Adl-İ İlahi (İlahi Adalet) / Murteza Mutahhari
Sayı:2 / Adalet ve İstikrar - Kitap Kritikleri
Kadir Canatan
Çeviri: Prof. Dr. Hüseyin Hatemi
İşaret Yayınları
Evrende bazı şeyler kendi başına vardırlar, bunlara “cevher” denilir, bazı şeyler de cevherlerin “arazı”dır. Arazlar kendi başlarına varlıkları olmayan, yani yokluk türünden şeylerdir. Varlık ve gölge ilişkisi gibi hayır ve şer, iyilik ile kötülük arasında bir ilişki vardır.
İranlı düşünür Mutahhari, kelam ve felsefede “kötülük problemi” olarak bilinen konuyu “ilahi adalet” perspektifinden ele alarak konuyu iki yönlü bir çözümlemeye tabi tutmaktadır. Adil bir Tanrı’nın yarattığı düzende kötülük neden ve nasıl ortaya çıkmaktadır? Ya da kötülük, ilahi adaletle bağdaşır mı? Kitabın temel konusu ve sorusu bu olmakla birlikte yazar, işe başlarken kendi sınırlarını belirlemektedir: Adl konusunu Kur’an’ı Kerim’e layık biçimde ve bütün boyutları ile ortaya koymuş olmak gibi bir iddiada bulunmak söz konusu değildir. Belki şu söylenebilir: Yaratılış âlemi açısından adl öğretisi bir dereceye kadar yeni bir şekilde ve yeni bir bakış açısı ile ele alınmış ve incelenmiştir.
Teknik olarak kitap toplam 500 sayfaya yakın olup sekiz bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde konunun belirlenmesi, ikinci bölümde sorunun nasıl çözümleneceği, üçüncü ve dördüncü bölümde şer meselesi, beşinci bölümde ölümlülük ve ölüm konusu, altıncı bölümde uhrevi cezalar meselesi, yedinci bölümde şefaat ve sekizinci bölümde gayrimüslimlerin hayırlı amelleri ele alınmaktadır. Kitap, Hüseyin Hatemi tarafından ve kendine özgü bir dille çevrilmiş ve İşaret Yayınları tarafından yayınlanmıştır (1988).
Kitabın giriş bölümünde yazar, adl sorununu kelam, fıkıh ve Kur’an çerçevesinde ele almakta ve bu sorunun özünü oluşturan soruları formüle etmektedir. Yazara göre bu konuyu ilk önce Sünniler (burada Mutahhari’nin bir Şii olduğu dikkate alınmalı) tarafından ve iki ekol ele almıştır. Mutezile, adalet ve tevhid kavramlarını kendi kimliğini tanımlayan kavramlar olarak görmüş ve ilk önce, adaletin ne anlama geldiğini ortaya koymuştur. Onlara göre adl, başlı başına bir gerçekliktir. Yüce Yaratıcı Mutlak Hayr olduğuna göre fiillerini adl ölçüsüne göre yapar. Allah zulüm yapmaz, zulüm insan kaynaklıdır. Eşariler ise, bu konuda, Mutezile’ye muhalefet yaparak Allah’ın fiili için bir kural koymanın mümkün olmadığını, her şeyin onun yaratığı olduğu ve onun iradesinden bağımsız olamayacağını söylediler. Bu görüşe göre Allah Hâkim-i mutlak’tır. Her türlü mahkûmiyet ve bağımlılıktan uzaktır.
Mutahhari, Sünni dediği görüşleri kısaca özetledikten sonra Şii görüşünü açıklar. Ona göre Şiiler Mutezili görüşlere sahip çıkmışlardır, ancak bazı detaylarda farklı düşündüklerini de söyleyerek Şiilerin kendilerine özgü bir fikir geliştirdiklerini belirtir. Fakat hemen şunu söyleyelim: Mutahhari kitapta Şii görüşlerine dayalı bir anlatım yapmak yerine kendisinin özel ilgi duyduğu “İlahi Hikmet” açısından konuyla ilgilenir ve tüm kitap boyunca yerli ve yabancı feylosof ve mutasavvıflardan alıntılarla adl ve kötülük meselesini çözümlemeye çalışır. Ona göre adl ve şer meselesi, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Adl konusunu ele almaya çalışan bir kimse şer meselesini, şer meselesini ele almaya çalışan bir kimse de adl meselesine girmek zorundadır.
