Şaban Ali Düzgün ile Söyleşi
Sayı:27 / Toplumsal Çürüme, Diziler ve Medya - Söyleşi
Şaban Ali Düzgün
Değerli okurlarımız,
Yetkin Düşünce bu sayısında Toplumsal Çürüme temasıyla karşınızda. Tarihin kıyamete yürüyüşü, kötülüklerin artması ile doğanın acı verici olaylarının birbirini tamamladığı bir dünya hayatı tasvirini içinde barındırır. Söz konusu tasvir, toplumsal çürümenin mikro ve makro enstantanelerini sarfı nazar eder. Diğer taraftan Müslüman toplumlar, adaletle işleyen bir toplum sistemi kurmanın önceliğinin daima farkında olarak ahir zaman alametlerinden uzak durmaya çalışmışlardır. Elbette bunlar, ideal bir toplum yapısına ulaşıldığı anlamına gelmemektedir. Tasavvufun oluşum döneminde sûfîlerin toplumu terk etmeleri veya daha özelde İbn Bâcce’nin mütevahhidi’i Müslüman toplumlardaki kriz anlarına işaret eder ve bu çabaların eksikliğini dışa vurur. Yine de mutlak adaletin tesis edildiği şeklinde bir iddia olmamakla birlikte, çevredeki uygarlıklara karşılaştırıldığında bir ayrışma da kendisini gösterir. Günümüzde ise, insanlık olarak bir çürümenin içerisinde bulunduğumuzu görüyorken Müslüman toplumların çürümeden daha fazla etkilendiğini söylemek abartı olmayacaktır. Müslümanların dünyaya bir tekliflerinin olmaması, batılı normlar olmaksızın toplumsal yapının ve kurumların iyileştirilememesi gibi acı gerçekler, inandığımız değerler ile tecrübe ettiğimiz gerçekliğin arasını açmakta, her geçen gün daha fazla insan orada adalet, iyilik ve mutluluk bulacağını ümit ederek Dârü’l-İslâm’dan çıkarak batının yollarına düşmektedir. Batı’nın vahşi kapitalizmi, Müslümanların topraklarında işledikleri insanlık suçları ise, iyilik adası imajının ardındaki kötülüğü ifşa etmektedir.
Bu sayımızda iki konuğumuzla karşınızdayız. Konuklarımızın ilki Prof. Dr. Nevzat Tarhan. 1952 yılında Merzifon’da doğan Prof. Dr. Tarhan, 1969 yılında Kuleli Askeri Lisesini, 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesini bitirdi. GATA stajı, Kıbrıs ve Bursa kıta hizmetinden sonra 1982 yılında GATA’da Psikiyatri Uzmanı oldu. Erzincan ve Çorlu’da hastane hekimliği sonunda GATA Haydarpaşa’da Yardımcı Doçent (1988) ve Doçent (1990) oldu. Klinik direktörlüğü yaptı. Albaylığa (1993) ve Profesörlüğe (1996) yükseldi.
Aile Okulu, Evlilik Psikolojisi, Duyguların Psikolojisi, İnanç Psikolojisi, Metaverse: Dijital Oyun Psikolojisi gibi çok sayıda kitap ve makalenin yazarı olan Prof. Dr. Tarhan, halihazırda Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörlüğü ve Yönetim Üst Kurulu Başkanlığı ile Türkiye’nin ilk nöropsikiyatri hastanesi olan NPİSTANBUL Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütmektedir.
İkinci konuğumuz ise Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün. 1968 yılında Gümüşhane’de doğan Prof. Dr. Düzgün, 1989’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Lisansüstü eğitimi Ankara Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra yurtdışında akademik çalışmalarda bulundu, ders ve seminerler verdi. 2005 yılında profesör oldu. Hali hazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan ve SUSEM’de İslam İnanç Ekolleri seminerleri vermekte olan Prof. Dr. Düzgün,
Kimliksiz Hakikatler, Sosyal Teoloji, Maturidi Düşüncede Ahlak ve İktidarın Kuruluşu, Allah, Tabiat ve Tarih başta olmak üzere çok sayıda kitap ve makale telif etmiştir.
“Çürümüş toplum, kitle kültürünün eseridir.”
-
Sayın hocam, toplumsal çürüme olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz? Toplumsal çürüme gerçekliğinin temel boyutları nelerdir?
