İnsan Doğasını Sonuna Kadar Zorlayan Bir Teklif
Sayı:2 / Adalet ve İstikrar - Dosya
Muhammet Çelik
Kendisini, çocuklarını, anne babasını ve akrabalarını koruma ve gözetme imkanını elinde bulunduran birinin, bu imkanı bir kenara bırakıp sırf haklı ile haksız arasındaki adalet yerini bulsun diye onları korumaktan feragat edebilmesi, hiç şüphesiz büyük bir erdeme ve sarsılmaz bir imana ihtiyaç duyar.
Kim, bile isteye kendini ateşe atmak ister? Hangi anne baba, çok sevdiği çocuklarının acı çekmesine razı olur? Ya da kim, anne babasını veya çok sevdiği yakınlarını adalet bıçağının altına yatırabilir? Bunlar senin en sevdiğin insanlar.. Hata yaptıklarında onlara öfkelenir, hatalarından dolayı onları kendin cezalandırmak isteyebilirsin; ancak adaletin elinde adil bir şekilde yargılanıp hak ettiği cezayı bulması hususuna gelince, o zaman iş o kadar da kolay olmayacaktır. Kendisini, çocuklarını, anne babasını ve akrabalarını koruma ve gözetme imkanını elinde bulunduran birinin, bu imkanı bir kenara bırakıp sırf haklı ile haksız arasındaki adalet yerini bulsun diye onları korumaktan feragat edebilmesi, hiç şüphesiz büyük bir erdeme ve sarsılmaz bir imana ihtiyaç duyar.
Elinde güç, iktidar ve imkan barındıran bir insanın, salt adalet karşısındaki sorumluluğunu yerine getirmek amacıyla, bu imkan ve gücünü kendi sevdikleri aleyhinde kullanmaya kalkışması, insan doğasından uzak ve gerçekleştirilmesi tam bir teslimiyetle iman etmeyi gerektiren nadir bir tutumdur. Zira “Sonsuz teslimiyet, imandan önceki son aşamadır; bu nedenle, bu hamleyi yapmayan imanı kazanamaz.”1 Yine böyle bir imkanı elinde tutan birinin, örneğin iktidar sahiplerinin, yönettikleri diğer insanlarla kendi yakınlarını bir tutmaları ve adalet uğruna onları iktidarın nimetlerinden uzak tutmaları aynı şekilde inanılmaz bir teslimiyeti gerektirir. “Bal tutan parmağını yalar” demeyecek, imkanların sağladığı dünyalığı, kendi sevdikleri aleyhine de olsa adilane dağıtacak.. Çok zordur.
Oysa Kur’ân’da bizden bunu isteyen bir ayet vardır: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız.” (Nisa 4/135) Tefsirlerde buradaki “kavvâm” (titizlikle ayakta tutan, ısrarla uygulayan) kelimesinin, pekiştirme ifade ettiği belirtilir. Son sınırına kadar vurgulanmış bir ifadeyle, burada bizden istenen şey, adaletli olmaktan da öte, adaleti titizlikle ayakta tutmak, ona sıkı sıkıya bağlı kalmak ve kendi canımızın, kendi anne babamızın, çoluk çocuğumuzun ve en sevdiklerimizin aleyhinde olduğu durumlarda bile yine adaleti gerçekleştirmeye azmetmektir. Burada sözü edilen şahitlik konumu, imkanı elinde bulundurma konumudur. Hakim, senin şahitliğine bakarak karar verecektir belki de. İpler senin elinde. Haksızlık yapma imkanı da, adaletli davranma imkanı da senin elinde ve bu imkanları adalet uğruna kullanmak ya da kendi psikolojik eğilimlerine kapılarak heba etmek senin elinde. Benzer şekilde adaleti uygulama ya da ondan vazgeçme imkanlarını elinde bulunduran biri, bir hakim, bir devlet yetkilisi ya da bir devlet başkanı da olabilir. Her halükarda bu imkanı, canından çok sevdiği öz evladının aleyhinde bile olsa adaletten yana kullanması isteniyor insanın.
