmiş gibi hissediyorum. Sürekli, vahşi ve tedirgin edici bir ürperti duyuyorum, vahşi bir yabanlık. İnsanı içine kapatıyor bu duygu.”
[17]
İhtiyattan Seçim Deklarasyonlarına
Dinî gruplar içerisinde süreli yayın çalışmalarına ilk başlayan grup Nurculardır. Nakşi gruplar ve Süleymanlılar çok daha sonraları dergi yayınına başladılar.
[18] Nurcular 1960’lardan itibaren
Bediülbeyan,
İrşad,
Hareket,
İhlas,
Zülfikar,
Uhuvvet,
İttihad gibi kısa süre yayın hayatında kalan ve sonra mahkeme emriyle kapatılan gazeteler çıkardılar. 1970’de kurulan
Yeni Asya gazetesi ise halen yayın hayatına devam ediyor. Bu yayın hayatı süresince bazı radikal çıkışlara da sahne oluyoruz. Örneğin 1964’te muvazzaf general Faruk Güventürk’ün “Nurcular yeşil komünisttir. Rusya’dan para alıyorlar,” şeklinde
Milliyet gazetesinde yayınlanan beyanatına karşı
Zülfikar gazetesinde iki yazıyla sert bir cevap verilmişti.
[19] General Güventürk aynı yıl (1964) yayınlanan
Din Işığı Altında Nurculuğun İçyüzü başlıklı bir kitabın da yazarıydı. 1964’te dikkat çekici bir şekilde Nurculuk hakkında peş peşe kitaplar yayınlanmıştı. Güventürk’ün kitabı dışında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından basılan Neda Armaner’e ait
İslâm Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk (Ankara, 1964), Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan
Nurculuk Hakkında (Ankara, 1964) ve Çetin Özek tarafından kaleme alınan
Türkiye’de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İçyüzü (Varlık Yayınları, İstanbul, 1964) isimli kitapları görüyoruz. İsmail Kara’ya göre bu kitaplar Nurculuğa karşı yürütülen bir projenin parçasıydılar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın neşrettiği kitaba karşı aynı yıl Nurcular tarafından
Diyanet İşleri Reisliği Nurculuk Hakkında Ne Diyor? (İzmir, 1964) başlıklı bir reddiye kitap çıkarıldı.
[20] Muhtemelen Nurcular kendi aleyhlerinde yapılan bu geniş çaplı propagandaya karşı hem kitap hem de gazete yoluyla cevap vermek zorunda kalmışlardır.
Benzer bir savunma Süleymanlılar tarafından yapılmıştır. Abdurrahman Şeref Laç 17-21 Şubat 1968’de
Babıalide Sabah gazetesinde tırnak içinde “Süleymancılık” başlığı altında beş köşe yazısı kaleme almıştı. Grup bu yazıları toplayıp
Solcuların Süleymancılık Uydurmasına Cevap adı altında tarihsiz, müstakil bir kitapçık olarak bastırıp dağıttı. 1970’te bu kitapçık genişletilerek Konya’da yeniden basıldı ve kamuoyuna sunuldu. Bu yeni baskıda Süleyman Hilmi Tunahan’ın hayatına ve Necip Fazıl Kısakürek’in grupla ilgili yazılarına da yer verildi. 1986’da bu kitapçık ve diğer bir takım belge ve yazılar eski İçel milletvekili Ali Ak adına, daha büyük bir kitap olarak basıldı.
[21] 1987’de yine Ali Ak adına bir kitap daha yayınlandı. Bu kitapta özellikle gruba ait olan Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Dernekleri Federasyonu’nun tüzüğü, üye dernek sayısı, gelir kaynakları konusunda bilgiler ve öğrencilerin devam ettikleri eğitim kurumlarına dair örnek tablolara da yer verildi.
[22] Bu kitaplar grubun şeffaf bir şekilde kendini kamuoyuna tanıtma çabasının bir göstergesidir.
1978-1980 arasında çıkan
Şura,
Tevhid ve
Hicret gazetelerinde, daha sonraki dönemlerde çıkan
Şehadet, Mektup gibi bazı dergilerde siyasi açıdan oldukça radikal görülebilecek yazılar ve görseller yer alırken, 1980 ve 1990’larda yayın hayatına başlayan büyük dini grupların dergileri Afgan Cihadı ve Filistin konuları hariç olmak üzere bu tür söylemlerden özellikle uzak durdu. Hatta dinî grupların siyasi çizgileri bu yayın organları tarafından eleştiriliyordu. Örneğin 1979’da
Hicret gazetesi Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’ne destek veren
Yeni Asya gazetesini laik- demokratik-Kemalist rejimden yana, şeriatçı olmayan, İslâm devletinin kurulmasına karşı bir yayın gazete olmakla suçlamıştı.