Toplumsal yahut kültürel çürüme olgusu, bir ağın parçalanması, bir nesnenin bağlantı yerlerinden kopması gibi, insanları bir arada tutan din, ahlak, hukuk gibi unsurların çözülüp iş göremez hale geldiği toplum yapısını tanımlar. Böyle bir yapıda, toplumu oluşturan insan, kültür, din, siyaset gibi yapı taşları arasındaki ilişkiler bozulmuştur; kişisel çıkar/bencillik zirvededir. Rekabetin olduğu alanlarda tam bir düşmanlık hâkimdir. Adalet ve hakkaniyet kavramları kamusal alanda ağırlığını kaybettiği için, dayanışma ve kardeşlik sesleri toplumun alt kesimlerinin dışında pek duyulmaz. Sevgi, saygı, güven, aidiyet, amaç/aşkınlık, toplumsal vicdan, bağlılık gibi üst değerler, kişisel kazancı her şeyin üzerinde tutan bir kültürün vereceği ilk kayıplardır. Çürümüş toplum, insanların refahtan ve mutluluktan en az ama acı ve ıstıraptan en çok payı aldıkları toplumdur.
Çürüme, toplumun düşüş ve çöküş sürecinin ilk aşamasıdır. Çektirmek zorunda kaldığımız bir dişi kaybetme aşamalarının ilki çürümedir. Dişin verdiği ağrı, çürümenin verdiği ilk tehlike sinyalidir. Kültürel fakirlik, dini konularda tefrika, milli konularda kutuplaşma ve ayrışma toplumun çürümeye başladığının en bildik işaretlerindendir.
Ekonomik çöküntü ve yoksulluk, toplumsal çürümeyi ciddi anlamda tetikler. Böyle bir ortamda becerebilen yolsuzluk yapmakta, beceremeyen hırsızlık. Bunları beceremeyen de gaspa, cinayete varan doğrudan eylemlere girişmekte. Fuhuş, uyuşturucu ticareti hem yoksullukla hem de kolay para kazanma arzusuyla doğrudan ilgili. Bunlar toplumsal çürümenin hem sonuçları hem de büyük çaplı bir çöküşün sebepleri. Toplumsal çözülme, çürüme, düşüş ve çöküş arasında zorunlu bir sebep-sonuç ilişkisi var.
Sosyolojinin toplumsal çürüme teorilerini de hatırlamak gerekir: Buna göre toplumlar ve kültürler, doğanın günlük ve mevsimsel ritimlerini takip eden doğal nesneler veya tek tek hayvanlarla aynı yaşam akışlarına tabi olan üst düzey biyolojik varlıklar olarak görülüyor. Bu nedenle kaçınılmaz olarak şafak gibi alacakaranlıktan, ilkbahar gibi sonbahardan, büyüme ve olgunluk dönemleri kadar gerileme ve çöküş dönemlerinden de geçiyorlar. Dolayısıyla çürüme de hayatın ritminin bir parçası. İster çizgisel ister döngüsel tarih teorileri açısından bakılsın, her ikisi de çürümeyi toplumun bir şekilde uğraması gereken bir durak olarak görüyorlar. Bu durumda kitle kültürü söz konusu olduğunda, bazen çürümesi gerekenlerin çürümesine izin vermek gerekir.
-
Teşekkür ederim hocam. Hocam, Müslümanların tarihi söz konusu olduğunda geçmişte toplumsal çürüme olarak görülebilecek dönemler yaşandı mı? Yaşandıysa bunu hazırlayan unsurlar nelerdir ve toplumsal çürümeden çıkış nasıl mümkün olabilmiştir?
Ahlakın örfe, aklın dogmatik inanca, dünyanın kutsala, insanın topluma, dinin siyasete, özgürlüğün otoriteye boğdurulduğu bütün zamanlar çürüme süreçleridir. Hukukta, dinamik zaman ve tarihin karşısına mühürlenmiş bir kutsal hukuk çıkarmak çürümedir. İnsanın özgür iradesini baskılayan, rızasını yok sayan siyaset; imtiyazlı gruplar yaratan politik akıl; maliyeti toplumsallaştıran, faydayı özelleştiren her ekonomi; kayırmacı her nepotist tutum çürümedir. Allah elçisinin (a.s.) danışarak iş yapma, rıza kültürü yaratma, imtiyazlı/hiyerarşik/sınıflı toplum yaratacak yolları tıkama çabası, vefatından sonra Arap kabileciliği tarafından boğuldu. Evrensele açılma çabası yerelin duvarlarına çarptı. Gittikçe açılan makasın İslam dünyasının farklı coğrafyalarında yarattığı travma, bugün Müslüman coğrafyanın halinden anlaşılabilir.
