Akademinin Hemen Kıyısında Hayat
Sayı:28 / GÖÇ - Kültür Sanat
Muhammet Çelik
Asım Gültekin abi rahmet-i Rahman’a kavuşmadan önce Üsküdar kitap fuarında karşılaşmıştık bir keresinde. Dergimizin daha dikkat çekici olması için bazı taktikler vermek istedi. Benim de akademisyen olduğumu bildiği için, “mesela” dedi “akademik körlük” başlığıyla bir sayı çıkarabilirsiniz. Henüz böyle bir sayı çıkarmadık ama bu konu öteden beri dile getiriliyor çeşitli mahfillerde. Kendi ihtisas alanındaki sondaj çalışmasına koyulan akademisyen, dünyada olup bitenler hakkında bir çift laf edemez, etrafındaki farklı renkleri göremez olabiliyor çoğu kez.
Asım Gültekin abi rahmet-i Rahman’a kavuşmadan önce Üsküdar kitap fuarında karşılaşmıştık bir keresinde. Dergimizin daha dikkat çekici olması için bazı taktikler vermek istedi. Benim de akademisyen olduğumu bildiği için, “mesela” dedi “akademik körlük” başlığıyla bir sayı çıkarabilirsiniz. Henüz böyle bir sayı çıkarmadık ama bu konu öteden beri dile getiriliyor çeşitli mahfillerde. Kendi ihtisas alanındaki sondaj çalışmasına koyulan akademisyen, dünyada olup bitenler hakkında bir çift laf edemez, etrafındaki farklı renkleri göremez olabiliyor çoğu kez. Kültür sanata, edebiyata uzak kalıyor, eylem ve etkinlikleri görmezden geliyor, toplumsal sorumlulukları olduğunu unutuyor… Hayatın bu yanını entelektüellere devrederken kendisini bir tekniker mesabesine indiriyor, dar bir daire çizerek onun içinde dönüp duruyor. Örneğin Filistin, Yemen, Lübnan yanarken bizim akademisyen, ender görülen bir kurbağa türünün dolaşım sistemiyle ilgili bir bulguyu bizimle paylaşıyor -bunu anlarız, uzmanlık alanıdır- ama bununla sınırlandırıyor ya kendini…
Şükür ki böyle olmayan akademisyenler de var. Bizim fakültedeki tefsir hocalarımızdan Mustafa Özel, yürüyen Kudüs gibi dolaşıyor okulun koridorlarında. Her yakaladığı gence Aksa Tufanı’ndan, Kudüs’ten, Selahaddin Eyyubi’den sual ediyor, Filistin’le ilgili kitaplar okuyup okumadığını soruyor. Bazılarını o gün Gazze’yle ilgili yazılmış bir makaleden sınava çekiyor, kimi öğrenciyi yakalayıp ona bir Filistin şarkısı dinletiyor. Daha bugün üç öğrencinin Arapçalarını ölçmek için onlara Filistin’in önemini anlatan birer yazı yazdırdı, “bunlar üç mücahit” dedi toplantıya giderken.
Peki bir akademisyen, mesela bir İlahiyatçı, hayattan, siyasetten, gündemin merkezindeki hareketlilikten ne kadar uzak kalabilir? Yani Gazze ne kadar uzağımızda olabilir bizim? Beyrut’u saran ateşi ne kadar unutabiliriz? Kudüs’ten kaçabilmemiz mümkün mü? Aslında tam da bununla ilgili son günlerde yaşadığım bir deneyimi paylaşacaktım ben de sizinle.
Marmara Üniversitesi ile İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenleyeceği “8./14. Yüzyıl Arap Dili Çalışmaları” başlıklı sempozyuma, Mısırlı dilci İbn Hişâm (ö.761/1360) hakkında kaynakça dahil 2 bin kelimeyle sınırlandırılmış bir bildiri metni yazarken, Gazze sürekli gözümün önüne geldi. Hayır, haberleri ve sosyal medyada karşıma çıkan soykırım görüntülerini kastetmiyorum. Müellifin eserleri üzerine şerh ve hâşiye yazan ne çok Gazzeli (Gazzî) alim vardı. Ayrıca Makdisî, Askalanî, Halîlî gibi nisbetlerle Filistin’den çıkmış alimleri de bunlara eklersek, Filistin capcanlı bir medeniyet olarak dikilir karşımıza. İbn Hişâm’a çalışayım derken Filistin şehirlerinde dönüp duruyordum.