Böyle bir şeyi tahayyül etmek, biraz da İbrahim peygamberin (as) kendi çocuğunu Allah için kurban etmeye kalkışmasını tahayyül etmeye benziyor. Bu olayı tahayyül etmenin ne kadar zor bir şey olduğunu anlatmak için Kierkegaard “Korku ve Titreme” adlı kitabını kaleme almıştı ve bu eserde, bizler gibi yiyip içen, bizler gibi seven ve acı duyan, bizler gibi ıstırap çeken bir insanın yani İbrahim’in bu işi yaparken nasıl ıstırap duyduğunu yavaş yavaş düşünüp hissetmemizi istemişti. İbrahim peygamberin, çok sevdiği kendi oğlunu alıp kurban etmek için bir dağın tepesine doğru tırmanışa geçmesi ve bütün o olan bitenler, sadece dini bir kıssa olarak anlatılıp geçilir. “İbrahim hakkında vaaz verirken herhangi bir kızarma ya da terleme” yaşamayan papaz ya da vaiz bu kıssayı kolayca anlatıp görevini yerine getirir, dinleyenler de rahatlıkla kulak verir ve alması gereken dersi alarak evlerine dönerler. İşi olan işine döner, uykusu olan dalar uykusuna. Ancak Kierkegaard bu olayı dinleyip geçmek yerine onu en azından gücümüz yettiğince idrak etmeye çalışmamızın faydalı olacağını söylemişti. Şöyle diyor yazar: “İbrahim’in hikayesini kalpten bilen, sözcük sözcük bilen sayısız kuşaklar vardı. Bu bilgi kaç tanesini uykusuz bıraktı?”2 Şüphesiz ki uykusuz kalmak, acıya ve ıstıraba aday olmak, o “tek başına ümmet” (Nahl 16/120) olan İbrahim’in yoluna baş koymak demektir. Oysa “korkaklar için ıstırap tehlikeli bir iş olduğundan, insanlar İbrahim hakkında konuşmak istemelerine rağmen, ıstırabı unuttu.”3 Böyle bir anlatı karşısında samimi olmakla gevezelik yapmak arasındaki farka vurgu yapar yazar: “Öyleyse ya İbrahim hakkında her şeyi unutalım ya da onun yaşamının öneminin korkunç paradoksundan nasıl korkacağımızı öğrenelim. Böylece bizim çağımızın da diğer çağlar gibi eğer imana sahip olursa mutlu olacağını anlayabiliriz.”4
Kulluk ve teslimiyetin, hak ve adaletin, Tanrıya olan sonsuz inanç ve adanmışlığın verdiği sorumluluk duygusuyla “uykusuz kalmak”, en iyi yansımasını Rasulüllah’ın (sav) hayatında bulur. Kierkegaard’ın, çok sevdiği oğlunu Allah’ın emrini yerine getirmek üzere kurban etmeye götüren İbrahim Peygamberi ve onun gayet beşeri olan ıstırabını düşünen bir kişinin uykusuz kalacağını söylemesinin ardından, dönüp tarihe baktığımızda, İslam peygamberinin neden gecenin az bir kısmında uyuduğunu ve diğer kısımlarını uykusuz ve ibadetle geçirdiğini daha iyi anlarız. “Gece biraz ilerleyince kalk” (Müzzemmil 73/2) emrinin muhatabı bir Allah elçisinin, neden çok fazla uyuyamadığını, neden uykusunu ve tüm hayatını bu uğurda feda ettiğini anlamaya çalışmak, belki bir başlangıç olabilir bu yolda. Neden “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd 11/112) emrine muhatap olan birinin “beni Hûd suresi ihtiyarlattı” dediğini anlamaya çalışmak da..