Devletin/otoritenin olduğu yerde adalet yoksa çürüme vardır. Mutlak iktidar arzusunun olduğu yerde denge-denetim sistemi yoksa, çürüme vardır. Dinin olduğu yerde tefrika hâkimse, çürüme vardır. Ekonominin olduğu yerde adalet değil imtiyazlı gruplar yaratılmışsa, çürüme vardır. Toplumu oluşturan gruplar arasında eşitlik değil hiyerarşi hakimse, çürüme vardır. Yasa koyucu kurucu akla katılımcı halkın özgür iradesi/rızası eşlik etmiyorsa, çürüme vardır. Kısacası, Müslümanların tarihine bakıldığında çürüme dönemlerini de ihtişam zamanlarını da görmek mümkün. Önemli olan, bugünün Müslüman toplumlarına ayna tuttuğumuzda karşılaşacağımız manzara. O da üç aşağı beş yukarı yukarıda dramatize ettiğimizin hülasası gibi.
-
Hocam, ahir zaman ile bireysel ve toplumsal çürüme genellikle birbirine koşut olarak telakki edilir. Siz, bunu nasıl anlamlandırıyorsunuz? Zira ahir zaman fikri, toplumsal çürümeyi zaten onaylıyor görünüyor.
Zamanın akışına geleceği de katan ahir zaman fikri, Kur
’an’ın uyarıcı (
nezîr) ve müjdeleyici (
beşîr) yönleriyle ayrı bir zaman algısı yaratır. Bu ne Yâhudilerin tarih fikrine benzer ne de Yunanlıların. Yâhudi kültüründe peygamber aynı zamanda kâhindir. Gelecek tarihi kurar. Yunanlılarda tarih arkada bırakılanın anlatısıdır ve döngüseldir.
Hybris (aşırı gurur; zulüm) ile
nemesis (adalet; hak) arasında sürekli döngüsellik ve rol değişimi vardır.
Kur
’an’ın zaman tasavvurunda bir eşiği aşma fikri, andığımız uyarma (
nezîr) ve müjdeleme (
beşîr) içinde gizlidir. Hikâyenin anlatıldığı kişiye aynı zamanda muhayyel bir gerçeklik vadedilir. Bunun bir avuntu olmaması, gerçek zamana dönüşebilmesi için de muhatabın zamanın akışına eşlik eden gerçek zaman kişisi olarak konumlandırılması gerekir. Bu ancak, zamanın içine
‘gelecek
’ ideası yerleştirilerek mümkün olur.
“Gelecek geçmişten daha hayırlıdır/hayırlı olmalıdır” ayeti (Duhâ, 4) bu ideanın en berrak ifadesidir. Kur
’an’ın dili olgusal değil, değerseldir. Olana değil, olması gerekene odaklanır. Geçmişe değil geleceğe yönelir. Geleceğin tarihini yapacak etkin özne peşindedir.
Ahir zamana ilişkin rivayetleri bu pencereden okumak gerekir. Ahir zamanda olacaklara ilişkin ön-bildirimleri bu açıdan değerlendirdiğimizde, her biri kendi zamanının ruhundan şikâyet eden anlatıların, tüm zamanların şikayetlerinin prototiplerini içerdikleri görülür. Bu açıdan bakıldığında,
‘ahir zamanda meydana gelecek’ denilenler her dönemde bir çürüme belirtisi olarak görülebilecek olaylardır. Bilginlerin azalması, bilginin itibar görmemesi, fitnenin yani insan hakkı ihlallerinin ve ölümlerin yaygınlaşması, emanete riayet edilmemesi, yöneticilerin insanlara zulmetmesi, şerrinden korkulan kişilere itibar edilmesi, yağmurların ve yıldırımların çoğalması vs. bunların tamamı bir uyarıdır. Olayları akışına bırakmayıp yön vermek isteyen gerçek zaman insanının beyninde, zihninde ve gönlünde yapılması gerekenlere ilişkin bir farkındalık uyarısı olarak alınmalıdırlar.
