Geçmişin Pençesindeki İnsan -Tarih ve Kültürün İnsan Özgürlüğündeki Belirleyiciliği
Sayı:1 / Özgürlük ve Teslimiyet - Dosya
Cafer Karadaş
İnsanın keder ve hüsrandan kurtuluş çabasını, bütünüyle kurulu düzene yani tabiata isyan etmesi şeklinde almamak gerekir. Aksine iradeli harekete sahip olan insan, tabiat nizamına karşı gelirken, tabiatüstü ve sürekli yaratıcı olan bir nizama itaat etmektedir.
Allah, insanı yarattı, onu belli imkanlarla donattı ve belli bir ömür biçerek şartları önceden belirlenmiş bir dünyaya indirdi. Insanın imkanları ve içinde bulunduğu şartlar ona bir yandan olumlu anlamda katkı sağlarken öte yandan onun için sınırlandırıcı ve bağlayıcı işlev görmektedir. Insanın özgürlüğü Yüce Allah’ın çizdiği işte bu çerçeve içindedir. Zaten insan bu çerçevenin dışından da sorumlu değildir. Dolayısıyla onun özgürlüğünün çerçevesi aynı zamanda sorumluluğunun da çerçevesini oluşturmaktadır. Bu çerçevenin oluşumunda insanın geçmişi ile geçmişin tortulaşmış, sabitlenmiş ve değer yüklenmiş hali olan kültürün önemli bir yeri vardır.
Zamanın geçmesi ile birlikte geride kalan olgu ve olaylar, insan zihninde belirli bir yer edinmek suretiyle değişmezlik ve sabitlik vasfı kazanır. Cevdet Said’in ifade ettiği gibi, şimdiki zaman içinde insan, sebeplere dayanarak ihtiyarî birtakım eylemler gerçekleştirebilir, ancak, eylemin sonucunda gerçekleşen olay yani sonuçlar, artık değişmezlik niteliği kazanır/sabitleşir.1 Bunun anlamı, geriye yönelik bir tasarrufun söz konusu olmaması ve gerçekleşmiş bir eylemi değiştirme veya hiç olmamış hale getirme imkanının bulunmamasıdır. Gerçi yapılan bir eylemin değiştirilememesi, insan açısından bir dezavantaj gibi görünüyorsa da, geçmişin sabit bir gerçeklik olarak kalması dolayısıyla insana sınırları belli bir bilgi imkanı sunması bakımından bir avantajdır. Bu değişmezlik Kur’ân’da şöyle dile getirilir: “O vakit, yanlışta ve yanlış yolda kendilerine uyulanlar, azabı gördüklerinde uydukları kimselerden uzaklaştılar ve aralarındaki bütün bağlar kesildi. Kötülükte böyle başkalarının peşlerine takılanlar, ‘keşke bir daha dünyaya dönsek de şu peşlerine takıldığımız insanlardan uzak dursak’ diye temennide bulundular. Allah onlara işte böyle yaptıklarını ve pişmanlıklarını gösterecektir. Onlar cehennem azabından çıkamayacaklardır.”2 Ayette “aralarındaki bütün bağlar kesildi” diye anlam verdiğimiz “takatta’at bihim el-esbâb” ifadesi, bazı tefsirlerde akrabalık ve dostluk bağlarının kopması, insanî ilişkinin bitmesi anlamına alınmıştır.3 Aynı ifadeyi Fahreddîn er-Râzî’nin tercih ettiği “dünyevî bütün sebepler zincirinin kopması” veya Muhyiddîn Ibn Arabî’nin dediği “kendilerini kurtuluşa erdireceğini ve ahirette kendilerine şefaat edeceğini umdukları sebeplerin yok olması” anlamına almak da mümkündür.4 Bu paralelde düşünüldüğünde artık geçmiş zaman dilimindeki bir sebebin, sonucu etkilemesi ve buradan yeni bir değişim ve dönüşümün gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu, artık geriye dönüş yok ve geriye dönük bir tasarruf imkânı ve değişiklik ihtimali söz konusu değildir, anlamındadır.