Kendimizin, ana babamızın ve en yakınlarımızın aleyhinde olsa bile adaleti titizlikle ayakta tutmamızı isteyen ayetin insan doğasını sonuna kadar zorlayan bu ağır sorumluluğu bize yüklemesindeki fevkaladelik, Seyyid Kutub’a gelinceye kadar tefsirlerde pek vurgulanmamış. Hayatını bu yola adamış müfessir, yüklenen sorumluluğun ne kadar ağır olduğunu izah etmek istiyor. “Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak”, zengin, fakir ayırt etmeden, akraba ve hatta anne baba bile olsa, sırf Allah için adaleti ayakta tutma emanetidir bize yüklenen. “Burada ilahi sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçirmeye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çalışmaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerden çok daha fazladır. Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz. Ancak yine de ilahi sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır.”5
Bütün bunları düşünürken bir yandan da İslam’ın anne babaya iyi davranmak ve akrabayı gözetmek hususundaki son derece ısrarlı teşviklerini dikkate almalıyız. Kur’ân birçok defa anne babaya iyi davranmayı, akrabayı ve yakınları gözetmeyi emrediyorken, adalet söz konusu olduğunda onların aleyhinde de olsa adaletin yanında olmamızı emrediyor. Sadece “tevhid” ve “adalet” konuları, anne babayı ve akrabayı gözetmenin devre dışı kaldığı durumlardır İslam’da. Zaten Allah’la kul arasındaki ibadetler söz konusu olduğunda önce anne babaya ve sonra da tüm insanlara karşı takınılması gereken tavır, şefkat, merhamet ve affedici olmak, güzellikle tavsiyede bulunmak gibi erdemlerdir. Acımasız bir tavırmış gibi görünen adaletin uygulanması ise ancak insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde uygulanmalıdır. Buna göre Müslüman bir şahıs ile Müslüman olmayan bir şahıs arasındaki hukuk da Müslüman olanın lehinde değil haklı olanın lehinde düzenlenmeli ve uygulanmalıdır.
Yeri gelmişken şunu da düşünelim; anne babanın, evlatların veya en sevdiklerinin aleyhinde de olsa adaleti uygulamak bu kadar zor da, kişinin kendi siyasi partisi veya kendi ırkı ya da kendi topluluğu aleyhinde de olsa adaletten yana olması kolay mı sanki? Ya da bunu biraz daha genişleterek toplumsal düzlemde düşünelim; bir toplumun kendi aleyhinde de olsa adilane davranıp başka toplumların hakkını vermeye kalkışması ne kadar kolay? Bir halkın, bir ırkın, koca bir milletin, adaletli ama aynı zamanda kendi aleyhlerinde olan bir tutumu sergilemeleri veya bir kararı onaylamaları hiç de kolay bir şey gibi gözükmüyor. Hele bir hükümetin, dahası bir devletin kendi aleyhinde de olsa adaletten yana olması, insan ve toplum doğası bakımından pek katlanılacak bir şey gibi durmuyor ama yine de bu teklifle muhatap kılınmışız biz insanoğulları.