[23]
Diğer dinî gruplar 1980’den sonra kurdukları dergilerle yavaş yavaş kendileri hakkında bilgiler vermeye başladılar.
Öğüt dergisinin Şubat 1987 sayısında grubun lideri Haydar Baş’ın fotoğrafı, içerikte de fotoğraflarla birlikte uzun bir röportaj yer aldı.
[24] İskenderpaşa Cemaati’ne ait
İslâm dergisinin Kasım 1987’deki sayısının kapağında 1980’de vefat eden Mehmet Zahid Kotku’nun fotoğrafı yayınlandı.
İslâm dergisinin Şubat 1990 sayısında da İskenderpaşa Cemaati’nin lideri Esad Coşan’ın fotoğrafı ilk kez yer aldı.
[25] Bu örnekler ihtiyat ve görünürlük konusunda dinî gruplardaki değişimin işaretleriydi.
Refah Partisi’ne yakın olan
Yörünge dergisi 24-31 Temmuz 1994 sayısının kapağında Şeyh Nazım Kıbrısi’ye yer verdi. Kıbrısi dünyaca tanınan bir şeyhti ve İngiltere’de yaşamaktaydı. Dolayısıyla onun dergi kapağında yer alması Türkiye’deki dinî grupları doğrudan etkilemezdi. Fakat dolaylı olarak da olsa kamuoyu dergi kapağında şeyh fotoğraflarına hazırlanıyordu. Nitekim derginin 30 Ekim-6 Kasım 1994 tarihli sayısının kapağında, vefatının birinci yıl dönümü vesilesiyle Menzil Şeyhi M. Raşit Erol, 1995 yılındaki bir kapakta ise Nurcuların “abi”lerinden Mustafa Sungur yer aldı. Kendisiyle uzun bir röportaj yapılan Mustafa Sungur yerel seçimlerde Refah Partisi’ne desteklerini belirtiyordu.
[26] Erenköy Cemaati’ne ait
Altınoluk dergisi Ağustos 1999 sayısının kapağında temmuz ayında vefat eden Musa Topbaş’ın fotoğrafına yer verdi.
1980 ve 90’larda ulusal gazete ve dergilerde dinî gruplar bazen doğrudan isimleriyle, bazen de tarikat, şeyh gibi kelimelerle yer aldı. Ancak bu haberlerin hepsi olumsuzdu ve grupları kötülemeye yönelikti.
[27]
Bu dönemde olumsuz olmayan yazılar da görmekteyiz. Örneğin
Nokta dergisinde 1985 yılında Kadiri ve Rifai şeyhi Galip Kuşçuoğlu ile bir mülakat yayınlandı. Bu mülakatta Kuşçuoğlu Cumhuriyet rejimine muhalif olmadıklarını, kanunlara aykırı bir şey yapmadıklarını belirtiyordu.
[28]
Merkez sağ görüşe sahip
Tercüman gazetesi de 1989’da “Süleymancılar Cevaplıyor” manşetiyle Kemal Kacar’la yapılan altı bölümlük uzun bir röportaj yayınladı. Süleyman Hilmi Tunahan’ın damadı olan, eski milletvekili Kemal Kacar bu röportajda Süleymanlıların başı ya da büyüğü olduğunu kabul ediyor ama şeyh olmadığını söylüyordu.
[29]
1990’ların ortalarına doğru Türkiye’de daha önce pek duyulmamış bir dinî grubun müntesipleri basında yer almaya başladılar. Aczmendiler denilen bu grubun erkekleri uzun saç ve sakalları, uzun külahlarının üzerine sarılmış siyah sarıkları, siyah cübbeleri ve ellerindeki asaları, hatta zikirleri ile haberlere konu oldular. Ulusal kanallar ve gazetelerde yer alan görüşleriyle iyice tanınan grubun lideri Müslüm Gündüz, bir evde Fadime Şahin’le birlikte 29 Aralık 1996’da polisler tarafından basıldı. Baskına pek çok televizyon muhabiri de eşlik ediyordu ve Gündüz’ün yarı çıplak görüntülerini çektiler. Bu görüntüler günlerce basında yer aldı, mağdur olduğunu söyleyen Fadime Şahin ulusal kanallarda canlı yayınlara katıldı. Daha önce ismi duyulmayan başka isimlerin de dâhil olduğu bu süreç, dinî gruplara yönelik bir kara propaganda örneği olarak yakın tarihteki yerini aldı.