Işte bu şekilde sabitlenen ve değişmezlik özelliği kazanan tarihî olaylar ve olgular, bir değer ifade edip, insan hayatında belirli bir yer işgal etmesiyle kültür ve medeniyete dönüşür. Aslında kültür, insanın meydana getirdiği bir şeydir ve insanî hayatın bir şartıdır. Bu şekilde meydana gelen kültür ve medeniyet unsurları, şimdiki zamanda insanın karar almasına hem yardımcı olur hem de belirleyici ve sınırlayıcı olur. Insanın önünde hazır bir tecrübe birikimi olması bakımından yardımcı rolünün yanında insanı, sınırları içinde tutma özelliği ile de karar alanını kısıtlayıcı bir işlev görür. Çünkü kültürü insan yaptığı kadar, kültür de insanın kişiliğini belirler. Diğer bir deyişle içe dönüşüm süreci dediğimiz kültürleşme sürecinde insan, kendi kültürünü oluşturan düşünce, eylem ve davranış biçimlerini özümser ve içselleştirir. Bu açıdan insan, kültürü hem öğrenen hem de oluşturan bir varlıktır.5 Kültür, şimdiki zamanda ve geleceğe yönelik karar almada zengin bir tecrübe birikimi olması yönüyle insan için kuvvetli bir destek ve imkandır. Insan, bu birikimle daha isabetli kararlar alabilir, geleceğe yönelik sağlam politikalar üretebilir olmasının yanında bunun aksine çoğunlukla içinde bulunduğu zamanın sürekli olacağı zannına kapılarak aldanır ve geçmişi dikkate almaz ve ‘bunaltı’ içerisine sürüklenebilir. “Insana bir kötülük dokunduğu zaman hemen Rabb’ine yönelir, dua eder. Allah onu bir nimete eriştirdikten sonra ise, daha önceki o yalvaran halini unutuverir”6 âyeti bu gerçeğe işaret eder. Bu gerçeği bilen ve zaten görevi hatırlatmak olan Hz. Peygamber ümmetine “Bir zaman gelir ki, obur kimselerin yemek kabına üşüştükleri gibi, çeşitli ümmetler sizin başınıza üşüşecektir”7 uyarısında bulunur.8
Geçmiş her ne kadar sabitlenmiş bir zaman dilimi olsa bile, kültüre dönüşmesi dolayısıyla insan için tecrübe birikimi olmak gibi bir değer taşır. Böylelikle insan o birikimi kullanarak önündeki zaman ve mekânı daha verimli kullanma imkânı bulur. Öte yandan geçmiş zaman yani tarih ve kültür, mekân ve zamanın tâbi olduğu veya içinde taşıdığı kanunları ele vermesi bakımından da önemlidir. Zaten ‘tecrübe’ denilen kavram, tam da bu anlamı ihtiva etmektedir. Toplumsal yasalar anlamında sünnetullah diye isimlendirilen bu kanunları bilen insan, şimdiki zamanda vereceği kararlarında kendisini güvende hisseder, gelecek konusunda daha emin olur. Çünkü insanın her şeyi kendi kendine öğrenmesi veya sıfırdan başlaması, yaşayacağı süre yani ömrü dikkate alındığında mümkün değildir. Kaldı ki, böyle bir durum insanın diğer canlılara benzemesi gibi olumsuz bir anlam içerir. Zira insan, çevresinde yer alan olgu ve olaylardan neyin iyi neyin kötü olduğunu, tarih ve kültürün kendisine sunduğu tecrübe ile bilir. Bu noktada insanın toplum halinde ve içinde
yaşaması
‘‘Bununla birlikte bulduğu bu mekân, zaman ve şartlara müdahale etme ve yeni birtakım anlamlar oluşturma imkânı da vardır. Ancak insan bu faaliyetinde, yine o mekân, zaman ve şartlarının sınırları çerçevesinde hareket etme ve kendisinden önceki neslin belirlemiş olduğu çerçeveyi başlangıç noktası almak gibi bir sınırlılık içindedir.’’
