“Varolan Her Şey Tanrı’nın Vasıflarından Birisidir”
Sayı:22 / AİLE / Kurumsal, Kuramsal, kavramsal; bütün yönüyl - Söyleşi
Mustafa Melikyan
“Varolan Her Şey Tanrı’nın Vasıflarından Birisidir”
Mustafa Melikyan ile Söyleşi II (Geçen sayıdan devam…)
Kon: Asiye TIĞLI
Hararî, Homo Deus adlı kitabında, din ile maneviyatın arasının zamanla daha da açılacağı ve ayrılacağı konusunda bir öngörüde bulunuyor. Oysa geçmişte her mütedeyyin insanın manevi, her manevi insanın ise mütedeyyin olduğunu belirtiyor. Siz bir dersinizde onun bu sözünü kabul ettiğinizi belirtiyorsunuz. Öte yandan bizim dikkatimizi şöyle bir noktaya çekerek diyorsunuz ki; “Bu öngörü doğrudur. Fakat bu maneviyatın kendisini, tıpkı Protestanlık yahut Budizm’de olduğu gibi yeni bir dine dönüştürmemek şartıyla elbette… Bu durumda acaba sizin tarif ettiğiniz maneviyatın kendisini yeni bir dine döndürme ihtimali var mıdır? Çünkü maneviyat yolunu tercih etmekle her halükarda bir düşüncenin taraftarlığı meydana gelmiş oluyor. Bundan sonra ise maneviyatın özel bir güruha dönüşmesi ve yine dindarlığın afetlerinden biri olarak kabul ettiğiniz aidiyet ve özel bir guruba bağlı olma durumunun açığa çıkma ihtimali var mıdır sizce?
Arz etmeliyim ki Tığlı Hanım, bir kişinin belli inançlara yahut sizin tabirinizle düşüncelere (endişe) sahip olması onu bir dine, mezhebe, mekteb yahut meşrebe mensup olan mütedeyyine dönüştürmez. Bakınız biz insanlar ömrümüz boyunca belli inançlara sahip oluruz. İnançlar kimseyi ideolojik yapmaz. Kimseyi özel bir dine, mezhebe veya meşrebe müptela kılmaz. İnsanı ideolojik kılan şey “a b’dir ve a’nın b olmaması imkansızdır” demesidir. Fakat eğer “a’nın b olmaması muhaldir” demezse, bir inanca sahip olsa da tamamıyla özgür demektir. Özgür düşünceli olmak, herhangi bir inanca sahip olmamak demek değildir. Bu nitelikteki bir insanın sahip olduğu inançlara yapışmaması ve bunun dışındaki farklı düşünceleri imkânsız olarak düşünmemesi gerekir. Bu nedenle, bir kimse akılcılığa inanıp aklın kaynaklık ettiği inançlara bağlı olursa ve nihayetinde ikna olduklarına; “aksi muhaldir” diye bir şart eklemezse o vakit herhangi bir fırka, cemaat yahut din ve mezhep meydana getirmemiş olur. Dolayısıyla “a’nın b olmaması muhaldir” ifadesini inançlarımıza eklemediğimizde bunun birkaç tezahürü vardır: İlki ben eğer a’nın b olduğuna inanıyorsam ama aksini imkânsız görmüyorsam bu durum benim henüz bu dosyayı kapatmadığım anlamına gelir. Yani henüz a’nın b olduğu konusunda tartışmak, karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak, kabul ya da reddetmek mümkündür demekteyim. Çünkü ben bu meseleyi tartışmanın kapısını kapattığımı ve yeteri kadar müzakerede bulunduğumu henüz ilan etmemişim demektir. İkincisi ise, eğer a’nın b olduğuna inandığım halde ideolojik bir tutum içinde değilsem; bu durumda ben, a’nın b olduğuna inanmayan herkesle karşılıklı ve akli olarak bir müzakereye hazır olduğum anlamına gelir. Bu da ideolojik olmamanın ikinci alamet-i farikasıdır. Üçüncü olarak, benim bu görüşüme inanmayanları ne epistemolojik ne duygusal ne de iradî (niyet) açıdan ayıplamamamdır. Yani a’nın b olduğunu kabul etmeyenleri gerek bilimsel gerekse duygusal açıdan problemli olmakla itham edip onları art niyetlilikle suçlamamam gerekir. Dördüncü alameti ise şudur: Ben her ne kadar a’nın b olduğun kabul etmiş olsam da her defasında yeniden üstünden geçerim. Halihazırda a’nın b olduğuna inansam da acaba dün öğrendiğim yeni bir şey neticesinde artık bu görüş savunulur olmaktan uzaklaşmış olabilir mi? Çünkü dün öğrendiğim bu noktayı dikkate aldığımda, onu bugün o haliyle devam ettirmek mümkün olmayabilir.