-
Peki hocam, konunun genel hatlarını geçmişle de bağ kurarak bu şekilde konuştuktan sonra, Türk toplumunun mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkler olarak fazlasıyla yaşadığımız toprakların insanlarıyız. Örf/gelenek egemen bir toplumuz. Ülke tarihinin savaşlarla, iç karışıklıklar ve dış tehditlerle yoğrulması,
‘tehdit algısı’ yüksek, otoriter bir kültürün gelişmesine yol açtı. Katılımcı demokratik kültür yerine imparatorluktan miras tebaa kültürü hâkim oldu. Modern devletin ayrılmaz parçası durumundaki sivil toplumun ve olup bitenin sorumluluğunu hissetme duyarlılığının henüz çok uzağındayız.
Yakınlarda su birikintisinde elektrik akımına kapılarak ölen iki insanımızı düşünün. Sokağın ortasında beş yıldır açıkta duran elektrik kablolarını kapatmayıp insanların ölümüne sebep olan kamu otoritesi çürümüştür. Otorite kullanan birisinin, bir ölüm durumunda başına bir şey gelmeyeceğine olan inancı, çürümüş hukuk sisteminin; bunun bir vicdan sızısı yaratmaması, çürümüş insanlık idealinin en bariz işaretleridir. ‘Tesadüfen yaşıyoruz’ dedirten binlerce olaya maruz kalıyor insanımız. Bir şeylerin çürüdüğü açık. Boş vermişlik, sorumsuzluk, çürümüşlük kamu dediğimiz şeyin aslında tam da kamu olamadığını; tarihin, kültürün, dinin ortak kamusal alanı kullanan herkes için ortak endişe yaratma becerisini gösteremediğini gösteriyor.
Helalin, haramın, Allah korkusunun iş görmediği bir kamu yönetiminde hiç değilse kanundan insanlar korkmalıdırlar. Ahlakın iş gördüremeyeceği kadar yozlaşan insanları hukukun hiç değilse yola getirmesi beklenir. Ama onun da iş göremediği bir durum; ‘alarm’ durumu var şu an.
-
Toplumsal çürüme bağlamında toplumdaki din anlayışı ve din söylemlerini hangi konumda görüyorsunuz? Dini söylemler de bunun bir parçası haline mi geldi?
Toplumsal çürüme, kitle kültürünün eseridir, tek bir kişinin değil. Kur
’an toplumun kaynaklık ettiği suçların ve günahların neticesinde onları bulan belalara
musibet adını verir. Musibetin işaretleri ve izleri vardır. Üstelik her ortaya çıkan işaret bir öncekinden daha büyük ve ciddidir (Zuhruf, 48). Bu işaretler doğru okunmadığında ve ders alınmadığında
azap mukadder olur.
Azap Arapça
’da mahrumiyet demektir. Bu bazen özgürlüklerimizi, bazen güvenliğimizi, bazen de anlam duygumuzu yitirerek tattığımız bir mahrumiyet ve yoksunluktur. Tam bir
azap/mahrumiyet ve çürüme içinde olduğumuzun işaretlerine, her Cuma hutbede okunan ayet işaret etmektedir (Nahl, 90). Ayet, üç emir ve üç yasak kapsamlı bir toplum teorisi önermektedir. Buna göre;
Ahlaksızlık (
fahşâ), hak ihlalleri (
münker) ve şiddete eğilim (
bağy) bir toplumda yaygınlaştığında/kültüre dönüştüğünde çürüme zirve yapmış demektir. Bu çürümeye karşı dinî söylemin nasıl olması gerektiğini de aynı ayette görüyoruz.
‘Adalet, ihsan ve yakınlara verme’ şeklinde çevrilen kelimeler çürümenin tam karşıtı olarak inşa eden, onaran, sürdürülebilen bir toplum önerir. Bu üç kelime
‘kişinin kendisi için istediğini başkası için de isteme, kendisi için istemediğini başkası için de istememe
’ altın kuralına işaret eder. Bu etik adalettir.