Dahası vardı: İbn Hişâm eserlerinin şerh ve hâşiyeleri üzerine yapılmış akademik tez ve makaleleri incelemeye geçtiğimde karşıma Gazze İslam Üniversitesi çıktı. Bu üniversitenin Edebiyat Fakültesi’nde İbn Hişâm eserleri üzerine o kadar çok çalışma yapılmıştı ki, adeta o dakika hemen kalkıp Gazze’yle ilgili bir şey yapmam üzerime farzmış -ki öyle zaten- hissediyordum. Bir şey yap; eyleme katıl, yazı yaz, insanları bilinçlendir, organizasyon düzenle, boykot yap, boykot bilincini yay, siyasileri baskıla, proje üret, kötülüğü engelleyecek çareler ara… Birden o üniversiteyi düşündüm, Siyonistlerin soykırımı esnasında yerle bir ettikleri, sayısını bilmediğim kadar akademisyenini aileleriyle birlikte öldürdükleri üniversiteydi bu. Kim bilir bu tezleri, bu makaleleri yazan hoca ve öğrencilerden kaçı şehit olmuştu…
Yanık kitap kokusu yanık insan kokusuna karıştı, İbn Hişâm’ı canlı canlı yakıyorlardı çocuklarıyla birlikte. Elinde Katrü’n-nedâ ile bir üniversite öğrencisi alevlerin içinden koşuyor şimdi. Kömüre dönmüş tezlerin içinden “Şerhu Kavâid-i İ‘râb kime ait?” başlıklı olanı seçip kurtarıyorum. Şeyhzâde Kocevî’ye mi yoksa Zülfinigâr Abdulkerîmzâde’ye mi ait? Osmanlı alimleriyle cennette mi buluşuyorsunuz canlarım? Üsküdar’a Gazze’den selam mı ediyorsunuz 7 Ekim’de -yaşandı-.
Akademik körlük gözlerimize mil çekmeseydi, daha fazlasını yapabilirdik şu anda. Yazgı deyip geçmezdik yazmaya çekindiğimiz her şeye.
Derken, bildirinin kaynakça kısmını düzenlemeye başladım. Kitapların tam künyesini yazmak gerekiyor burada. Yani yazar soyadı, virgül, yazar adı, nokta, kitabın tam adı, nokta, yayınlandığı şehir, iki nokta üst üste, yayınevinin adı, virgül, kitabın basım tarihi, nokta. Tam da Beyrut’un bombalandığı günlerde bu defa da Beyrut çıktı karşıma. Bir buçuk sayfalık bir kaynakçada kitaplardan en az on tanesi Beyrut’ta basılmıştı. Diğer yandan Beyrut ateşler içinde yanıyordu. Kaçamazdık çok fazla. Ekmek ve yasemin…
Katil kim olursa olsun, Suriye’den Gazze’ye bu yakılıp yıkılan coğrafya, sivil halkıyla ve masumlarıyla birlikte yok edilmek istenen bu topraklar, aynı zamanda dünyadaki en büyük ilim merkezlerinin, kütüphanelerin, medreselerin yatağı, medeniyetin beşiği... Çağdaş Hülâgü’nün adamları bir kez daha nehirleri kan ve mürekkeple boyuyor. Endülüs bir kez daha kahroluyordu. Oysa tam da Amerika kahrolacaktı rüyalarımızda.
Mustafa Özel hocamla iki yerde karşılaşırız genelde: Eylemde ve okulda. Eylemler türlü türlüdür, herkes kendi meşrebine kendi yeteneğine göre bir eyleme katılabilir-katılmalı. Hiçbir şey yapmamaktansa bir şey yapmak daha iyidir. Ama ikinci günümüzü birinciden daha ileride kılmalıyız ki bu Peygamberimizin (sav) buyruğudur zaten. Öyleyse: Şimdi hemen kalk ve bir şey yap, bay akademisyen!