yaşaması önem kazanmaktadır. Çünkü kültür ve tarih, toplum ile oluşur ve tecrübeler nesilden nesile yine toplum eliyle aktarılır. Bu da her bireyin toplum içindeki tecrübeli insanlara ve yol göstericilere danışmasını zorunlu kılar. Kur’ân’da belirtildiği gibi9 insan, karanlık ile aydınlığın, serinlik ile hararetin ve hayat ile ölümün farkını ya toplumun kendisine sunduğu tecrübe ya da ilahî güç tarafından görevlendirilmiş elçi yardımıyla bilebilir. Bazen tecrübe sert ve acıtıcı bir şekilde kendini ele verir. Cahit Sıtkı Tarancı’nın, şu dizelerinde bu acı ve acıtıcı tecrübenin dile getirilişi vardır: “Hayata beraber başladığımız, /Dostlarla da ayrıldı yollar bir bir; /Gittikçe artıyor yalnızlığımız /Gökyüzünün başka rengi de varmış! /Geç fark ettim taşın sert olduğunu. /Su insanı boğar, ateş yakarmış! /Her doğan günün yeni bir dert olduğunu /İnsan bu yaşa gelince anlarmış!”.
Öte yandan insan, kendi dışında oluşmuş bir kültürel çevre içinde kendini bulur. Bu çevre küçükten büyüğe doğru iç içe geçmiş halkalar şeklinde kendisini kuşatır. Dairelerin en küçük ve en yakın olanı aile, onu sırasıyla akraba çevresi, mahalle, kasaba, ilçe, il, ülke ve en genişi ile dünya takip eder. Bu çevrede mekânın doğal unsurları olan dağlar ve ovalar, bunları meydana getiren taş ve toprak gibi cansız varlıklar ile bitkiler ve hayvanlar gibi canlı varlıklar bulunur. Bütün bunlar ikinci unsur olan zamanın geçmesi ile değişen ve dönüşen unsurlardır. Bu kompozisyonun bir diğer ve önemli unsuru insandır. Diğer varlıklar bu kompozisyonda sadece edilgen yani kendileri için belirlenmiş ve biçilmiş görevi yerine getirirken insan, asıl itibariyle etken olarak bu kompozisyonda yerini alır. Kur’ân’da bu durum şöyle ifade edilir: “Görmediniz mi? Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyi sizin emrinize verdi. O, size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol bahşetti.”10 Verilen bu geniş yetkinin sorumluluğun ağırlığı ise “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar ve onun sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi, çünkü o çok zâlim ve câhildir”11 âyetle ifade edilmiştir.
Kültürel çevrenin tarihî süreç içerisinde bizzat insanlar tarafından şekillenmiş olması, bu kompozisyonun bir başka yönünü oluşturur. Çünkü fert ile kültür arasındaki ilişki tek yönlü değil, karşılıklıdır. Kültür ferdin kişiliğini oluştururken, fert de kişisel etkisi ile sosyal olayların ve kültürdeki zamana bağlı değişim ve dönüşümlerin meydana gelmesini sağlar. Zaten hem kültür hem de kişilik sabit, durağan yapılar değildir; kendi iç tutarlılığı çerçevesinde değişir ve yenilenir. Diğer bir deyişle fert içinde doğduğu kültürün havuzunda karşılıklı ilişki ve iletişim içerisine girer. Bu esnada hem kültürel havuza katkıda bulunur hem de oradan bir şeyler alır. Bundan dolayı da ferdin duyuş, düşünüş ve davranışları, içinde bulunduğu bağlamdan soyutlanamaz.12 