Adalet, içinde zorunlu olarak eşitlik fikrini barındırır. Yerine göre adalet eşitlik, eşitlik de adalet içinde erir. Bir otorite kaynağı olarak devletin dini adalettir. Sosyolojik bir örgütlenme olarak toplumun varlığı da adalete dayanır. Devletin adil oluşu, toplumu oluşturan kesimler arasında eşitliği sağlayacak inisiyatifler almasını gerektirir. Toplumun adalet talebinin devlet nezdindeki yankısı eşitlik olarak duyulur.
İhsan, vericiliktir, diğerkamlıktır; toplumda başkalarıyla birlikte yaşamanın gereği olan duyarlılık ve hassasiyettir. İnsan ilişkilerinin estetize edilmesidir. Nezaket ve nezahettir.
‘Yakınlara verme
’, maddi yardımın ötesinde bir anlama sahiptir ve öncelikle
‘yakın’ teriminin yeniden tanımlanmasını gerektirir. Bütün toplum bireylerini yakını olarak görme, birlikte yaşam ahlakının öncelikli erdemidir. Aynı rahimden çıkmış biyolojik kardeşler olmasalar da, aynı Rahim olan Allah’ın eşit kulları olduklarını bilmeleridir.
-
Peki Hocam, sizce toplumda İslam dini gündelik pratik yaşamda bir ahlak üretebiliyor mu?
Dinin doğuş döneminde savunduğu ahlakla, devletleştikten/kurumsallaştıktan sonra kitlelere önerdiği ahlak arasında büyük fark var. Doğu toplumlarında din siyasetin vesayetinde iş görmeye alıştığı için, ön alıcı bir söylem geliştirmekte hep zorlanmıştır.
Herkesin fakir olduğu toplumda adalet ve eşitlik fikrini herkes savunur. Ama esas erdem, birilerinin güç ve servetle farklılaştığı toplumda adaleti ve eşitliği savunmaktır. Din bu zor zamanlar için bir ahlak çağrısında bulunduğunda değerlidir.
Bireyin özerkliğini/özgünlüğünü koruyan, aynı zamanda toplumun bir parçası olarak kalmasını da sağlayan ahlaki bir söyleme ihtiyaç var.
Psikososyal bütünleşme olarak adlandırılan bu söylem içinde, birey benliğini koruyacak ve öz saygısını kaybetmeyecek; ayrıca aidiyet/bağlanma hissini de doyurmuş olacaktır. Çağımızda patolojileri üreten en ciddi kaynaklardan biri olan
yabancılaşma hissi böyle onarılabilir. Toplumun içinde yaşayan ama toplumu amaçlarına ulaşmanın önünde engel olarak gördüğü için toplumdan nefret eden kişi hala topluma ait midir? Yerinden çıkan omuz hala bedenin parçasıdır, ama iş görmez ve acı çeken bir haldedir. Bireyle toplum arasındaki bu patolojinin ivedilikle çözülmesi; bireyi ve toplumu ortak amaç, ortak fayda gibi çağrılar etrafında yeniden birleştirmek ve omuzu yerine oturtmak gerekiyor.
-
Anlıyorum hocam. Siyasi söylem ve siyaset kültürünü toplumsal çürüme bağlamında nerede konumlandırıyorsunuz?
Siyaset, toplumsal değer ve normlardan bağımsız değildir. Siyaset kültürü dediğimiz şey, halkın ve siyasetçinin birlikte oluşturduğu ortak inançlar, değerler, normlar ve görüşlerin toplamından ibarettir. Siyasi ahlak ya da ahlaksızlık gibi bir tanımlama, toplumsal ahlak ya da ahlaksızlık tanımlamasından bağımsız değildir. Dolayısıyla siyaset kültürüne ilişkin söyleyeceğimiz her söz, toplumun diniyle, ahlakıyla da ilgili söylenmiş kabul edilmelidir.