Dinî grupların görünürlüğü açısından yakın tarihin en önemli olayı 11 Ocak 1997’de Necmettin Erbakan tarafından başbakanlık konutunda dinî grup liderlerine ve âlimlere verilen iftardır. Bir gün öncesinde
Yeni Şafak gazetesinde çıkan habere göre Türkiye’nin büyük dinî gruplarının liderleri bu iftara davetliydi. Ancak davete pek çok lider katılmadı. Katılmayanlar arasında Kemal Kacar, Esat Coşan, Enver Ören, Fetullah Gülen de vardı.
[30] Belli ki bazı dinî grup liderleri bu iftarı ihtiyata uygun bulmamıştı.
1990’larda ulusal medyanın olumlu anlamda yer verdiği cemaat lideri Fetullah Gülen’di. 28 Şubat 1997’de askeriyenin laiklik üzerine vurgu yaptığı bir bildiri yayınlanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra 29 Mart’ta cemaatinin televizyon kanalına çıktı ve askeriyenin anayasal yetkisini kullandığını söyledi. 16 Nisan’da ise Kanal D’de benzer görüşlerini tekrarladı ve Erbakan Hükümeti’nin görevi bırakması gerektiğini ifade etti. 18 Nisan 1997 tarihli
Hürriyet gazetesi bu televizyon konuşmasını “Beceremediniz artık bırakın,”
Milliyet gazetesi ise “Gülen de uyardı” sürmanşetiyle verdi. Aslında Fetullah Gülen daha önce dinler arası diyalog faaliyetleriyle kendi yayın organları dışındaki gazetelerde haber yapılmıştı.
[31] Ancak ulusal gazete ve televizyonlarda bu şekilde yer almasının hükümet karşıtlığından kaynaklandığı açıktı.
Dinî Grupların Seçim Deklarasyonlarına Giden Yol
Turgut Özal 1989’da Cumhurbaşkanı olduğunda halef olarak Yıldırım Akbulut’u bırakmıştı. Ancak Akbulut’un 1991’de Anavatan Partisi başkanlığını kaybetmesi ve başbakanlıktan istifa etmesi sonucu yeni başbakan liberal olarak tanınan Mesut Yılmaz oldu. Bu durum Anavatan Partisi’ni destekleyen dinî gruplar tarafından hoşnutsuzlukla karşılandı. 1993’te Turgut Özal aniden vefat ettiğinde dinî gruplar siyasi açıdan yeni bir adres aramaya başladılar ve bir kısmı Refah Partisi’ne yöneldi. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden 3 Kasım 2002 erken genel seçimlere kadar olan ve arada 28 Şubat (1997) sürecinin yaşandığı koalisyon hükümetleri döneminde dinî grupları toplayacak güçlü bir merkez sağ yoktu. Milli Görüş’ten koparak 2001 yılında kurulan Ak Parti yeni merkez sağ olarak hem toplumun hem de dinî grupların teveccühünü kazandı ve 2002’de iktidar oldu. Şüphesiz bazı dinî gruplar eski siyasi bağlılıklarını devam ettirdiler ve Ak Parti’ye yönelmediler, ancak dinî grupların çoğunluğu için yeni adres belliydi. Dinî gruplar ihtiyat yaklaşımının gereği olarak siyasi desteklerini çoğunlukla gizlediler. Aslında siyasi gelişmeler de ihtiyata uygundu, zira Ak Parti iktidarda olsa bile askeriye, yargı ve üniversite çevreleri tarafından kıskaç altındaydı. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007’de laikliği merkeze alan bir açıklama yapmıştı. Bugün bu açıklama bir muhtıra olarak kabul ediliyor. 2008’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Ak Parti’ye “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla kapatma davası açıldı. Anayasa Mahkemesi’ndeki dava hazine yardımında kesinti cezası ile sonuçlandı. Yine 2008’de Üniversitelerarası Kurul olağan üstü bir toplantı düzenleyerek üniversitelerdeki başörtüsüne ve laikliğe vurgu yapan hükümet karşıtı bir bildiri yayınladı. Dolayısıyla 2007’deki genel seçimlerden ikinci kez galibiyetle çıkıp iktidarını sürdürse bile Ak Parti’ye yönelik bu girişimler dinî grupları ihtiyat ilkesine sıkı sıkıya bağlanmaya yetecek nitelikteydi.