İslam dini, “olması gereken” şeyi bize emreder her zaman. Ancak “olan” şey farklıdır zamanda. Çünkü insanoğlu kendi doğasına ve eğilimlerine kolayca direnemez. Bunun için siyasi ve aktüel olana karşı ideal ve erdemli olanın tarafını seçmek gerekir ve bu seçimin olması da güçlü bir imana bağlıdır. Elbette İslam medeniyeti süresince, söz konusu “olması gereken” ile “olan” arasında büyük mesafeler açılmıştır; bunu anlamak zor değil. Zira İslam medeniyeti, zannedildiği gibi Allah katındaki “İslam”ın medeniyeti değil, insanın onu yaşama çabasından oluşmuş bir insan medeniyetidir. Bu yüzden, az ya da çok, insanın tüm zaaflarını içerir. Tabi her dönemi kendi şartlarıyla ve o dönemde yaşayan diğer medeniyetlerin ya da toplumların yaşadıklarıyla karşılaştırırsanız, İslam medeniyetinin meziyetlerini görürsünüz; ancak bu şekilde bir karşılaştırmayla onun bazı meziyetlerini görmek, bizim ondaki hataları eleştirmemize ve daima “olması gereken” üzerinde konuşmamıza engel değildir. Kendimiz ve sevdiklerimiz aleyhine de olsa adil olmamız meselesi, sadece ceza hukukuyla ilgili de düşünülmemeli. Zenginliğin, mal ve servetin adilane dağıtımı da bu konuyla alakalıdır. Peki, İslam tarihinde bu hep böyle mi olmuştur? İbn Haldun İslam coğrafyasının kendi dönemindeki ve kendinden önceki dönemlerdeki devletlerinden bahsederken şöyle der: “Devlet, halkın mallarını toplar, onları kendi yakın çevresine ve adamlarına dağıtır. Devlet maiyetindeki adamların serveti, malın kendi genişlemesinden ziyade, şan ve makama sahip olmalarından kaynaklanan bir genişlemeyle büyür. Halktan elde edilen gelirler, devlet adamları ve onlarla ilişkisi olan şehirliler arasında gider olarak harcanır. Devlet adamlarının yakını olan bu şehirliler çoktur. Bunlar servetlerini büyütüp zenginleşir, refah yaşantısının usul ve adetlerine alışırlar.”6 Dolayısıyla İslam tarihinde de “olan” ile “olması gereken” arasındaki gerilim hep var olmuş ve beşeri toplum doğası, ideal olanı belki de birçok kez ıskalamıştır.
Teoriyle pratik arasındaki gerilimin “adalet alanında” ortaya çıkmasının, genellikle güçlülük haliyle zayıflık hali arasındaki farklılıkta tezahür ettiğini görürüz. Bu yüzden adaleti kimin hangi şartlarda savunduğuna bakmalıyız. Çünkü savunma pozisyonunda olan tarafın adaleti savunması gayet tabii bir haldir, zayıf taraf hayatta kalma veya eziyetten kurtulma amacıyla adaleti savunmak zorundadır zaten. Ancak aynı tarafın, bir de gücü ele geçirdiğinde ne yapacağına bakın! Zira mazlumun zalim olması an meselesidir. Yani zulme uğramış bir kişi veya topluluğun, gücü eline geçirdiğinde, bir anda zalim olması ihtimali çok güçlüdür. Psikolojik olarak şiddetin şiddeti doğurduğu bilinen bir gerçektir. Kişinin veya topluluğun gerçekten adaletli olup olmadığını bilmemiz için onun tüm imkanları eline aldığı zamanı kollamalıyız. Muhalefette olanın veya zulme uğrayanın, daima adaletten bahsetmesi, bulunduğu konumdaki tabii şartlarla alakalıdır. Zayıfın, mazlumun, muhalefette olanın adalet ve ahlak söylemleri, savunma psikolojisinin dayattığı içgüdüsel durumlardır, beşeri ve hatta hayvanidir. Yine de her halükarda diğer insanların görevi onların üzerindeki zulüm çemberini dağıtmak, kim olursa olsun o mazlumlara yardım etmektir. Ancak asıl adil olması gerekenler, iktidarı elinde bulunduran güçlülerdir. Bir an için bile olsa, dünyanın adil bir