Dikkat buyurun lütfen. Eğer bu dört özelliğe sahipseniz bu durumda siz ideolojik değilsiniz demektir. Belli bir dine mezhebe, fırkaya, cemaate veya mektebe ait olmazsınız. Sonuç olarak sırf bir dizi inançlara sahip olmak sizi ideolojik yapmaz. Ben de bazı inançlara sahibim, onlar da bazı inançlara sahipler. Bu durum bizi ideolojik yapmaz. Sadece inandığımız “a, b’dir ifadesine” ilave olarak bunun aksini muhal gördüğümüzde ideolojik bir tutum takınmış oluruz. Çünkü bu tutumla farklı görüşte olanları, ilim ve akıl çemberinden yahut hakikati talep etme çizgisinden dışarı çıkarmış oluruz. Bahsettiğim bu dört gösterge, “a’nın b olmaması muhaldir” şartını eklemediğimin birer alameti olmaktadır. Bu dört hususa uyduğum takdirde, a’nın b olduğunu savunmam beni ideolojik yapmadığı gibi yeni bir din ve mezhep fırkasına da mensup kılmaz. Şimdi sorunuza gelince… Acaba bu bahsettiğiniz akılcılık ve maneviyet projesi yeni bir din yahut mezhebe dönüşebilir mi? Elbette dönüşmesi mümkündür. Bahsettiğimiz bu dört unsura riayet edilmediği sürece böyle olması imkân dahilindedir.
Pratikte bu dört şarta riayet etmek zor olacaktır.
Evet haklısınız. Ama muhal değildir. Geçmişlerin deyişiyle zordur ama mazur görülecek bir şey değildir
[1]. Yani zor ama olmayacak bir şey değildir. Bu dört şartı yerine getirdikten ve ardından ilave edilen muhal şartını mesele yapmayıp buna muhalif olanlarla akli zeminde bir diyaloğa girdikten ve kimseyi, bilgi eksikliği, duygusallık ve suiniyetle itham edip garez gütmedikten sonra problem kalmaz. Diğer bir mesele de kendimizin de “a b’dir” şeklinde kabul ettiğimiz şeyi tartışmaya açmaya hazır olmamızdır. Benim her zaman kendime, “geçen bu iki üç sene içinde okuduğun kitapları ve diğerleriyle yaptığın mülahazaları dikkate aldığında acaba hala falanca görüşü üzerinde misin” diye sormam gerekir. Yani her zaman üzerinden tekrar tekrar geçmem gerekir. Eğer kişi yukarıda zikrettiğim dört şarta sahipse, evet onun inançlı yahut akide sahibi biri olduğunu söyleyebiliriz; ama bu durum onu ideolojik yapmaz. Bu tür insanlar hiçbir zaman kendilerinden yeni bir din ve mezhep icat etmezler.
Fakat bu projenin her halükârda çok ideal olduğunu kabul etmek gerekir.
Evet.
Nitekim siz “Asrımızda Din Meselesini Sorgulamak, (Porseş ez Emr-i dinî der Asr-i Hazir)” adlı söyleşinizde manevi insanı şöyle tanımlıyorsunuz: Çağdaş insanın eriştiği verilerin yanı sıra felsefeye de aşina olmalı; hatta belli bir derecede felsefeye vakıf olmalı; ayrıca tarih, tecrübi bilimler, özellikle de psikolojiden de haberdar olmalı diyorsunuz. Acaba yeryüzünde kaç insan bu düzeyde bir eğitime sahip olabilir ve manevi olabilir?