Hükümete en erken açık destek Muharrem Nureddin Coşan’dan geldi. Esad Coşan’ın vefatından sonra İskenderpaşa Cemaati’nin bir kısmının liderliğini üstlenen oğlu Muharrem Nureddin Coşan özellikle seçimler konusunda kendi web sitesinden sürekli görüş bildirdi: 2002’de Ak Parti’yi destekleyen açıklamalar yaptı, 2007’de desteğini geri çekti, 2011’de MHP’yi destekleyeceğini duyurdu. Bu arada 2003’te yurt dışına asker gönderme tezkeresi ile olumsuz görüş bildirdi. 2014 ve sonrasındaki seçimlerde ve referandumlarda da Ak Parti’ye destek verdiğini ilan etti.
[32] Bu kadar erken bir tarihten itibaren, web sitesinde düzenli olarak seçimlerle ilgili deklarasyonların yer alması alışık bir durum değildir. Kanaatimizce bu durum İskenderpaşa Cemaati’nin eski grup özelliğini kaybetmesinden ve yeni liderin bireysel özelliklerinden kaynaklanmaktaydı. Dağılan grubun artık kaybedecek bir şeyi yoktu ve Muharrem Nureddin Coşan yeni stratejiler deniyordu.
Erenköy Cemaati’nin Ak Parti öncesi Turgut Özal’ın Anavatan Partisini ve Milli Görüş’ü desteklediği biliniyordu, daha sonra da cemaat siyasi görüşünü açık bir şekilde kamuoyuna deklare etmedi. Ancak
Altınoluk dergisinde 2002 seçimleri, 2010 referandumu ve 2015’teki seçimlerden sonra mevcut iktidara yönelik olumlu yazılar kaleme alındı.
[1]
Yahyalılı Cemaati 28 Şubat süreci ve sonrasında siyasi görüşünü belirtme konusunda oldukça ihtiyatlı davransa da 2015 seçimlerinde ve 2017 referandumunda medyaya yansıdığı biçimde iktidara açıkça destek verdi.
[2]
24 Haziran 2018’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yine dinî grupların seçim deklarasyonları görüldü. Mayıs ayı içerisinde Risale-i Nur Meşveret Grubu abilerinden Hüsnü Bayramoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleyeceklerini duyurdu. Bu seçimlerde Erdoğan seçim propagandasını “ülkenin bekası” üzerinden yürütmüştü. Bayramoğlu’nun uzun açıklamasında da, “Bugünkü mücadele, bu vatan ve millet için çalışanlar ile vatanı parçalamak ve milletimizi ecnebilere köle yapmak için çalışanlar ve onların şuurlu yahut şuursuz müttefikleri arasında cereyan eden bir mücadeledir,” cümleleriyle beka vurgusu ön plana çıktı.
[3]
2018’de İsmailağa Cemaati’nin siyasi görüşü olarak kaynağı belirsiz bazı sosyal medya paylaşımları ve el ilanları çıkması üzerine seçime iki gün kala Ahmet Ustaosmanoğlu web sitesinden bir açıklama yaptı. Açıklamada, “Milletimiz, ülkemiz ve bütün Âlem-i İslâm için hayati bir kararın arefesindeyiz. Bu tarihi süreçte, kararını Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları tercihiyle ilân etmiş bulunan İsmailağa Câmiamızı hedef alan malum fitne ve fesat odaklarının, sosyal medya üzerinden yeniden faaliyete geçtikleri görülmektedir. Efendi Hazretlerimizin, özellikle Prof. Dr. Necmeddin Erbakan Hocanın vefatının ardından, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın desteklenmesini açıkça söylediğini, buna rağmen söz konusu kesimin böyle bir durum vaki olmamış gibi bir algı oluşturmaya çalıştığını, sürecin hassasiyeti dolayısıyla bir kere daha kardeşlerimize hatırlatmak isteriz,” deniliyordu.
[4]
Benzer şekilde Erenköy Cemaati’ne ait Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı web sitesinden Erdoğan’a desteğini duyurdu.
[5] Menzil Cemaati’ne bağlı dernek ve vakıflar gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlarla 2018 seçimlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleyeceklerini deklare ettiler.
Gazeteci Saygı Öztürk’ün 2019 yılında Menzil Köyü’ne yaptığı seyahatte hâli hazırdaki şeyh efendinin oğlu geçmişte merkez sağ liderlerini (Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Mesut Yılmaz) ve günümüzde Ak Parti ve Recep Tayyib Erdoğan’ı desteklediklerini açık açık söylüyor.
[6] Hem Menzil hem de Eskişehir Buhara Köyü’nde yapılan bu röportajlarda en dikkat çekici husus siyasi konuların en yüksek seviyedeki kişiler tarafından açıklıkla ifade edilmesidir.