Bu açıdan bakıldığında siyasetçinin yönettiği devletin gücü ya da güçsüzlüğü, yine onu oluşturan din, sanat, kültür gibi yumuşak güç unsurlarına bağlıdır. İmparatorlukların siyasal çöküşünden önce kültür, edebiyat, sanat gibi alanlarda ölümler gözlenir. Çoklu organ yetmezliği gibi bir duruma geldiğinde çöküş gerçekleşir. Bu durumda gerçek çürüme ve çöküşün nedeninin politik beceriksizlikler ve istilalar mı olduğu yoksa bunları da etkileyen daha derin sebeplerin mi bulunduğu hep tartışılmıştır. Öyle görünüyor ki önce medeniyeti inşa eden unsurlar teker teker ölmekte, sonra devlet çökmektedir. Kur
’an bu çöküşün en iyi örneklerinden birini, Süleyman peygamberin asasını içten kemiren
dabbetü’l-arz teşbihi üzerinden anlatır (Sebe
’, 14). Yaslandığı asanın/devletin, o asaya yaslanırken/devletinin dimdik ayakta durduğunu zannederken birden yere yıkılması, devlet denen organizmayı ayakta tutan bütün değerlerin içten çürümesidir. Çöküş bir anda olmaktadır; ama o ana kadar geçen çürüme süreci yüzyılları bulabilmektedir.
Otoritenin olduğu her yerde yönetimin güce dayanması, gücün kutsanması çürümenin tepeden başlamasının sebebidir. Onun için otoritenin kendini de sınırlayan
‘etik sınırlar içindeki adalet ve hukuk’ çürümeyi önleyici etkiye sahiptir. Siyasal yönetimin dayandığı esaslar da bu esasların kullanılış biçimi olarak iktidar da mutlaka yasayla/anayasayla sınırlandırılmalıdır. Mutlak gücün mutlak çürüme getireceği unutulmamalıdır. Mutlak güç travma yaratır; çürüyen toplum aynı zamanda travmaya maruz kalan toplumdur.
-
Günümüzdeki toplumsal çürümenin ardındaki faktörlerden birisinin medya olduğu sık sık dile getirilmektedir. Buna göre medya-toplumsal çürüme ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Totaliter manipülasyonun ve sosyal dezentegrasyonun aleti, doyumsuz arzu bağımlılığının tetikçisi olarak medya, olup bitenden ağırlıklı olarak sorumludur. Medyanın büyük bir kısmı bugün Firavun
’un sihirbazları gibi çalışan bir etkiye sahip. Kitleleri büyüleme ve manipülasyonda sihirbaz görevi görmektedir.
Kitle toplumu, zorunlu olarak kitle kültürü oluşturur. Tekilliklerin, bireysel inisiyatiflerin çoğunluğa boğdurulduğu toplumlarda medya, kitle/sürü kültürü üretmenin en kullanışlı ortamıdır. Yönetimi kolaylaştırmak üzere tasarlanan tek sesli medyanın, tartışarak ve fikren çatışarak gelişme kültürünü nasıl katledip çürümeye kaynaklık ettiğini tartışma programı adı altındaki ikna stüdyolarına, sabah programlarına, dizilerin büyük çoğunluğuna bakarak anlayabilirsiniz. Ele geçirdiğini şeyleştiren/metalaştıran medya üzerinden yaratılan kitle kültürü emperyal bir hale evrilmekte, bir tür fiziksel olmayan imparatorluk yaratmaktadır. Bu da çürüme ve çöküşün çapını büyütmektedir.
Medya gerçek insan varlığını çevrimiçi-çevrimdışı arasında salınan anonim bir varlığa dönüştürmektedir. Yıkıcılık, nefret gibi insanın yüzüne bakılarak yapılamayacak sözlü birçok saldırı, dürtülerin esareti altında çok kolay yapılabilmektedir. Medya, özellikle de sosyal medya platformları, ciddi anlamda vasatlığın yaygınlaştığı bir ortamı temsil etmektedir.
Medyayla ilgili bu olumsuz betimlemeye rağmen şunu da eklemek gerekir: Medya bu etkisini her birey üzerinde gerçekleştiremez. Medyanın bu olumsuz sürüklemesine kapılanların buna eğilimleri ve hazır oluşları, medyanın onlara etkisinden daha öncelikli olarak tahlil edilmeyi gerektirmektedir.
-
Hocam son sorum şu: Toplumsal çürümenin aşılmasında öncelik sizce nereye verilmelidir? Nasıl bir sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel strateji gerekir?
Hiçbir değerin, kuralın, normun iş gördüremediği bir toplum yapısı; çözülmüş, çürümüş, zerrelerine kadar parçalanmış demektir. Ama unutmamak gerekir: Çürüyen bir nesne, kimyasal olarak bileşenlerine ayrılır. Ondan yeni bir şey meydana getirecek bir ileri formülünüz varsa, çürümeden/şerden, hayır çıkarabilirsiniz.