Evet, evet. Doğrusu bu çok sıkça yapılan bir itiraz. Bazıları bu projenin çok ideal ve uygulanamaz olduğunu söylerken, bazıları da bunu bir tür elitizm ve seçkincilik olduğunu söylemektedirler. Benim bu konuda iki cevabım olacak: İlk olarak bir yol, ya doğrudur ya da doğru değildir. Eğer doğru değilse ve siz de bunun öyle olduğunu ispat ettiyseniz, bu durumda kimsenin o yoldan gitmemesi gerekir. Ama eğer doğru olduğunu ispat ettiysek, artık bu yolda herkesin yürüyememesi yolun kendisi için bir problem teşkil etmez. Bu durumda size düşen yolun doğru olup olmadığını göstermek olacaktır. Eğer gidilecek olan yol doğruysa, fakat yeryüzündeki sekiz milyar insanın yüzde yetmişi buna uyamayacaksa bu başka bir şeydir. Bunun, yolun doğruluk ve yanlışlığıyla bir alakası yoktur. Yalnızca doğruluğunun başkaları tarafından makbul karşılanmadığını gösterir. Hz. Ali’nin Nehcü’l-belağa’da dile getirdiği bir cümlesi var, ilginçtir. Diyor ki; “
?? ???????? ?? ???? ????? ???? ?????”. Hidayet yolunda yanında kimsenin olmamasından dolayı korkuya kapılma! Yalnızlık hissi sende korku meydana getirmesin! Dehşete kapılma! Ben yolun ortasında yalnız kalsak da, Buda’nın tabiriyle bir gergedan gibi yol almak gerektiğine inanıyorum. Çünkü boynunu hareket ettiremediği için her gergedan yolu tek başına yürür. Eğer yol doğru yolsa tabii. Bu durumda gerekirse bir gergedan gibi yolu tek yürümek gerek. Bu ilk cevabım.
İkinci cevabım ise Asiye Hanım; yeni ortaya atılan (ibda edilen) pek çok şey, ilk günlerinde çok seçkince/elit görünür. Fakat yavaş yavaş yaygınlaşır. Düşünürlerin de belirttiği gibi, Kant, hangi konuda konuştuysa kendi döneminde makbul sayılmadı. Ama şimdi, hiçbir beşerî kurum Kant’ın görüşlerinin etkisinden hali değildir. Okulda öğrencilere numara vermek gibi oldukça sade işlerden, siyaset ve eğitim dünyasına kadar bu durum böyledir. Burada önemli olan şey, bu görüşleri benimseyenlerin, bu yolda yürürken, zaman içinde bu yola ya da görüşe bir yön tayin etmeleridir. Böylece bu görüşü iyi bir şekilde izah edip açıklayabilme ve yararına istidlalde bulunup onu savunabilmeyi başarabilirler. Aksi takdirde, eğer Kant’ın Königsberg’ine bakarsanız hiç kimsenin görüşlerini kabul etmediğini görürsünüz. Kendisi de ömrü boyunca bu şehirden dışarı çıkmamıştır. Ömrü boyunca o küçük şehirde yaşadı. Fakat şimdi, aile ve eğitim kurumlarından, ekonomi, siyaset, bilim ve sanat enstitüleri, hukuk, ahlak, din ve mezhep ve uluslararası kurumların tümü Kant’ın düşüncelerinin etkisindedir. Bu büyük kurumlardan bir tanesinin dahi Kant’ın etkisinde olmadığını söyleyemezsiniz. Aile kurumu da buna dahildir. Nerde kaldı uluslararası ilişkiler yahut savunduğu kalıcı barış ile evrensel toplum vs. ki bunlar sonradan belirgin hale geldiler. Bu nedenle evet, eğer mesele hakiki olması konusunda bir sıkıntı yoksa, ona yön bahşedecek istikamet sahibi savunuculara ihtiyaç duyar. Önceleri elit bir sınıf ortaya çıkar sonraları ise bu görüşler yavaş yavaş yayılır.