Değişimin Nedenleri
Bugün (2022) ihtiyat ilkesinin bütün büyük dinî gruplarca terk edildiğini söyleyebilir miyiz? Hayır. Türkiye’de dinî grupların hâlâ ciddi çekinceleri söz konusu, gelecekte ne olacağı konusunda belirsizlik olduğunu düşünüyorlar ve faaliyetlerini kamuoyunda çok fazla görünür olmadan sürdürmeye çalışıyorlar. Bazı grupların liderlerini öğrenmek veya vakıf ve derneklerin hangi gruba ait olduğunu bilmek için hâlâ araştırma yapmak gerekiyor. Büyük grupların liderleri hâlâ tv kanallarına çıkmıyor, gazetelerde röportaj vermiyorlar. Bir başka ifadeyle dinî liderler hâlâ görünürlüklerini sınırlıyorlar. Fakat artık her grubun bir yayınevi, pek çoğunun bir yardım derneği, hac ve umre organizasyonu yapan bir şirketi bulunuyor. Bazı tarikat gruplarının resmi web siteleri ve sosyal medya hesapları, resmi hesaplarla görünmek istemeyenlerin dolaylı web siteleri ve sosyal medya hesapları var. Grup liderlerinin fotoğrafları özlü sözlerle birlikte yaygın olarak paylaşılıyor. Şüphesiz seçim deklarasyonları dinî grupların en ileri düzeydeki görünürlük hamleleri. Peki, ne oldu da dinî gruplar tam ihtiyattan kısmî ihtiyata ya da görünürlük durumuna geçtiler?
Her şeyden önce belirli periyotlarla dinî gruplar üzerindeki adli baskı peyder pey yumuşadı, dinî grup mensubiyeti ve bu çerçevede zikir ya da sohbet halkalarına yapılan kolluk kuvveti baskınları azaldı. Pek çok kez sürgün ve hapis cezası alan Said Nursi’nin 1957’de Isparta’daki bir tugay camisinin temel atma töreninde ilk harcı atması bu değişimin göstergesidir. Ancak dinî gruplar üzerindeki adli baskı 2000’lere kadar devam edecektir. Mustafa Kara, “Polis, jandarma ve adliye tutanaklarına göre en ‘menfur’ kelimelerden birinin ‘tarikat’ kelimesi olduğunu” söylerken bu duruma işaret eder.
[7]
Bu baskının yumuşamasında birkaç faktörün etkili olduğu söylenebilir. Çok partili demokratik sisteme geçilince siyasi partiler dinî grupların oy potansiyelini gördüler, dolayısıyla gruplara daha müsamahalı yaklaştılar. Bu durum sadece sağ partiler için geçerli değildir, sol partiler de dinî gruplarla zaman zaman iletişime geçtiler. Hakkârili Nakşibendi Şeyhi Mehmet Selim Seven 1946 ve 1950 seçimlerinde CHP milletvekili olarak seçilmişti. Oğlu Ubeydullah Seven ise 1954 ve 1957 seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili oldu.
[8] Menzil Cemaati CHP’li bazı yetkililerin oy için kendileriyle irtibat kurduklarını belirtir.
[9] Zaman içerisinde dinî grupların oyları blok halinde sağa kaydı. Ancak yakın tarihte Fetullah Gülen’in Demokratik Sol Parti başkanı Bülent Ecevit’le yakın diyalog halinde olduğu bilinir, hatta Ecevit vefat ettiğinde Gülen taziye mesajı yayınlamıştı.
Kanaatimizce dinî gruplar üzerinde baskının hafiflemesinin diğer sebepleri, devlet kademesinde de çalışan çok sayıda kişinin dinî gruplara mensup olması, ayrıca söz konusu yaptırımlarla dinî grupların önüne geçilemeyeceğinin anlaşılmasıdır. Bu sonuncu gerekçeye itiraz edilebilir, zira 28 Şubat sürecinde dinî gruplar üzerinde baskılar yeniden şiddetlenmişti. Ancak demokratik bir sistemde bu tür baskıların uzun süre sürdürülemeyeceği kısa sürede anlaşıldı. Bugün küreselleşen dünya içerisinde bir taraftan Avrupa Birliği müzakerelerinin sürdüğü, diğer taraftan kitle iletişiminin devlet kontrolünden tamamen bağımsızlaştığı bir ortamda dinî gruplara yönelik eski baskı ve kontrol politikalarını sürdürmek mümkün görünmüyor.