Uzun bir giriş kısmıylaMutahhari meseleyi, problematik bir şekilde ortaya koyduktan sonra birinci bölümde “adl” kavramını ve türlerini ele alarak sıfır noktasından konuya yeni bir giriş yapar. Adl, en az üç anlamda kullanılan bir kavramdır. İlk olarak adl “ölçülü olmak” demektir. Bu noktada adl’ın karşıtı ölçüsüzlük ve orantısızlıktır. Mutahhari, Kur’an’dan ayetlerle destekleyerek Allah’ın evreni belirli bir ölçüyle yarattığını ve bu anlamda adl’ın ontolojik bir ilke olduğunu belirtir.
İkinci olarak adl, “eşitlik” anlamına gelir ve bunun karşıtı ayrımcılıktır. Ancak burada bir açıklama yapılması gerekir. Adalet, herkese her zaman eşit davranmak değildir. Hak sahibi olana eşit davranmaktır. Başka bir deyişle eşit durumlarda eşit davranmaktır. Değilse adalet, “eşitlik gözeterek zulmetmektir”. Üçüncü anlamda adalet, istihkakların göz önünde tutulması ve hak sahibine hakkının verilmesidir. Bu noktada adalet iki ilkeye dayanır: Birisi, haklar ve öncelikler konusudur. Sözgelimi emek sahibi, diğerlerine kıyasla kazançta hak sahibidir. Yine çocuk kendisini doğuran annenin sütünden faydalanma konusunda hak sahibidir. İkincisi, insanın yaradılış özelliği olarak ideal anlamda adaleti gerekli görmesidir. Bu noktada adaletin zıddı zulümdür.
Bu bölümün başında Mutahhari bir soru sorar: İnsan ile Allah’ın fiilleri arasında adalet bakımından bir fark var mıdır? Bu soruya verdiği cevap şudur: Allah’ın fiillerinde adaletsizlik söz konusu değildir. Allah hiçbir varlığın hakkını ihlal etmez, herkese hak ettiğini verir. Yaradılış nizamı, en güzel, en uygun nizamdır, diğer bir deyişle mümkün olan en iyi nizamdır. Bu noktada tekrar, yukarıda sorduğumuz soruya dönüyoruz: Allah adil ise, şer ve zulüm nereden kaynaklanmaktadır?
Bu hususu açıklığa kavuşturmadan önce Mutahhari, evrendeki düzenin yapısı hakkında bilgi vermektedir. Ona göre evrende asolan farklılık ve çeşitliliktir, ayrım ve imtiyaz değil. İmtiyaz ve ayrımcılık, eşit şartlarda ve eşit hak kazanımı durumunda eşya arasında fark gözetmedir. Farklılık ve çeşitlilik ise, eşit olmayan şartlar durumunda fark gözetilmesidir.
Mutahhari’ye göre evrene bakış biri dikey diğeri yatay olmak üzere iki şekildedir. Problem, temelde bir “bakış problemi”dir. Eğer insanlar “… evreni Allah aynasından görebilseler, diğer bir deyişle yukarıdan seyredebilselerdi, aşağıdan görünen bütün eksiklikler ve çirkinliklerin silinip gittiklerini göreceklerdi. Bu çirkinlik ve eksikliklerin bir tür görüş ve bakış eksikliği ve yanılgısından ileri geldiği anlaşılacak idi.” (Sh. 113).
Kitabın üçüncü bölümü, sorunun özünü oluşturan kötülük problemini ele almaktadır. Bu bölümde Mutahhari kötülük olgusunun iki özelliğini ortaya koyar. Birinci özellik, kötülüğün ademi oluşudur. Bununla söylenmek istenen şudur: Bütün kötülükler (hastalık, yoksulluk, cehalet, savaş, zulüm vs.) ya yokluk (ademiyyat) ya da eksiklik (fıkdanat) türündendir. Evrende asolan hayır ve iyiliktir. Kötülük, iyiliğin ya olmamasından ya da eksikliğinden kaynaklanır. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için Mutahhari iyilik ve kötülüklerin birbirinden ayrılmaz şeyler olarak algılanması gerektiğini vurgular. Yani iyilik ayrı, kötülük ayrı bir şey değildir. Kötülük, iyiliğin yokluk ya da eksiklik halidir. Sözgelimi “bilgisizlik” ilim eksikliği ve yokluğu demektir. “Yoksulluk”, bazı şeylere sahip olmamakla bağlantılıdır. Bu tür konularda eksiklik söz konusudur. Bazı konularda ise,bir şey kendi başına kötü değildir ama sebep olduğu sonuçlar yüzünden böyle değerlendirilir. Sözgelimi deprem ve yangın gibi doğal felaketler kendi başına kötü sayılmazlar. Fakat mal ve cana zarar verdikleri için kötü olarak değerlendirilir. Burada sebep-sonuç ilişkisi vardır. Olaylar sebep, sonuçlar ise kötülüktür.