O halde siz projenizin yaygınlaşması konusunda ümitlisiniz.
Samimi bir şekilde belirtmem gerekir ki, hayır. Ben bu sözlerin yaygınlaşıp belli bir yer edinebileceğinden yine de ümitli değilim. Fakat hiç olmazsa bir feryat olarak duyulsun diyor insan! Ne yazık ki fazla bir ümidim yok.
Sizin üzerinde durduğunuz hususlardan biri de maneviyatta belli bir din ve mezhebe bağlı olmamanın materyalist yahut pozitivist olmayı zorunlu kılmadığıdır. Sizin ifadenizle bugünün insanı, yeryüzündeki tüm insanları birbirlerinin kardeşi olarak tanıma çabasına girmiştir. Fakat günümüzde şahit olduğumuz savaşlar, insanların her halükârda esasında kaynağı din ya da mezhep olmayan yeni sınırlar ve sebepler icat ettiğini bize göstermektedir. Sizce bu durumun sebebi nedir? Maneviyat eksikliği midir?
Kesinlikle öyle. Kesinlikle maneviyat eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü maneviyatta ilk ve en önemli şart ahlaki olmaktır. Ahlaklı olmak da bu zorluk ve sıkıntıları zorunlu kılmaz. Bunda şüphe yok. Ama aynı zamanda benim sözümde bir yanlış anlaşılma olduğu da açık. Bakınız ben, tüm savaşların, aşırılıkların, düşmanlıkların ve çatışmaların din ve mezhep kaynaklı olduğunu söylemiyorum. Jonathan Haidt, muhteşem eseri
The Righteous Mind[2] adlı kitabında din ve siyasetin dünyadaki iyileri nasıl düşmanlığa ittiğini bize söylemektedir. Yani tek tek tanıştığınızda iyi diyeceğiniz insanlar, ya din yahut siyaset unsurları vasıtasıyla kutuplaşmaktadır. Bu iyi insanlar, farklı din ve mezheplere; yahut farklı siyaset gruplarına bağlandıklarında birbirlerinin canına susar hale gelirler. Yani bir yandan din ve mezhep, öte yandan siyaset bu duruma sebep oluyor. Ben de diyorum ki, Jonathan din ve mezhep dışında haklı olarak siyaseti de bir sebep olarak saymıştır. Bununla birlikte bu tespit eksiktir. Ben günümüzde ekonominin de çok ciddi ayrılıkçı (tefrika-efken) bir amil olduğu kanısındayım. Ayrıca tüketime ve gösterişe teşvik de insanlar arasında ciddi ayrımcılığa ve anlaşmazlığa sebep olan etkenlerdendir. Bu nedenle ben hiçbir zaman, insanlar arasındaki husumet ve ayrımcılığın yalnızca dinden kaynaklandığını söylemedim. Ama dinin tarih boyunca ayrımcılık tohumlarını ekmede çok büyük rol oynadığını söylüyorum. Bunun yanında siyaset de benzer etkiye sahiptir. Günümüz dünyasında da aşırı tüketim ve gösterişe düşkünlük birbirimize kardeşçe yaklaşmayı tahrip edici bir etkiye sahiptir. Böylece birbirimize kör ve düşman gözlerle bakmaya sebep oluyor. J. Paul Sartre’ın deyişiyle “cehennemî gözlerle” birbirimize bakar oluyoruz. Kısacası, yalnızca din, mezhep ve siyaset değil, hele de aşırı tüketim ve mala düşkünlük bizi birbirimizden uzaklaştırıyor.
-Ben tekrar Harari’ye dönmek istiyorum. Çünkü Hararî de maneviyat ile din arasını ayırıyor.
Evet aynen öyle.