Bir imparatorluğun veya medeniyetin çürümesi, çökmesi o medeniyetin aslî unsuru durumundaki insanların çürümesi ve çökmesi anlamına gelmez. Kur
’an’ın
‘Bir avuç insan’ olarak işaret ettiği erdem sahipleri, çürüyen toplumdan daha iyisini çıkarma irade ve kudretindedir.
Eleştirel teoriler, içinde bulunduğumuz zamanı, geçmişin trajik bir şekilde yeniden üretilmesi veya tekrarı olarak görürler. İçinde bulunduğumuz zaman da tarihsel bir model aslında. Orta Çağ, Aydınlanma gibi uzun dönemleri kapsamayan daha kısa dönemlerle kendi devrimlerini yaratan ve evrimini geçiren bir zamanın içindeyiz. Bütün dönemlerdeki yükseliş ve çöküş hikâyesi bizim zamanımız için de geçerli. Gerçekten nelerin yükselişe, nelerin çürüme ve çöküşe sebep olduğuna ilişkin bir farkındalık son derece önemli. Belki A. Toynbee
’nin
“Medeniyetlerin yükselişi bir avuç insanın sahneye çıkışıyla, çöküşü de bir avuç insanın sahneden çekilmesiyle gerçekleşir.” sözünü burada hatırlamak gerekir. Çürümenin bir faydası, daha iyi olanın bir ön koşulu gibi işlev görmesidir. Bu anlamda özgürlüğü ve değerleri yeniden yaratmanın kötülükten geçtiğini iddia eden Georges Bataille
’yı hatırlamakta yarar var. Yine insana hayatın gerçeklerini anımsatması anlamında K.G. Jung
’un “Kötülüklerden çok iyilik gördüm.” sözünü anımsayabiliriz. Belki buraya Miguel de Cervantes
’in Sancho
’ya söylediği sözü de eklemek gerekir: “Üç devle savaşıyoruz sevgili Sancho: Adaletsizlik, korku ve cehalet. Çok okuyan, çok yürüyen, çok gören, çok bilen, çoğu acı zorluğa genellikle tatlı çözümler sunan zamana güven. Hiçbir felaket yoktur ki insana çıkacak bir kapı bırakmamış olsun.”
Sonuçta gelip şu sorulara dayanmış durumdayız: Çözülüp parçalanan bir toplumun durumu ne olacak? Her yönüyle döküldüğüne şahit olduğumuz bir toplum içinde erdemli bir yaşamı inşa etmek isteyenler ne yapabilir?
Erdemli bir yaşamı herkes için arzulayan bir avuç insan için Kur
’an önce gerçeğin fotoğrafını çekmekte, ardından da çıkış arayanlar için içinde rahmeti, umudu barındıran bir toplum felsefesi sunmaktadır:
“Hiçbir şeyden haberleri yokken Allah toplumları yok etmez. (Toplumlar olup biten her şeyin farkındadır.) Yapıp ettiklerinin karşılığı olarak kimi yerlerde sürünmüş, kimi zirveleri görmüştür. (Ama unutmayın!)
“Rabbin merhametiyle sürekli varlık vericidir. Sizi nasıl çözülüp parçalanmış (
zürriyet) bir toplumdan var ettiyse, sizden de sizin yerinize yenilerini var eder.” (En
‘am, 131-133).
İnsana babadan-atadan birçok şey miras kalabilir, cennet hariç. Cennetle idealleştirilen bir toplumsal yaşamın, bize atalarımızdan miras kalamayacağını, bunu ancak kendi çabamızla var edebileceğimizi söylerken Kur
’an son derece gerçekçi bir toplum felsefesi kurmaktadır:
“Mirasçısı olacağınız cennet ancak sizin amellerinizle kurulabilir” (Zuhruf, 72).
Müslüman halklara mevcut dünyanın gerçeğini gösterecek, onları travmatize eden korkulardan özgürleştirecek ve yaşadıkları trajediden çıkışın imkânının ancak kendi çabalarıyla mümkün olduğunu gösterecek bir bilince ve ahlaka ihtiyacımızın olduğu gün ışığı kadar ortada.