Insanlık tarihine bu çerçeveden baktığımızda, her ne kadar ilk insan Hz. Âdem ve eşi Havva tabii bir çevreye yani henüz kültürel olarak şekillenmemiş bir çevreye inmiş ise de, ondan sonraki her insan bir önceki insanın ya da insan neslinin şekillendirdiği, belirlediği ve kategorize ettiği bir çevreye gelmekte; deyim yerindeyse önünde kendi iradesi dışında düzenlenmiş, hazır bir sofra bulmaktadır. Nitekim ilk insan olan Hz. Adem’in indiği çevre karşısında şaşkınlığı ortadadır. Bu şaşkınlık, işlediği hatanın farkında olmasının getirdiği ağırlık ile yabancı bir yerde bulunmanın ve ne yapacağını bilememenin oluşturduğu korkudan ileri gelmektedir. Ancak ilahî irtibat yani vahiy sayesinde kendine gelir ve aldığı ‘kelimeler’le tevbe etmesi gerektiğinin bilincine varır ve dönüp Rabbine yakarır.13 Hz. Âdem ve Havva’dan sonraki insanlar için artık mekân ve zaman, bir anlamlar dünyasına kavuşmuştur. Mekân kısımlara ayrılarak kendi içinde kategorize edilirken, zaman aynı şekilde çeşitli isimler altında taksimata uğramıştır. Böylelikle her bir insan nesli, mekân ve zamanı kendine göre anlamlandırmak/isimlendirmek suretiyle, sonraki nesil için belirlenmiş bir çevre bırakmıştır. Yeni gelen insan için bu çevreyi olduğu gibi kabul etmekten başka yol yoktur. Bununla birlikte bulduğu bu mekân, zaman ve şartlara müdahale etme ve yeni birtakım anlamlar oluşturma imkânı da vardır. Ancak insan bu faaliyetinde, yine o mekân, zaman ve şartlarının sınırları çerçevesinde hareket etme ve kendisinden önceki neslin belirlemiş olduğu çerçeveyi başlangıç noktası almak gibi bir sınırlılık içindedir.
Insanın kültürel çevreyi dikkate almaması, kendisini toplumdan soyutlaması ve marjinal bir konuma itmesi anlamına gelir ki, bu, sınırlı bir durumdan kurtulmaya çalışırken başka bir sınır içine hapsolmak demektir. Daha da ötesi kişinin kendisini sıfır noktasına yani ilk insanın başladığı noktaya indirgemesidir. Kaldı ki, bu kararı aldığında kişi, temyiz çağına ermiş, yani halihazırdaki kültürel ortamdan yeterince beslenmiş, etkilenmiş ve zihni şekillenmiş bir durumdadır. Bütünüyle kendinde olanı reddetmesi, sıfır etkilenme düzeyine inmesi ve zihnini bütünüyle boşaltması imkansızdır. Aslında insanın yaratılış itibariyle belli bir çağa kadar temyiz gücüne ulaşamaması, onu içinde doğduğu kültürel çevreye mahkûm kılmaktadır. Bu yüzden ilk insanın bulunduğu noktaya dönüp yeniden yeni bir kültürel çevre oluşturması söz konusu değildir. Bu yönü ve anlamıyla insanın içinde doğduğu kültürel çevre, kendi dışında belirlenmiş ‘kader’ hükmündedir. Her ne kadar çevreyi oluşturan insanlar ise de, zamanın geri dönülemezliğinin tayini ve insanın belli bir süreye kadar temyiz gücünü kullanamaması hali, tamamen ilahî irade tarafından belirlenmiştir. Diğer bir deyişle insanın oluşturduğu bu çevreye insanı mahkûm kılan yani belirlenmiş şekliyle kabul etmesini dileyen üst irade Allah’a aittir.