Harari’nin bahsettiği maneviyatının sizinkinden farkı nedir sizce? Çünkü sizin de bildiğiniz gibi Harari materyalistik bir bakış açısına sahip.
Evet öyle
Bu durumda hem materyalist olup hem ahlaklı olmanın ne gibi bir sakıncası olabilir sizce?
Bir sakıncası yok. Ben onun bahsettiği maneviyatın problemli olduğunu değil farklı olduğunu söylüyorum. Bu iki maneviyat (ahlak anlayışı) arasındaki fark şudur ki; Ben gerçekten, materyalist, fizikalist/fizikselci, pozitivist veya katı bilimselci (ilmzede) bir bakış açısına sahip değilim. Evet Harari tam anlamıyla materyalist bir yaklaşıma sahip ve alemi, fizik, kimya, sosyoloji gibi bilimlerin söyledikleriyle sınırlayarak tanımaya çalışmaktadır. Ben ise materyalist, pozitivist yahut yalnız bilimle yetinen bir bilimci değilim. Elbette Harari de pozitivist değil. Ama materyalist ve fizikselci bir yaklaşıma sahiptir. Anladığım kadarıyla Hararî’nin o üç kitabında bahsettiği maneviyat- ki bu konuda değerlendirme yaptığım dersler de mevcuttur
[3]- iki hususu içermektedir. İlk olarak Harari’nin görüşü de ahlaka vurguyu içermektedir. Ama ona göre ahlaki davranışlar, daha ziyade benim diğerleriyle olan irtibatımla ilgilidir. Değindiği diğer husus ise, en genel anlamıyla kendini keşfetme ve tanımadır. Ki o bunu çeşitli meditasyon, yoga ve konsantrasyon gibi yollara baş vurarak sağlanacağını söyler. Nitekim kendisi de Vipasana meditasyon türünü seçmiştir. Sonuç olarak ben okuduğum üç eserine binaen diyebilirim ki -başka yerlerde yazdığı ve söylediği başka şeyler olabilir elbette- onun maneviyatında bu söylediğim iki şeyden fazlası yoktur. Yani birlikte yaşama ahlakının gerektirdiği ölçüler ile insanın kendisiyle irtibatında benliğini keşfedip tanıması unutulmamıştır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Harari bunu daha ziyade Vipasana metodunu uygulayarak sağlamaya çalışır. Bu ikisi de materyalizmle uyumludur.
Ama benim söylediğim maneviyat ise böyle değildir. Yine belirtmem gerekirse; onun sözleri yanlış benimkiler doğru iddiasında değilim. Benim bahsettiğim maneviyatın imtiyazlı olduğunu değil farklı olduğunu söylüyorum yalnızca. Ama temayüzleri var benim bahsettiğim maneviyatın. Mesela ben Tanrının var olduğuna inanıyorum. Gayrı müteşahhıs bir Tanrının varlığına inanıyorum. Benim inancıma göre bizler, mevcudatı kuşatan tek bir varlığın tecellileriyiz. Mesela bu Harari’nin görüşlerinde olmayan bir şey. Bana göre çokluk (
???? ??????) örfi anlayışın bize ilka ettiği yanlış bir algıdır. Biz aslında çokluk içinde ayrı gayrı değiliz. Biz varlık sahasında yer alan tek bir varlığız. Bu benim Harari’den ayrıldığım nokta. Yine bana göre insanda ve mevcudatta bulunan bilinç maddeye irca ve tahvil edilebilir nitelikte değildir. Madde, madde olması hasebiyle bilince sahip değildir. Bilinç de bilinç olmasından dolayı maddi değildir. Yani ben, madde ile bilincin, her ne kadar birbirlerine etki etseler de iki farklı şey olduğunu düşünüyorum. Ne maddeden bilinç meydana gelir ne de bilinç maddi olabilme yetisine sahiptir. Fakat Hariri böyle düşünmüyor elbette. O bilinci de maddeye indirgemekte ve ona irca etmektedir. Ben bu fikre katılmıyorum. Bunun dışında ben, cihanda bir dizi sırların (râz) varlığına da kaniyim. Ben bu sırları, akli yahut deneysel olarak lehinde yahut aleyhinde delil bulunmayan irrasyonel türden kabul ediyorum.