Dinî grupların ihtiyatı terk etmeye başlamasının ikinci sebebi gruplar arası artan rekabet ve son yıllarda bu rekabeti etkileyecek internet merkezli kitle iletişim mantığıdır. 1980’lere kadar dinî gruplar oldukça küçüktü, toplumun geniş kesimlerine hitap etme imkânlarından mahrumdular, birbirlerinin alanlarına da çok az tedahül ediyorlardı. 80’lerdeki büyüme ile birlikte, özellikle tarikat grupları çok daha geniş kesimlere ulaşmayı düşündüler ve dergiler çıkarmaya başladılar. Yayıncılık konusunda oldukça tecrübeli olan Nurcu grupları bir kenara bırakacak olursak Haydar Baş grubunun
İcmal dergisi 1983’te, İskenderpaşa Cemaati’nin
İslâm dergisi 1983’te,
İlim ve Sanat dergisi ile
Kadın ve Aile dergisi 1985’te, Erenköy Cemaati’ne ait
Altınoluk dergisi
Yuvamız ekiyle birlikte 1986’da, Ömer Öngüt grubuna ait
Hakikat dergisi 1993’te, Yahyalılı Cemaati’ne ait
Yenidünya dergisi 1993’te, İsmailağa Cemaati’nin görüşlerini yansıtan
Furkan dergisi 1995’te,
Beyan dergisi 1999’da yayınlanmaya başladı. Menzil Cemaati’ne ait
Semerkand dergisi 1999’da,
Mostar dergisi 2005’te, Süleymanlılara ait
Yedikıta dergisi ise çok yakın bir zamanda, 2008’de yayın hayatına çıktı. Bu dergiler gruplar büyüdükten sonra çıkmaya başladılar, yoksa dergiler sayesinde gruplar büyümediler. Ancak dergiler bir kez çıktıktan sonra grupların büyümesine katkıda bulundular.
İnternetin ve sosyal medyanın yaygınlaşması dinî grupları dergicilikten bir adım öteye götürdü. Bugün bu dergilerden yayın hayatına devam edenlerin bir kısmı sadece internette çıkıyor, bunun dışında hepsinin olmasa bile bazı dinî grupların gayriresmi isimleri veya vakıf-dernek isimleriyle açılan web siteleri, ayrıca sosyal medya hesapları bulunuyor. Zira gruplar artık eski kartopu tekniğiyle insanlara arzu edilen düzeyde ulaşamayacaklarının, diğer dinî gruplarla rekabet edemeyeceklerinin farkındalar. Ayrıca zaman zaman haklarında çıkan haberlere cevap vermek için de dijital iletişime mahkûm olduklarını biliyorlar.
Görünürlüğün artması doğal olarak dinî gruplara şeffaflık kazandırıyor. Şeffaflık son dönemlerde resmi ve özel, bütün kuruluşlara güvenmenin odak noktasını oluşturuyor. Görünür hale gelen gruplar eğitim merkezleri, yurtları, sohbetleri ve diğer faaliyetleri ile toplumun gözünde bir sır topluluğu olmaktan çıkıyorlar. Kendilerine uzak kişiler üzerinde bir sempati oluşturmasalar bile bilmemeye bağlı kalıp yargıları değiştirmeye başladıkları söylenebilir.
Son olarak ülkenin artan siyasi geriliminin dinî grupları da etkilediğini kabul etmek gerekir. 2014’te yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimini oyların % 51,79’unu alan Erdoğan kazanmıştı. Ak Parti’nin peş peşe kazandığı ve tek başına hükümet olduğu üç genel seçimden sonra 7 Haziran 2015’te meclis çoğunluğunu kaybetmesi üzerine Kasım ayında tekrar seçimlere gidildi ve Ak Parti çoğunluğu sağladı. Bir yıl sonra, 15 Temmuz 2016’da bir darbe teşebbüsü yaşandı. 24 Haziran 2018’de hem genel seçimler, hem cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Ak Parti tek başına meclisteki çoğunluğu kazansa da oy oranı düştü, Erdoğan ise oyların % 52,59’unu alarak yine cumhurbaşkanı seçildi. 2019 yerel seçimlerinde Ak Parti uzun süredir elinde tuttuğu, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere pek çok büyük şehirdeki belediye başkanlığını kaybetti. Dolayısıyla son yıllardaki her bir seçim bir öncekine göre çok daha kritik hale geldi, siyasi partiler her defasında bir öncekine göre çok daha yüksek performans göstermek zorunda kaldılar. Bu şartlar altında dinî grupların ihtiyat ilkesine bağlı kalarak eski sessiz tutumlarını sürdürmeleri mümkün değildi. Zira sessiz kalmak, kamuoyunda iktidar partisinin artık zayıfladığı şeklindeki propagandayı kuvvetlendirebilirdi. Ayrıca siyaseten tarafsız bir görüntü iktidarın dinî gruplara yönelik tutum ve politikalarını genel anlamda olmasa da bazı gruplar özelinde değiştirebilirdi. Nihayetinde dinî gruplar mevcut iktidar döneminde elde ettikleri kazanımların farkındaydılar ve bir seçim mağlubiyetiyle bunları tehlikeye atmak istemediklerinden hükümete doğrudan destek gösterisinde bulundular.