Hz. Peygamber çevrenin gücünü şu hadîsinde dile getirmektedir: “Doğan her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu ya Yahudi ya Hıristiyan ya da Mecusî yapar.”14 Bu hadîsteki ‘fıtrat’ eğer insanın saflığı ise, çevre o saflığı bozan ve kendisine göre şekillendiren bir güce sahiptir. Nitekim Kur’ân’da geçen “Çünkü onlar babalarını sapık kimseler olarak buldular. Kendileri de onların izlerinden koşturuyorlar. Gerçek şu ki, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı”15âyeti ile bu gerçeğin altı çizilmekte ve “Biz onlar için uyarıcılar gönderdik”16 âyeti ile de bozuk kültürel çevreye uyup hüsrana uğramamaları için Peygamberler gönderildiği ifade edilmektedir. Öte yandan “Şüphesiz ki, insan bir hüsran içindedir. Iman eden ve salih amel işleyenler hariç”17 âyetinde geçen ‘hüsran’ kavramı ile saflığı bozulmuş, Allah’ın verdiği imkanları heba eden ve kültürel çevre içerisinde irade ve aklını kullanmaktan aciz hale gelmiş insan anlatılmaktadır. Zira insan, kendi dışında belirlenmiş belli bir zaman, mekân ve kültürel çevre içerisinde doğduğunda, bir kaybolmuşluk ve kaybetmişlik duygusu yaşar. Acaba çocukluğundaki hırçınlıklar, aykırı davranışlar bu duruma bir tepki veya önündeki özgür karar alma aşaması için bir alıştırma mıdır? Zira hazır bir kültürel çevre içerisinde dünyaya gelen bu insanın, bu çemberi kırması, kendine göre ve Yaratan’ının hoşnutluğuna uygun bir çevre oluşturması çok da kolay görünmemektedir. Belki de çocuğun ağlayarak dünyaya gelmesini, hem bu zorluğun hem de babası Adem’in şaşkınlığının simgesel bir ifadesi olarak düşünmek gerekir. Nitekim Nurettin Topçu çocuğun bu durumunu “tabiat determinizmine ve sosyal uysallığa karşı insanın bir isyanı”18 olarak tanımlıyor. Ona göre “insanın tabiî hali değişmemek olduğuna göre, hür hareket, Allah’a dayanılarak yapılan isyandır… Isyan esirliğimize karşıdır.”19 Öyleyse insanın bu hüsrandan ve kederden kurtuluşu, babası Adem’in yolundan giderek olacaktır. Allah ilk insan Hz. Adem’e ‘isimleri öğretmek’ suretiyle sağladığı imkânı diğer insanlara da sağlar. Öte yandan her bir insanı “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap kılmak suretiyle adeta onların fıtratlarına “Evet Sen bizim Rabbimizsin”20 cevabıyla hakikati işler. Fıtratındaki bu hakikatin peşine düşen insan, babası Adem’e indirildiği gibi, melekler aracılığı ile kalbine gelen sürekli ilhamlar ile ilahî desteğe mazhar olur ve âyetteki “iman edenler ve salih amel işleyenler” kategorisine yani kurtuluşa erenler safına katılır. Ayrıca dış destek olarak “Biz onlar için uyarıcılar gönderdik”21 meâlindeki âyette geçen uyarıcılar yardımı ile doğru yolu bulma imkânı olacaktır. Bu uyarıcıların mutlaka peygamber olması gerekmez, Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamber olduğuna göre buradaki uyarıcılar ya insanın kalbine iyi duygular ilham eden meleklerdir ya da “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği teşvik eder, kötülüklere karşı uyarırsınız ve Allah’a inanırsınız”22 âyetinde olduğu gibi inanmış insanlardır.