[4] Ben bu sırlara iman ediyorum. Oysa Harari sırlara kail değil ve hiçbir sırra inanmıyor. Sırlar, akılla bir sonuca bağlanamayan irrasyonel önermelerdir. Ne rasyonel ne de anti-rasyonel önermeler cinsinden sayılabilir. Aynı şekilde, aklın kabulüne ya da reddine yakın irrasyonel türden de değildir. Dolayısıyla ben böyle bir şeye de inanıyorum. Onun kitaplarıyla ilgili yaptığım değerlendirmeler ve eleştirilerde de, benim maneviyattan anladığım şey ile onun anlayışı arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.
Peki biraz da sizin inandığınız Tanrı hakkında konuşmamız mümkün mü? Sizin inandığınız Tanrının sıfatları var mıdır? Zâti özelliklere sahip bir tanrıya inanmıyorsunuz sanırım.
Evet, aynen öyle. Ben Tanrıya antropomorfik sıfatlar atfedilebileceği kanısında değilim. Bakınız ben, tüm tabiat alemi için Spinoza’nın izahını benimsiyorum. Bunu da şu şekilde özetlemek mümkün: Tüm varlık alemini -dilimizin dar sınırları içindeki ifadesiyle- bir kaba benzetebiliriz. Bu kabın içi tek bir şeyle (mezruf) doludur. Varlık alemini de tek bir şey doldurmaktadır. O da Tanrıdır.
Diğer önemli nokta ise şudur: Tanrının nihayetsiz tezahürü vardır. Fakat biz onun iki tezahüründen daha fazlasını tanımıyoruz. Tanrı sınırsız aynalara sınırsız şekilde tezahür etmektedir. Ama biz insanlar bu aynaların yalnızca ikisini bilebiliyoruz. Bunlardan biri tabiat aynası, diğer ise bilinç aynasıdır. Bu nedenle tabiat, Tanrının iki asli cilvesinden bir tanesidir. Bilinç ise bir diğeridir. Elbette Tanrının sınırsız tezahürü olabilir ama biz onları bilemiyoruz. Tabiat alemindeki tezahürü, uzunluk, genişlik, kalınlık gibi ölçülebilir niteliktedir. Bu tezahürü zamana, mekâna ve gözlemlenebilen(tecrübe) neden- sonuç (illiyet) ilişkisine sahiptir. Tanrının bu cilvesi tabiatı meydana getirmektedir. Diğer tezahürüyle de bilinci oluşturmaktadır. Bilincin ise uzunluk, genişlik ve derinlik gibi özellikleri yoktur. Zamanı ve mekânı olmadığı gibi, tecrübe alanının neden-sonuç ilişkisi de onun üzerinde hakimiyet kurmuş değildir.
Bu izahlar bana Yeni Eflatuncu felsefeyi çağrıştırdı.
Evet benzerlikler olabilir. Ama bahsettiğimiz o felsefe değil gerçekten de.