Sonuç olarak ihtiyat ilkesi eski geçerliliğini büyük ölçüde yitirdi. Gruplar toplumsal, siyasal ve teknolojik gelişmelerden dolayı bir değişim içine girdiler ve daha görünür hâle geldiler. Mevcut şartlar içinde tekrar içlerine kapanmaları uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Ancak dinî grupların varlığı hukukî bir zemine oturmadığı müddetçe ihtiyat, teenni ve tedbir söyleminin tamamen ortadan kalkması da beklenmemelidir.
[1] İnce, “Yakın Dönem Türkiye’sinde Nakşilik-Siyaset İlişkisi,” s. 666-670.
[2] İnce, “Yakın Dönem Türkiye’sinde Nakşilik-Siyaset İlişkisi,” 678-679.
[6] Saygı Öztürk,
Menzil: Bir Tarikatın İki Yüzü, 12. Bs., İstanbul: Doğan Kitap, 2019, s. 146-147.
[7] Mustafa Kara, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarikatlar,”
Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, Ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 112.
[8] Songül Miftakhov, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Parlamento’da Temsili: 1946- 1960,”
Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 2, Eylül 2018, s. 11.
[9] Öztürk,
Menzil: Bir Tarikatın İki Yüzü, s. 147.
[1] William G. Sumner tarafından ortaya konulan ayrım için bkz. Richard T. Schaefer,
Sosyoloji. Çeviri ed. Simten Coşar. Ankara: Palme Yayıncılık, 2013, s. 122.
[2] Şemseddin Sami,
Kamus-ı Türki, Haz. Paşa Yavuzarslan, 2. Bs., Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2015, s. 502.
[3] Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat, Haz. Abdullah Yeğin ve diğ., İstanbul: TÜRDAV Basım ve Yayım, 1997, s. 424
[5] Cevat Çakır, “Risale-i Nur’da İhtiyat (1),”
Yeni Asya, 21 Mart 2021.
[6] Veyis Ersöz, “Teenni ile hareket etmek,”
Ribat, Sayı:173, Mayıs 1997, s. 25.
[7] Bkz. Mustafa Çağrıcı, “Teenni,”
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2011, c. 40, s. 270
. Bu hadis-i şerife Veyis Ersöz de makalesinde yer vermiştir.
[8] İbrahim Ethem Deveci, “Değişim Aktörleri Teenni ile Hareket Etmeli,”
Değişim, Sayı: 27, Aralık 1995, s. 25.
[9] Ahmet Belada, “Müslüman ve Tedbir,”
İlkadım, Sayı: 115, Şubat 1998, s. 12.
[10] Fatma K. Barbarosoğlu,
Cumhuriyet’in Dindar Kadınları, İstanbul: Profil Yayıncılık, 2009, s. 72.
[11] Ayşe Hümeyra Ökten,
Dindar Bir Doktor Hanım, Söyleşi: Nevin Meriç, 5. Bs., İstanbul: Timaş Yayınları, 2017, s. 107, 111-112; Barbarosoğlu,
Cumhuriyet’in Dindar Kadınları, s. 85-90.
[12] İsmail Kara,
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm 2, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2016, s. 73.
[13] Hayreddin Karaman,
Bir Varmış Bir Yokmuş: Hayatım ve Hatıralar, İstanbul: İz Yayıncılık, 2015, c. 1, s. 373.
[14] Ümit Meriç,
İçimdeki Cennete Yolculuk, 11. Bs., İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2008, s. 23, 33.
[15] İskender Pala,
İki Darbe Arasında, 23. Bs., İstanbul: Kapı Yayınları, 2013, s. 29, 59-60, 112.
[16] Simmel,
Gizliliğin ve Gizli Toplumların Sosyolojisi, s. 35.
[17] Mehmet Efe,
Mızraksız İlmihal, İstanbul: Kapı Yayınları, 2016, s. 96.
[18] Ahmet Köroğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesinin Seyrini Dergiler Üzerinden Okumak,”
1960-1980 Arası İslamcı Dergiler, Ed. Vahdettin Işık ve diğ., Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2016, s. 24-25.