yer haline gelmesi, zayıfların ahlaklı ve adalet yanlısı olmasına değil, güçlülerin ahlaklı ve adil olmasına, özellikle de mazlumluktan kurtulup güç kazanmış iktidar sahiplerinin adil olmasına bağlıdır. Örneğin çağımızda İsrail bu imtihanı kaybetmiştir. Faşizmin zulmüne uğradıktan sonra güç sahibi olma imkanını elde eden birtakım Yahudiler, bu imkanı adaletli olarak sürdürmeyi başaramamışlardır. Aslında zulme uğrayan tüm topluluklar bu imtihana adaydır. Bu yazıyı yazarken eşim Hz. Ömer’den de mutlaka bahsetmem gerektiğini söylemişti. Haklıydı. Ancak sadece Hz. Ömer döneminde değil her dönemde adaletinden söz edebileceğimiz birileri olmalı ki daha umutlu olabilelim hayata karşı. Örneğin Aliya böyle biriydi, çağımızda yaşadı. “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın”7 ayeti hayatta nasıl uygulanır, onu gösterdi. Sırplar tarafından kendilerine uygulanan korkunç soykırımdan sonra, savaşı etkisiz hale getirip iktidarı ve gücü eline geçiren Boşnakların, aralarında yaşayan Sırp sivillere karşı kin duymaları insan psikolojisi açısından kuvvetle muhtemelken, adil komutanları Boşnaklara hitaben “düşmanlarımıza gelince, onlara adaletten başka borcumuz yok” demiş ve bunu da uygulamıştı. Adaletse sivil insanlara kim olursa olsunlar dokunmamayı şart koşuyordu.
Ancak Hz. Ömer olsun, Aliya olsun, adaletiyle kendisinden söz ettiren kişiler ya da yazımızda mevzubahis olan ayetteki gibi kendi nefsi ve sevdikleri aleyhinde de olsa adaletten ayrılmayan imanlı kişiler, güçlü iman ve ahlakları sayesinde bunu başarmışlarsa da, kişilerin bu adaleti onların hayatlarıyla sınırlı olacaktır ve bizden istenen şey toplum olarak da böyle bir karaktere sahip olmamızdır. Kişilerin adaletli olmaları, aldıkları iman ve vicdan eğitiminin bir sonucu olarak ahlaklarıyla da son derece bağlantılıdır. Nitekim birey, “kendi bedeninin aleyhinde bile olsa” adil ve mutedil davranarak bedenini aklı ve erdemleri doğrultusunda yönetebilmeyi başarıyorsa ancak o zaman diğer insanlarla olan ilişkilerinde de adaletli olmayı başarabilir. Kendi bedeni söz konusu olduğunda itidal ölçülerini kaçıran, yani bedeni aleyhindeki durumlarla karşılaştığında bedensel hazlarını tercih edip itidalden uzaklaşan bireylerin, başka insanlara adaletle davranmaları zordur. İnsan bedenini zorlayan oruç ve namaz gibi insanı kötülüklerden uzaklaştıran ibadetler de bireyin hayatı açısından bu amaca matuftur. Fakat yukarıda da dediğimiz gibi söz konusu teklifin insan doğasını sonuna kadar zorlaması, bireyler arasında bu eğitimi almış da olsa adaletten sapan insanların çıkmasını kaçınılmaz kılabilir.
Şüphesiz bu karaktere sahip birey ve toplulukların olması, iman ve ahlakın birlikteliğinden, merhamet ve vicdan sahibi olanların dirayetinden kaynaklanacaktır. Ahlak ve vicdan olmaksızın hukukun bir işe yaramayacağı, eğilip bükülerek amacından sapacağı bellidir. Tüm bu kaygan zeminler, sabitleştirilemeyen gereklilikler, üç şeyi birlikte olmaya zorlamaktadır. Bunlardan biri iman ve teslimiyet, ikincisi ahlak ve merhamet, üçüncüsü ise adaleti sağlayan kanunlardır. İşte burada kanunların hazırlanması aşamasında, onların “kimin lehinde, kimin aleyhinde” olduklarına bakılmaksızın adaletten yana olarak hazırlanması gerekiyor ve bu da büyük bir fikri çabanın ardından gerçekleştirilebilir ancak. Peki, fıkıh ilmi de buna çalışmalı değil mi zaten?