Bizi tabiatçılardan ve materyalistlerden ayıran üçüncü bir nokta daha vardır, o da şudur: Bir tabiatçının bakış açısına göre, yalnızca tabiat aleminin var olduğu doğrudur. Onlara göre bu tabiat aleminde yalnızca çok ama çok küçük bir bölümde bilinç bulunmaktadır. Yeryüzünde, maddi varlıklarda, bitkilerde bilinç yoktur. Bilinç yavaşça hayvanlardan başlayarak insanlara varmaktadır. Şimdi siz, tüm hayvanlarla insanları göz önünde bulundurun ve geride kalan tabiat aleminin büyüklüğüyle kıyaslayın. Dolayısıyla bilinç tabiat aleminde bir nokta kadar yer almış olmaktadır. Onların bakışına göre, hayvan ve insanların dışında, geride kalan bu koca sınırsız deryada hiçbir şekilde bir bilinçten söz edemiyoruz. Üstelik bu bilincin kaynağı da madde olarak gösterilmektedir. Oysa ki aslında tüm tabiat aleminin bir bilinci vardır. Uzunluk, genişlik, kalınlık vs. gibi ölçülere sahip olan tabiat aleminin de bir bilinci vardır. Yani tabiat ile bilinç ölçülü bir şekilde varlık aleminde yer alır. Çünkü her ikisi de Tanrı olarak adlandırdığımız varlığın iki farklı veçhesidir. Tanrı iki farklı aynada tezahür eden tek bir varlıktır. Dolayısıyla bu farklı bir şeydir. Mesela Kur’an’da “Göklerde ve yerde olanların hepsi melik, mukaddes, azîz ve hakîm olan Allah'ı tesbih etmektedir (Cuma, 62/1).” Veya; “O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (İsra, 17/44)” denilmektedir. Müfessirler; “Eğer bütün mevcudat (Allah’ı) tespih ediyorsa, o halde tüm varlık bir bilince sahiptir” demişlerdir. Çünkü bilinçsiz tespih olmaz. Bu bakış açısı da bu ayetlerle çok benzerlik arz eder. Nihayetinde Kur’an’da başka bakış açıları da mevcuttur. Fakat burada tüm varlıkların bir bilinci olduğu konusunda bir tutarlılık söz konusu. Yani eğer tüm varlıkların bilinci varsa bir bütün olarak bu varlığın da bir bilinci vardır. Hatta taş dahi bu bilince sahiptir. Oysa biz geleneğimizde onun “cemad” olduğunu söylüyor ve bir bilinci olmadığını kabul ediyoruz.
Ama başka bir şey daha var ki o da şudur: Ben asla tabiat aleminin geri kalan cüzlerinden bağımsız değilim. Aynı şekilde bilinç aleminin diğer cüzlerinden de bağımsız değilim. Dolayısıyla ben ve cihan diye bir ayrım yanlış bir tasavvurdur. Ben ve alem diye bir şey yok. Bir tomurcuk da “ben ve ağaç” diyemez. Çünkü ağaçta açan çiçek, ağacın kendisidir aslında. Eğer kendisini ağaçtan ayırırsa çiçek o çiçek olmaz. Ağaçtan ayrıldığında artık bitki olmaktan çıkıp cansız bir şeye dönüşür. Bizim de Allah’a nispetle konumumuz, tomurcuğun, çiçeğin, meyvenin, yaprağın, büyük ve küçük dalların ve köklerin ağaca nispetle olan durumu gibidir. Yani biz ağacın farklı cilvelerinden başka bir şey değiliz. Tıpkı bir ağaç gibi; bir tezahürü tomurcuğunda, diğeri çiçeğinde, meyvesinde, yaprağında, dallarında ve köklerindedir. Yani hepimiz Tanrının birer tezahürleriyiz. Siz bir ağacın bir çiçeği, bir başkası başka bir çiçeği, ben de yaprağıyım vs. Dolayısıyla biz aleme karşı duran (ona rağmen var olan) canlılar değiliz. Yani, diyelim ki, günün birinde çiçek ağaçtan ayrılmaya ve onunla bağlantısını koparmaya karar verip; “ben ayrı, ağaç ayrı” derse işte o gün çiçeğin ortadan yok olma günü olur. Çünkü bizim ağaçtan ayrı bir durumumuz yok.
Bu durumda kötü tezahürlerimiz de Tanrıdandır diyebilir miyiz?
Evet, evet aynen öyle. Elbette bu konuda söylenecek çok söz var. Aslında alemde iyilik ve kötülük diye bir şey yok. Bu telakkide alemde kötülük (şerr) yoktur. Alemde kötülük olmadığı için de iyilik (hayr) de yoktur. Bu telakki, maneviyat açısından soğuk bir niteliğe (maneviyat-ı serd) sahiptir. Yani bu telakkide soğuk bir maneviyat yer almakta. Evet o akli olmayan maneviyatlardaki tat ve heyecan bu anlayışta
[5] yoktur. Evet bu uzun bir hikâye elbette.