Insanın keder ve hüsrandan kurtuluş çabasını, bütünüyle kurulu düzene yani tabiata isyan etmesi şeklinde almamak gerekir. Aksine iradeli harekete sahip olan insan, tabiat nizamına karşı gelirken, tabiatüstü ve sürekli yaratıcı olan bir nizama itaat etmektedir. Böylece gerçek hürriyetine kavuşma çabası Nurettin Topçunun ifadesiyle ‘isyan’ olarak tezahür etmektedir. Belki insana bu yönü itibariyle ve yine onun deyimiyle ‘isyankâr bir varlık’ demek bile mümkündür.23 Bu ifadeyi, Kur’ân’da geçen “Kim tağutu inkar eder ve Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa tutunmuş olur”24 âyeti ile birlikte değerlendirirsek daha açık ve anlaşılır bir anlam kazanmış olur. Âyette Allah’ın dışında tapınılan veya insanı aldatan her şeyin reddedilmesi anlamına gelen ‘tağutun inkârı’ ifadesinin Allah’a iman ifadesinden önce getirilmiş olması, insanın öncelikle Allah’ın dışındaki bağlılıklarından kurtulmasına, onları zihninden silmesine işaret vardır. Bu aslında onlara karşı bir isyandır. Nitekim “Lâ ilehe illa’l-lâh” ifadesinde önce tanrı kabul edilenlerin tümünün inkârı, ardından Allah’a iman sıralaması aynı anlama gelmektedir. Eskilerin deyimiyle önce nefiy yani gönülden ağyârın silinmesi sonra isbat yani gönle yârin iskan edilmesi gelir. Bu şekildeki iradî tavır insanı, tarihin ve insanlığın varoluş sebeplerini içinde bulacağı ‘Mutlak’a bağlılığa götürecek; bu bağlılık da onu selamete çıkaracaktır. Çünkü aklı gerektiği gibi kullanan hiç kimse, kendisini asla gayesi, hedefi ve beklentisi olmayan bir varlık olarak düşünemez.25
Peygamberlerin faaliyetleri, bu kültürel çevreyle insanoğlunun mücadelesinin gerçek hikayesidir. Bu konudaki kıssalarının en belirgin ve çarpıcısı, Hz. Ibrahim’in babası ile olan ilişkisinin anlatıldığı kıssadır. Babasının putlara tapma inanç ve eylemini kendisine de dayatmasına karşı Hz. Ibrahim, cansız ve kendilerine bile hayrı olmayan o şeylere tapmayı reddetme sadedinde şunları söyler: “Siz bu putları tanrılar mı ediniyorsunuz. Görüyorum ki sen ve kavmin büyük bir sapıklık içindesiniz.”26 Bu sözünü bir de eylemle desteklemek sadedinde putları balta ile kırıp, baltayı da sağlam bıraktığı en büyüğünün omzuna asmak şeklinde bir eylemle desteklemiştir. Şehre dönen ve putlarının kırıldığını dehşet içinde gören kavmine ‘bu büyük put kırmıştır’ demiştir. Bu, sözün tesir etmediği kavmine, eylem yoluyla bir uyarı ve onların çarpık anlayışlarına başkaldırı idi. Gerçek şu ki, onun bildiğini kavmi de biliyordu. Onlar putların cansız olduğunun, ne kendilerine ne de başkalarına bir zarar veya karlarının dokunmayacağının farkındaydılar, ama belirlenmiş kültür kodlarından kendilerini kurtaramıyorlardı. Onların gittiği ve tuttuğu yoldan giderek gerçeğe ulaşılamayacağını göstermek için daha önce taptıkları gök cisimlerini sınamak adına yıldız, ay ve güneşe dönüp “bu benim rabbim” demiş ama onların kaybolmaları ile gelen ve giden, çıkan ve kaybolan böylesi şeylerin Rab olamayacağını onlara anlatmak istemiş ve ardından “Ey kavmim! Ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım/ bunlar insana göre değil” demişti. Kavminin kendisine inanmadığını gördüğünde “Ben bir hanif olarak yüzümü gökleri yeri yaratan Allah’a çevirdim. Ben asla şirk koşanlardan olmam” diyerek yolunu çizmiştir. Kavminin kendisi ile tartışmasına hem içerleyen hem de şaşıran Hz. Ibrahim “Allah beni doğru yola iletmişken siz O’nun hakkında benimle tartışıyor musunuz?” tepkisini dile getirmiştir. Bu söylediklerinin tehlikeli olduğunu ve tanrılardan özür dilemesi ve korkması gerektiğini söylemelerine karşı “Siz, elinizde hiçbir delil olmadığı halde Allah’a şirk koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben nasıl olur da sizin şirk koştuklarınızdan korkarım” şeklindeki sözleri ile mukabelede bulunmuştur.27