Mutahhari konuyu felsefi bir izahla şöyle de ortaya koyar: Evrende bazı şeyler kendi başına vardırlar, bunlara “cevher” denilir, bazı şeyler de cevherlerin “arazı”dır. Arazlar kendi başlarına varlıkları olmayan, yani yokluk türünden şeylerdir. Varlık ve gölge ilişkisi gibi hayır ve şer, iyilik ile kötülük arasında bir ilişki vardır. İşte, “şerler bizzat değildirler, bil-arazdırlar” şeklindeki hâkimlerin sözünün anlamlı budur.
Kötülük, bir diğer açıdan nisbidir. Bu onun ikinci özelliğidir. Bunun anlamı şudur: Sözgelimi kurt, kötü değildir; kurt koyuna göre kötüdür. Bir şeyin nisbi olması demek, başkasına göre bir değeri ve anlamı olması demektir. Oysa aynı kurt, bitkilere ve kendi türüne göre kötü değildir. Kötü başka bir şeye göre kötüdür. Bu anlamda mutlak şer yoktur! Buradan tekrar bir önceki meseleye dönüyoruz: Şer, yokluktur! Hayrın olmadığı ya da azaldığı yerde kötülük ortaya çıkar.
Mutahhari, bu bölümde ontolojik anlamda birlikçi ve ikici düşünce tartışmasına değinir ve şöyle bir sonuca ulaşır: Evrende ikilik, yani hayır ve şer, hüküm sürmez. Buna bağlı olarak bir hayır ilahı bir de şer ilahı bulunmaz. Evrende tek Tanrı vardır ve Tanrı her şeyi iyi ve güzel yaratmıştır. Doğal olarak iyi ve güzel olan şeylerde eksilme veya birbirine uyumsuzluk kötülüğü yaratır.
Dördüncü bölümde Mutahhari bir adım daha ileri atar ve beklenmedik bir şekilde “Şerrin Faydaları”ndan bahseder. Burada kötülük konusunu iki açıdan sorgular. 1) Şerlerin evrenin tüm düzeni içinde nasıl bir konumu vardır? 2) Şerler nasıl taktir edilmelidir? Eşyayı tek başına ve diğer eşyadan bağımsız olarak ele alır, iyilik ve kötülüğü üzerine bir hüküm verirsek varacağımız sonuç ile; eşyayı bir bedenin uzvu olarak, bir düzenin parçası gözü ile incelediğimizde varacağımız sonuç başka olacaktır.
Evren,tümel olarak ele alındığında farklılıklardan oluşan güzel birtablodur. Bu tabloda her şeyin bir yeri ve işlevi vardır. Farklar, doğal ve zatidirler. Yetenek ve kapsam bakımından varlıklar birbirlerine eşit değildirler. Çirkinlik denilen şey, bir yönden başka olan ve bir başka şeye (güzel) nazaran öyle nitelendirilen bir şeydir. Öte taraftan çirkinlik, güzelliğin tecelli etmesi için gerekli olan şeydir. “Güzelliğin çekiciliği, gerçekte çirkinliğin iticiliğinden güç alır.”
Mutahhari, kitabın geri kalan bölümlerinde bir şekilde konuyla alakalı olan ölüm, uhrevi cezalar, şefaat, gayrimüslimlerin amelleri gibi tekil meseleleri irdeler. Buraya kadar Mutahhari’ninadl-i ilahi ve kötülükler konusundaki temel görüşleri açıklığa girdiği için bu konuları bir tarafa bırakıyoruz.
Özetlersek; Allah adildir ve onun insana ve eşyaya zulm etmesi söz konusu değildir. Zulüm insandan kaynaklanır. “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus, 10:44). Eşyada zulüm ve kötülük olarak değerlendirilen şey, yokluk ve eksiklikle ilgilidir. İyiliğin yokluğu veya eksikliği durumuna kötülük diyoruz. Asolan hayır ve iyiliktir. Kötülük, gölge-varlık hükmündedir.