Haklısınız bu ayrıca konuşulması gereken bir konu.
Bu telakki, materyalist, naturalist, tabiatçı yahut pozitivist bir niteliğe sahip değildir. İçinde Tanrı’yı barındıran bir telakkiden söz ediyoruz. Ama buradaki Tanrı gayri müşahhas (gayr-i müteşahhıs) bir tanrı adıyla yer alır. Müşahhas olmayan Tanrı’nın da aslında “gayr”ı yoktur. Çünkü her var olan şey Tanrı’nın vasıflarından ve onun cilvelerinden biridir. Sanırım bu kadar izah, benim tabiatçı (materyalist) olmadığımı göstermesi açısından yeterlidir. Bu bakış açısına göre benim yararıma olan şey, tüm varlığın yararınadır; benim zararıma olan şey de tüm varlığın zararınadır. Ağacın herhangi bir bölümü zarar gördüğünde tüm ağaç bundan payını alır. Ağaç darbe yerse tomurcuk da bundan zarar görür. Tomurcuk zarar görürse bundan ağaç da payını alır. Organik tam da bu anlama gelir. Niçin bu ağaca organik bir varlık denir? Çünkü ben onun yaprağına bir iğne batırdığımda, bu iğnenin bıraktığı eser, tüm bitkiyi etkiler. Bundan yalnızca yaprağın etkilenmesi mümkün değildir. Organik varlık böyle bir şey demektir. Herhangi bir bölümü, gerek yapısal gerekse işlevsel olarak zarar gördüğünde ve vaziyeti değiştiğinde, bundan tüm yapı etkilenir. Bunun tersine, televizyonu ele alırsak, onun organik olmadığı malum. Onun bir parçası değiştiğinde diğer parçalar işlevselliğini korumaya devam eder. Elbette çalışması için o parçasının yenilenmesi ve yerine iliştirilmesi gerekir. Böylece hem yapısı hem de işlevselliği mahfuz olmaya devam eder. Ama organik yapıda herhangi bir değişiklik olduğunda, diğer tüm kısımları da etkiler.
O halde projenizde insanın ulaşacağı en üst makam olarak kabul ettiğiniz ‘insanların birbirlerine karşılıklı sevgi beslemeleri, ilkesini bu felsefeden hareketle mi temellendiriyorsunuz?
Kesinlikle. Çünkü ben organik bütünün bir parçası olduğumu anladığımda, öncelikle geri kalan bölümlere karşı adil olurum, daha sonraki basamakta yahut üst rütbede ise şefkat duyarım, nihayetinde daha üst bir düzeyde ise sevgi beslerim. Ahlaki zemin önce adalet, sonra şefkat ve merhamet ardından ise aşk gelir. Elbette defalarca söylediğim gibi, bunların hiçbiri benim icadım değildir. Ben ömrümde hiç yeni bir şey icat etmedim. Yeni bir icadım yok. Ben diğerlerinden öğrendiklerim arasından kabul ettiklerimi belli bir nizam içinde ifade ediyorum. İşte bu nizama ben akılcılık ve maneviyat diyorum.
Çok teşekkür ederim. Sizi yorduk gerçekten. Bizi affedin ama biz çok memnun olduk.
Rica ederim. Gerçekten söylüyorum, sizi yıllar sonra tekrar gördüğüm için çok mutlu oldum
.
[1] “
????? ??? ??? ????? ????”
[2] Bu kitap
Mutluluk Varsayımı olarak Türkçe’ye çevrilmiştir.
[4] Söyleşide Melikyan, “
???????? ?????” ifadesini kullanmaktadır. Yani yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde, akılla çelişen değil, aklın hakkında hüküm veremeyeceği türden bir irrasyonellikten söz etmektedir. Ç.n.
[5] Yani kaynağını akılcılıktan alan maneviyatta, dolayısıyla Melikyan’ın kendi projesindeki yaklaşımda yoktur. Ç.n.