[19] Bkz. Ahmet Karakaya, “Nur Talebelerinin Sesi: İhlas, Zülfikar ve Uhuvvet Gazeteleri,”
1960-1980 Arası İslamcı Dergiler, Ed. Vahdettin Işık ve diğ., Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2016, s. 317-323.
[20] İsmail Kara,
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, 2. Bs., İstanbul: Dergâh Yayınları, 2008, s. 161.
[21] Bkz. Ali Ak,
“Süleymancılık” Uydurması, İstanbul: Coşkun Ofset, 1986.
[22] Bkz. Ali Ak,
“Süleymancılık” (!) ile Yaftalanan Federasyon ve Dernekler: İthamlar-Cevaplar, İstanbul: Kıral Matbaası, 1987.
[23] Kamil Yeşil, “Şûrâ-Tevhid-Hicret Gazeteleri ve İslami Düşüncede Radikal Tavır,”
1960-1980 Arası İslamcı Dergiler, Ed. Vahdettin Işık ve diğ., Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2016, s. 435.
[24] Ruşen Çakır,
Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar, 4. Bs., İstanbul: Metis Yayınları, 1991, s. 73.
[25] Çakır,
Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar, s. 39.
[26] Yörünge, Sayı: 244, 17-23 Eylül 1995, s. 21.
[27] Bkz. Kara,
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, s. 302, 317, 321, 327-328, 341.
[28] Kara,
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, s. 305-306.
[29] Röportaj için bkz. Kara,
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, s. 337-345.
[30] Tahsin Hazırbulan, “Dinî Grupların Siyaset ve Bürokrasi İle İlişkilerinde Ortaya Çıkan Problemlere Bir Örnek: Başbakanlıkta Şeyh Efendilere Verilen İftar,”
Dinî Gruplar, Siyaset ve Bürokrasi, Ed. Kemal Ataman ve diğ., 2. Bs., Bursa: Bursa Akademi, 2018, s. 268-272.
[31] 10 Şubat 1998 tarihli
Yeni Yüzyıl gazetesinde Fetullah Gülen’in Papa II. Jean Paul’u ziyareti haber yapılmıştı. Bkz. Kara,
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, s. 354.
[32] Abdullah İnce, “Yakın Dönem Türkiye’sinde Nakşilik-Siyaset İlişkisi,”
Tarihten Günümüze Sufi-Siyaset İlişkileri, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2020, s. 663-665.
[2] Mehmet Halit Bayrı,
Yer Adları ve Yer Adlarına Bağlı Folklor Bilgileriyle İstanbul, İstanbul: Hayat Yayınları, trs., s. 113.
[3] Ufuk Erdem, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açılma Süreci ve Meclisin Açılış Günü (23 Nisan 1920),”
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 31, Sayı:2, 2021, s. 1060.
[4] İhsan Güneş, “Türkiye Büyük Millet Meclisi,”
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2012, c. 41, ss. 594; Celaleddin Çelebi, “Abdülhalim Çelebi,”
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 1988, c. 1, s. 212;
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/cemalettin-celebi-1864-1923/ (erişim, 23.07.2022)
[6] Haşim Şahin, “Bayramiyye,”
Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, Ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 838.
[7] Sezai Küçük, “Mevleviyye,”
Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, Ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 532-533.
[8] Hür Mahmut Yücer, “Sa’diyye,”
Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, Ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 275.
[9] Semih Ceyhan, “Halvetiyye,”
Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, Ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 760.
[10] Hasan Kamil Yılmaz, “Esad Erbilî,”
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 1995, c. 11, s. 348.
[11] Barış Ertem, “Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Tartışılması,”
Turkish Studies, Cilt: 8/5, 2013, s. 262-263.
[12] Şaban Sitembölükbaşı,
Türkiye’de İslâm’ın İnkişafı (1950-1960), Ankara: İSAM Yayınları, 1995, s. 129-130; Mustafa Tekin, “Ticanîlik,”
Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: İslâmcılık, 4. Bs., İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s. 261-262.
[13] Celil Bozkurt,
Eserleri ve Fikirleri ile Cevat Rifat Atilhan, Doktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2011, s. 135, 147-148, 153.
[14] Bkz. Hasan Köksal, Ömer Faruk Paksu,
Türk Basınında Bediüzzaman ve Risale-i Nur (1935-1960), İstanbul: Nesil Yayınları, 2015, özellikle s. 98 ve devamı.
[15] Georg Simmel,
Gizliliğin ve Gizli Toplumların Sosyolojisi, Çev. İdil Dündar, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2016, s. 32-33.
[16] Bkz. Hasan Başpehlivan,
Kâğıt Kokulu Yıllar, Haz. Asım Öz, İstanbul: Beyan Yayınları, 2013, s. 107-110.