Kur’ân’da geçen diğer peygamber kıssalarına bakıldığında, aslında insandan istenenin, ilahî emirler ile kültürel çevresi arasında bir denge oluşturmak olduğu görülür. Ne ilahî emirlerin ne de bir olgu olarak karşısında duran kültürel çevrenin ihmali istenmektedir. Sözgelimi Tâlût ve Câlût kıssasında ilahî emir, çevre şartları ve insanın kendisinden oluşan üç unsur arasında bir denge gözetildiğini görmek mümkündür. Burada vatanlarından çıkarılmış ve yurtsuz yaşamakta olan Israiloğulları’nın bir vatan arayışları söz konusudur. Insanın yaşayacağı bir yurt şüphesiz en temel ihtiyaçlardandır. Israiloğulları vatanlarını kaybetmişlerdi ve yurtsuz bir şekilde dolaşıyorlardı. Dönemin şartları gereği yurt edinmenin yollarından biri, savaşmak ve bu sayede toprak kazanmaktı. Savaşmak için de dirayetli, ehliyetli ve gözü pek bir öndere ihtiyaç vardı. Bir önder ihtiyaç ve talebini ilettiklerinde, onların davranış kalıplarını ve ruh hallerini iyi tanıyan Peygamberleri “savaş üzerinize farz olduğunda veya düşmanla karşılaşıp kaçınılmaz bir şekilde savaşmanız gerektiğinde sakın isyan ve ihanette bulunmayasınız” diye uyardı. Onlar, “biz yurtlarından çıkarılmış vatan edinme ihtiyacı içinde olan insanlarız, bu haldeyken nasıl olur da savaştan kaçar, isyan ederiz” dediler ve ardından bizim ihtiyacımız bize yol gösterecek, taktik verecek, dirayetli ve gözü pek bir komutandır diye eklediler. Allah onlara komutan olarak Tâlût’u seçti. Onlar Tâlut’u komutan olarak beğenmedikleri gibi, savaş işi ciddiyet kazanınca içlerinden çoğu caydı. Ancak savaş kaçınılmazdı, geriye dönüş yoktu ve savaşmadan da buradan çıkılamazdı. Bu durum karşısında Tâlut önceliği, onları savaş şartlarına hazırlamaya, cesaret ve dirençlerini güçlendirmeye verdi. Bunun için yapılacak şey Israiloğulları’nı bir takım testlerden geçirmekti. Aç ve susuz vaziyette bir ırmaktan geçerken Tâlût bütün askerlere, “bir avuç su dışında bu ırmaktan kimse su içmeyecek!” diye emir verdi. Işte bu, direnç yani sabır ve sebat testi idi. Güneşin altında kalmış, çölden gelmiş bir topluluğa, tam da suya ulaştıkları bir anda “Içmeyin!” diye emir vermesi, onların sabır ve sebat gücünü ölçmenin yanında onların kişiliklerine yönelik bir sınama anlamına geliyordu. Aslında bu uygulamada, ağır ve zor şartlarda emre itaatin ölçülmesi gibi başka bir anlamı daha vardı. Burada çatışıyor gibi görünen emir ve olgunun nasıl bir dengeye oturduğu çok rahat görülebilir. Ordunun düzeninin sağlanması, çatışma ve çekilme esnasında altında toplanacakları bir sembol olması için Allah onlara bir sandık gönderdi. Bu sandığın, Hz. Musa ve Hz. Harun’un neslinden kalma bir miras olması yanında görenlere sükûnet ve metanet telkin etmesi gibi başka bir özelliği vardı. Bu onlara verilmiş manevî bir destek idi. Onlar şartlara uyduklarında, imkanlarına göre hareket ettiklerinde, sebeplere tutunduklarında ve son olarak “Ey Rabbimiz! Bize sabır ver, ayaklarımızı sabit kıl ve kafirlere karşı bize yardım et” diye dua ettiklerinde Allah’ın izniyle başarıya ulaşacaklar ve düşmanlarını hezimete uğratacaklardı. “İşte bunlar, bizim sana okuduğumuz gerçek anlamda Allah’ın âyetleri/işaretleridir”28 âyeti ile sonraki nesillere bu olayın ibret olma yönüne dikkat çekilir.